31 Aralık 2009 Perşembe

Sıradan şeylerdeki huzur

Bir yılbaşı akşamında daha evde portakal soyma ve tv'de seyredecek doğru düzgün bir şey bulamama durumuyla karşı karşıyayım. Of, feci klişe. Yine de, garip bir şekilde kendimi huzurlu hissediyorum. Hani sadece sıradan şeylerde olan bir huzur vardır ya... Ondan işte.

Bir sene daha, yılbaşını arkadaşlarla kutlama durumunun kıyısından döndüm. Aslında çok şikayetçi de sayılmam bu durumdan, biraz olsun koltuğa yayılıp, dinlenmeye; hatta portakal soymaya falan ihtiyacım var.

Bugün bir final bile atlattım ben, o konuda söyleyecek fazla bir şeyim yok. Ama eve dönerkendi sanırım, bu senenin benim için ne kadar çok şeyi değiştirdiğini fark ettim. Daha önceki yıllar için böyle bir hesaplamaya hiç kalkışmamıştım; ama sanırım değişikliklere olan dikkatim arttığı için bu sene bunları düşünmeye başladım.

Neler yaptım bu sene? Ne değişiklikler oldu hayatımda?

İlk defa staj yaptım mesela, galiba en önemli değişikliklerden biri bu. İlk defa Ankara'nın bir ucunda, hiç tanımadığım insanların arasında bir ay boyunca gerçek bir iş yaptım.

İlk defa alın terimle para kazandım.

İlk defa annemden ayrı bir tatil yaptım (bkz. İstanbul çıkartması ve Çeşme tatili).

4. Genç AKADEMİ'yi organize eden takımın parçası oldum, Nisan ayında 4 gün boyunca Bilkent Otel'deki bir odada 2 kişilik yatağı 5 arkadaşımla paylaştım.

Okuldan eve giderken nasıl daha az para harcayabileceğimi keşfettim.

İlk defa doğumgünümü benle aynı gün doğmuş en yakın arkadaşlarımdan biriyle 150 kişinin arasında kutladım (bkz. Işıl ve OR iftarı).

Fransızca öğrenmeye başladım (Quand j'ètais petite, j'aimais jouer avec mon jouets).

Mesleğimle ilgili damardan dersler almaya başladım.

Bir bongom var artık (arkadaş hediyesi).

Koçluk Projesi'nin liderliğine el attım.

İlk CV'mi yazdım.

İlk defa bir mülakata girdim.

İlk defa annemin arabasıyla trafiğe çıktım.

İlk defa 150 kişiye sunum yaptım.

İlk defa bir huzurevine gittim.

Babamın fotoğraf makinesine çöktüm. O makine hayatımın önemli bir parçası oldu.

vs, vs, vs.

Ayrıntılarla çok dağıldım şimdi bu kadar üzerinde durunca; ama düşünüyorum da, aslında zaten benim "kötü" kelimesini bu tip durumlarda kullanmayı fazla tercih etmememi de bir kenara bırakacak olursak; 2009 yılı bana çok şey kattı; kendimi büyük ölçüde aşmaya başladığım ilk yıl oldu sanırım.

Umarım 2010 ve diğer tüm yıllar da böyle olur, her fırsatta hayattan bir şeyler öğrenmeye, gözümüzü açık tutmaya devam ederiz. Bugün güzel şeyler geçiresim var aklımdan çokça; o yüzden klişe gözükebileceği halde, dileklerimi buraya yazmak istiyorum:

Yeni gelecek olan bu yılda ve tüm diğerlerinde de ağzımızın tadı eksik olmasın; sağlıklı, mutlu olalım; sevdiklerimiz yanımızda olsun. Uzanabilecek kadar yakın, dokunamayacak kadar uzak olduğumuz insanlara ulaşabilelim. Kalplerimizi sevgiyle doldurmak için içtenlikle uğraşalım; en önemlisi ve kalplerimizi sevgiyle doldurmamız için gereken o içtenliğe sahip olalım. Sevdiklerimizle aramızdaki bağlar gittikçe kuvvetlensin.

Yeni yıla 15 dakikadan az kalmış.

Bir kez daha şükürler olsun ki, böyle güzel, verimli bir yıl geçirdim sevdiklerimle; hayatımı daha kaliteli kılacak; daha çok şey öğrenmem için yeni kapılar açacak pek çok şeyi yaşadım; pek çok tecrübe edindim. Ailem, dostlarım, hepsi çok şükür ki yanımda; yanyanayız; sağlıklıyız, şartların getirdiği ölçüde mutluyuz.

Başımıza gelen, gelmeyen; farkında olduğumuz ve olmadığımız her şey için şükürler olsun.

Yeni yıla 5 dakika falan kalmış.

Mutlu yıllar herkese, mutlu yıllar...

28 Aralık 2009 Pazartesi

kapıların açılıp kapanması, 0'lar ve 1'ler...

Öğrenme alıcılarım yine işbaşında. Bızzzt bızzzt.

Thom Yorke - Hearing Damage

"A tear in my brain
Allows the voices in..."

Bu kadar elektronik altyapılı şeyleri pek sevmem normalde, ama sanırım bu şarkının hikayesine de inanıyorum ki, baya sevmekteyim kendisini. Sabah ilk kalktığımda daha gözümü doğru düzgün açamadan aklıma düşüverdi, bütün gün de kafamın içinde çalıp durdu.

"You can do no wrong
In my eyes..."


Ayrıca, Pınar'la msnde konuşurken ben de ilginç bir denklem buldum, isterseniz Tuncel - Güvenç teoremi falan diyebilirsiniz; buraya eklememi ve kendisine "dedicate" etmemi istedi:

"g = 3.5k k=0, 1, 2..."

Bu da üç buçuk ve katlarını atma denklemi. Finaller baabında hani. k bildiğin katsayı da, varın g'yi siz düşünün...

Başka neleri fark ettim, neleri düşündüm bugün?

Alıcılarım rastlantılara karşı daha açık artık. Benim alıcılarım artık daha açık olduğu için mi yoksa gerçekten de öyle olduğu için mi bilmiyorum ama, sanki hayatımdaki ilginç rastlantıların sayısı artmış gibi hissediyorum.

Bu çok keyifli geliyor aslında bana, hele bir de kaos teorisinden az biraz haberdar olduğum için daha da keyifli oluyor. Bu başkasına olsa korkutabilirdi. Ben baya baya keyif alıyorum bundan. "Manyak mısın" dediğinizi duyar gibiyim ama sonsuz üzeri sonsuz alternatifi düşününce... Hımmm. Hiç de fena gözükmüyor.

Nasıl olduğunu bilmediğim bir şekilde, aslında surat asmamam gereken şeylere kafamı çok fazla takarken, beni asıl çok düşündürmesi gereken şeyler hakkında kendimi daha rahat hissediyorum. Mantıklı açıklamasını henüz bulabilmiş değilim ama galiba bu tamamen içimdeki insan sevgisinden kaynaklanıyor (:P).

Ayrıca, bazen insanın yaptıklarından ötürü kendine cidden güvenmesi gerekiyormuş, belli bir raddede düşünme payı bıraktıktan sonra. Biliyordum aslında, daha emin oldum şimdi de.

Eve geldiğimde saat 10'u geçiyordu. Hiç şaşırmadım. Dün insanlar üretim planlama projesini yetiştirebilmek için gece 3'lere 5'lere kadar B binasında kalmışlar. Facebook anasayfamı dolduran baya ilginç yorumlar vardı, okurken çok eğlendim (bir süreden sonra herkes dalgaya vuruyor çaresiz). O değil de, her ne kadar bu dönem sınırlarımızı feci derecede zorlasa da; bölümümün vidaları gevşemiş halini bile bir ayrı seviyorum.

Çok rüzgarlıydı bugün, solunur bir hava vardı Bilkent'te. Keşke biraz nefes alabilseydim dışarıda. Sınavlarım bitince çıkıp kulaklığım kulağımda, aylak aylak dışarılarda dolanmak, yürümek falan istiyorum.

Son bir ekleme:

O değil de, bir de Devlet Bahçeli'nin 2010 için kuracağı denklemi merak ediyorum.

27 Aralık 2009 Pazar

Hatırlıyorum.

Kokular, görüntüler, sesler... Her şey o zaman yepyeniydi, tazeydi.

Nasıl tutunmuşsam o zamana, düşündüğümde hala o günkü gibi hissedebiliyorum kendimi. Yediğim yemeğin tadı, girdiğim odanın kokusu, çamur, temiz hava, uyku ve uykusuzluk arasında gidiş-geliş, yeni insanlar, yeni yerler... Hepsini pek çok şeye göre çok daha net hatırlayabiliyorum. Yağan yağmuru, telefon konuşmalarını, sakız kabını, otobüsleri, otobüs duraklarını, meydanları, insanları...


Belki dışarıdan bakınca saçma görünebilir, ama özgürlüğümü hissedecek kadar büyüdüğümü gerçek anlamda anlamaya başladığım ilk zamanlardı o zamanlar. Her şeyin anlamı farklıydı bunun için de. Yeni denemeler, bilinmedik sokaklar, bilinmedik lokantalar, bilinmedik dükkanlar... Hatta bilinmedik zamanlar. Bunun tadı gerçekten apayrıydı benim için.

Sadece yeni bir şeyler yaşamak da değildi önemli olan, olanları güzel kılan şeylerin içinde buna ek olarak o anda orada olan her şey, akla gelebilecek her küçük ayrıntı vardı. Kusur bile. İçinde kusur olan şeyler de insana mükemmel gelebiliyormuş demek ki. Sadece insanın o şeye ne kadar inandığını, onu ne kadar sevdiğini hatırlaması lazım.

Ayrıntıları hatırlamam için üzerinde biraz düşünmem yetiyor, daha fazlası içinse fotoğraflar devreye giriyor. O zamanı düşününce de o anki mutluluğu, zaferim şimdiye de yansıyor; bir gün yine ayakta o düşü görebilirsem olabilecekleri düşündükçe mutlu oluyorum. Ama insanın cesarete ihtiyacı olur kimi zamanlarda. Benim de bu düşü ayakta görebilmem için cesaret göstermem gereken yerler, yapmam gereken seçimler olacak. Bunları yapacak güce sahip olup olamayacağımı zaman gösterecek. Şimdi biraz daha olgunlaşmam lazım.

26 Aralık 2009 Cumartesi

Küçük bir mutluluk.

...ama paylaşmaya değer.

İnternet Radyosu Cinemix - The Spirit of Soundtracks

Son zamanlarda gelen klasik müzik isteğimle beraber bilgisayarıma eskiden bildiğim bir programı (MediaMonkey) yüklerken buldum bu radyoyu. Eskiden de bu programla radyo dinlerdim.

Yukarıda verdiğim linkten radyoyu dinleyebilmeniz için dns ayarlarınızın yapılmış olması gerekiyor, yani youtube'u açamıyorsanız bu siteyi de açamıyorsunuz demektir.

Daha fazlası içinse MediaMonkey'i yüklemenizi tavsiye ederim, aklınıza gelebilecek pek çok tarzda müziğe ait tonlarca radyo barındırıyor içinde.

Soundtrack konusuna gelince de...

Bilmiyorum, hepsinin içinde bir hikaye olduğu için galiba; çok etkiliyor beni film müzikleri son zamanlarda. Hani kış falan da geldi ya, havada sürekli bir pus... Bu şeyler biraraya geldiklerinde bende garip bir bütünlük hissi uyandırıyor. Soundtracklerin en güzel yanlarından biri de, insanın algılarını fazla zorlamadan insana çok fazla şey hissettirebilmeleri.

Fazla konuşmıyım ben, iyi dinlemeler hepimize.

Ha bu arada az önce aldığım bilgilere göre (babam söyledi) Merkür gerileme dönemine giriyormuş, şu önümüzdeki bir aylık dönemde ciddi kararlar almamamız ve bir adım atmadan önce başkalarına da danışmamız gerekiyormuş. Bilginize.

25 Aralık 2009 Cuma

amaçlar ve dilekler ve hayaller ve gerçek

Carter Burwell - Bella's Lullaby

Amaçlarım, hayallerim, dileklerim olmasaydı... olacakları düşünemiyorum.

İşin en güzel yanı da, kendimi gerçek hayattaki abuk subuk olaylara kaptırmadan yeri geldiğinde hayal dünyamda yaşayabilmem. Güzel bir müzik, bir kitap, bir film yeter; fazla bir şey aramıyorum.

Bu dünyamdaki tüm sevimsiz şeylere karşı en büyük tesellim. Kendimi buraya hapis hissetmemek beni mutlu ediyor. Küçük detaylar daha az önemli hale geliyor. Gerçekten, hiçbir şey için kendimi fazladan üzmek isteyeceğim bir dönemde değilim. Kafamı daha farklı şeyler üzerinde yoğunlaştırmak istiyorum; anlamak için can attığım ve anlamak adına çok önemli bir noktada bulunduğum şeyler var. Düşünmek güzel, gördüğüm şeylerin üzerinde düşünmem ve bu düşüncelerin bir sonuç vermesi, bir şeyin kafama o an dank etmesini sağlaması harika geliyor bana. Hatta sonradan o sonuçları unutmak bile. Bu hissi bulmak için çaba sarf ediyorum. Küçük ayrıntılara takılmadan.

Gerçekten, galiba artık küçük ayrıntılara daha az kafa yormalıyım. Kendime eziyet etmeye hakkım yok. Kaldı ki, istemiyorum da zaten. Biraz huzur arıyorum; ipuçlarını daha kolay yakalamak için. Geriye kalan her şeyi oluruna bırakmak istiyorum. Bırakayım, bağımsız bilinmeyenler olsunlar.

Hayalleri seviyorum, gerçekten. Ayaklarımın yere basmadığı anlar oluyor. Bunu biliyorum, yine de vazgeçmiyorum. Bence kötü bir şey değil. Bu dünyadaki bütün kalp kırıklıklarına birebir. Sadece kendi özgürlüğümün "burayla" sınırlı olmadığını sürekli hatırlıyor olmam güzel.

Gerçekten, şu aralar pek çok şey benim için eskiden olduklarından daha az önem taşıyor sanırsam. Bırakıp bir kenara da atmıyorum, ama sımsıkı da sarılmıyorum. Sadece bazı şeyleri benden çıkarıyorum, ya da daha az bana bağlıyorum.

Fırtına öncesi sessizlik var bu işin içinde bence, böyle hissediyorum. Kötü bir fırtına değil bu, bir anda hayatımda büyük bir değişiklik olacakmış gibi geliyor. Dedim ya, hayal dünyasında yaşıyorum. Belki de gerçektir. Belki hayaller gerçekten daha gerçektir.

Yine bir şeyler anlıyor gibiyim sanki, içimde bir şeyler sıkışıyor; sonra yavaş yavaş, çok yavaş bir şekilde geri gevşiyor.

İnsanın içine dönmesi bazen o kadar güzel, o kadar tatlı geliyor ki.

24 Aralık 2009 Perşembe

plagiarism yoluyla ego tatmini

Aha, eve erken geldim. Yazalım bunu bir kenara. Saatlerimiz 18:35'i gösterirken, ben evdeyim. Buna ek olarak, bugün yine yaşadığım olaydan yola çıkan düşüncelerimi "unutmamak" için bir yazı yazmaya karar verdim. Konum, üniversitemizdeki şu "pilecırizim" takıntısı.

Plagiarism; Türkçesi yok kelimenin, çok üzgünüm ama o derece bir şey işte, siz anlayın. Kısaca, başkalarının çalışmalarını alıntılamadan kullanmak yani fikir hırsızlığı gibi bir anlamı var.

Hadi projedir tezdir vs vs tamam da; bu ödevlerdeki plagiarism mantığını anlamıyorum ben. Ödevler öğrenmek için mi, yoksa bildiğimizi kanıtlamak için mi? Bu konuda sanırım "otorite"lerle aramızda fikir ayrılıkları var. Bence ödev denen şey, öğrencinin kendini ispatlaması için değil ama bir şeyler öğrenmesi için olmalıdır. Hele ki üniversitede okuyan insanlar için bence zorunlu ödevden saçma bir şey daha yok.

Bunun yanında bir de ödevleri bireysel olarak yapmamızın beklenmesi gibi bir saçmalık var. Ne bu yani, ben bilmediğim şeyi arkadaşlarıma soramaz mıyım? Ya da birilerinin yolladığı koddaki bir tek şey aynı olduğu için ödevi ayrı ayrı yaptıkları halde sıfır almak mı zorundalar?

Bence biz yapmamız gereken şeyleri kendi aramızda tartıştığımız zaman çok daha hızlı, kolay ve emin adımlarla yol alıyoruz ve bir şeyler öğreniyoruz. Kimse mükemmel olmak zorunda değil, ama herkesin iyi olduğu yerler var. Bunları birbirimize aktararak birbirimizi daha iyi yerlere taşımanın ceza verilecek yanı ne, anlamıyorum.

Anlamadığım bir diğer nokta da neden bu ödevlerin çeşitli nedenlerden ötürü "öğretmek" adına hiçbir şey yapamadığı. Nedenler arasına neler girebilir? Mesela, zaman. Ödevleri oturup tek başımıza çözmek için yeteri kadar zamanımız var mı? Tersten düşünecek olursak, sürekli bir yerlere bir şeyler yetiştiriyoruz, ödevler, projeler yapıyoruz, sınavlara çalışıyoruz ama bu koşuşturmanın içinde öğrenmemiz beklenen şeylerin ne kadarını gerçekten öğrenebiliyoruz, yani içselleştirebiliyoruz acaba?

Eğitim denen şey bu kadar mekanik olmamalı. İnsandan bahsediyoruz, robot değiliz.

Ödevler üniversitelerde zorunlu tutulmamalı, hele absürt şekilde alakasız zamanlara hiç konmamalı. Artık ilkokul çağında değiliz, bazı şeylerin seçimini yapacak yaşa geldik. Ödevi yaparsak onun bize yararının olacağını artık biliyoruz, bunu anlamamız için kimsenin zorlamasına gerek yok artık.

Konunun başka bir yanı da, kimsenin o ödevleri yaparken neden bu kadar zorlandığımızı düşünmemesi. Şu okulda belki birkaç kişi haricinde hiçbir hoca bir kez olsun çuvaldızı başkasına değil de kendine batırıp da düşünmüyor, "Ben yapmam gerekeni yapabiliyor muyum?" diye. Bir kez olsun, derste karşısındaki öğrenci neden tavanı seyrediyor, neden ha uyudu ha uyuyacak diye düşünmüyor.

Bizim ne olduğumuzu sanıyorlar? Kendilerinin ne olduklarını sanıyorlar? Bu dediğim yergi amaçlı bir şey değil, ama sadece birilerinin o kişilere onların da yeryüzünde yaşadıklarını, bizim sizin gibi birer insan olduklarını, ve insanın gelişim sürecinin hiç bitmeyen bir şey olduğunu hatırlatması lazım.

Bence yönetimin bunları ciddi anlamda düşünmesi gerekiyor. Ha, rektörümüzün bu blogu takip ettiğini hiç sanmıyorum, ama başka neler yapabileceğimi de pek bilmiyorum. Bu okula geldiğimden beri gördüğüm sorunları çözmek adına, elindeki bir kuruşluk yetkiyi de ego tatmini için kullanan, ya da birilerinin gazıyla bir yerlere gelmiş, ne idüğü, ne yapmaya çalıştığı belirsiz insanlarla boğuşmaktan çok sıkıldım. Sorunu asıl çözecek kişilere ulaşmak istiyorum, ama bu da sanırım çok kolay değil. Ne yapılabilir, bilmiyorum. Tek bildiğim, asıl yönetime fazla gitmeyen, ya da birilerinin gözünden kaçan bir şeyler olduğu.

Ego tatmini ya, başka bir şey değil şu yapılanların çoğu.

İnsanın nerede olursa olsun bulunduğu yeri sindirebilmesi çok önemli bir şey. Gerçekten.

Bulunduğu yeri sindirebilmiş, burnu havalarda dolaşmayan, empati kurabilen, iletişim yeteneği yüksek tüm hocalarıma buradan selamlar, hepsinin ellerinden öpüyorum.

Devamına da bir şey demiyorum, demek istemiyorum.

23 Aralık 2009 Çarşamba

Üniversite hayatında takım oyuncusu olmak

Econ ödevinde çözümleri en uzun zaman alan soruları görünce kafayı duvara vurmak: 1 milyon beyin hücresi
Opti projesini bitircem diye öğle yemeği yiyememek: 1500 kcal
Proje yaparken arkadaşlarla iğrenç esprilere katıla katıla gülmek: Paha biçilmez.
Gerisi için, Bilkent Endüstri Mühendisliği.

Evet, zor bir dönemden geçiyoruz. Her gün sürekli bir şeylere, bir yerlere yetişmek, otobüsleri yakalamak, derslere yetişmeye çalışmak, ödev yetiştirmek, sınavlara çalışmak, teslim tarihine kadar projelerle uğraşmak... Çok zor. Bazen kendimi çok kötü hissediyorum, yaptığım şeyin iyi bir şey olduğunu biliyorum; evet okumak güzel; ama kimi zaman kimliğimi kaybetmek üzere gibi hissediyorum, sanki herhangi bir Bilkent Üniversitesi Endüstri Mühendisliği öğrencisi gibi. Halbuki, ben Nil'im.

Aslında çizdiğim bu olumsuz tablo durumumuzun tamamını ifade etmiyor. Anlatacağım asıl şey bu değil.

Üçüncü sınıf önceki iki sene gibi değil. Kimileriyle iyice yakınlaşırken, kimilerinden daha fazla uzaklaştığımı hissediyorum. İnsanlar değişir. Burada da sorun yok.

Bugün asıl değinmek istediğim şey, işin yıllar sonra dahi hatırlanası, sevilesi yanı.

Çok iyi bir ekibimiz var, birbirinin açıklarını kapatabilen, birlikte yürüyebilen bir ekip. İyi takım oyuncularıyız, çünkü iyi dostlarız. Birbirimizin kuyusunu kazmak yerine birlikte yürüyoruz, tökezleyeni, düşeni birlikte tutuyoruz; aynı zamanda kazananın yeri de daima farklı kalabiliyor.

Birkaç gündür bunu fark ediyorum bunu ben. Hepimizin kişilikleri, hayattan beklentileri, yaşam koşulları, hayata bakış açısı, ilgi alanları, becerileri kimi yerlerde farklılık gösteriyor. Tunay ve Murat projenin uygulama kısmını iyi yaparken ben rapor yazma kısmını üstleniyorum. Cansu, Alp ve Emrecan database projesine yüklenirken, bir dahaki sefere ben ge301 projesini yapıyorum. Hande, kendisini bağlamadığı halde opti projemizde bize yardım ediyor. Güçlerimizi birleştirmemiz gereken yerlerde birleştiriyoruz, ayırmamız gereken yerlerde de ayırabiliyoruz.

Şaka maka, galiba takım olmayı öğreniyoruz. Paylaşmayı.

Eskiden bir ödevi, projeyi başkalarıyla yapacağımı duyduğumda fenalık gelirdi.

Şimdi başkaları olmadan neredeyse hiçbir şeyi tam yapamıyorum. Diğerleri de öyle.

Galiba herkes kendi yeteneklerinin farkına varmaya ve bunların bir bütünde sahip olacağı değeri anlamaya başlıyor yavaş yavaş.

Allah nazarlardan saklasın dostluklarımızı.

21 Aralık 2009 Pazartesi

hiçbir şeye cevaben saçmalamak

Bazen öyle saçma sapan şeyler takılıyor ki aklıma. Ama bu galiba insan olmanın altın kurallarından. Saçmalamak.

Bazen, hayatımızda her zaman attığımız adımlardan farklı bir şeyler yapmamız gerekiyor. Belki gıcık oluyoruz, belki korkuyoruz, belki alınıyoruz, belki anlamıyoruz, belki kendimize yediremiyoruz ama bir şekilde o adımı atıyoruz işte.

Sonra zaman geçiyor. Hani her defasında biz bir karar alıyoruz ya... Hani o kararların sonuçları var ya... İşte o sonuçlar ortaya çıkmaya başlıyor. Üzülüyorum bazen, insanlar beni şaşırtıyor. Şaşırmamalıyım aslında, sonuçta herkesten aynı tepkiyi beklemek saçma. Ama işin içine duygular girince mantık geri plana düşüyor; nedenli veya nedensiz, çift taraflı bir kalp kırıklığı var ortada, onun tedavisi nedir ne değildir; bilmiyorum.

Oturup bir sürü ufak tefek yazı yazmak istiyorum, aklıma gelen her şey hakkında: otobüsteki kalpaklı amca, kurallar, "otobüste sırtta çanta taşınmaz", "sorulmadan paso gösteriniz", "yerlere çöp atmayınız" gibi şeyler hakkında düşündüklerim, durup durup aklıma gelenler, sonra yeniden unuttuklarım,
insanlar ve onların çeşitlilikleri, ulaşım üzerinden nasıl ayda 12 lira kar ettiğim falan. Vaktim yok.

Güzel kitaplar okumak istiyorum. Alacakaranlık serisini bayramın sonunda bitirmiştim, o zamandan beri kitabın etkisinden kurtulamadım ne yazık ki, derslerimin de başıma üşüşmesiyle beraber başka bir kitap okuyamıyorum.

Sık sık sinemaya gitmek istiyorum, patlamış mısır alacak kadar zengin olmasam da, kokusu beni mutlu ediyor.

"O gün" gibi bir gün istiyorum. Anlatmam mümkün bile değil. Daha önce denedim. Hafızamda hala bu kadar net olması ilginç. Aslında nedenini tahmin edebiliyor gibiyim de. Çok güzel bir his ama.

Ulaşım sorunum daha da beter bir hal alacak olsa da, artık kar yağmalı. Hatta o kadar çok yağmalı ki, akşamları pencereyi açınca araba sesi gelmesin, karın yağışını dinleyelim mesela. Turuncu sokak lambaları. Ama kimse dışarıda kalmasın.

Aslında düşündüklerimden, düşüncelerimin yoğunlaştığı yerlerden, sorgulayış şeklimden, aldığım sonuçlardan memnunum. Hatta bu durum bana ciddi anlamda kendini bilmeden ortaya pat diye çıkıvermiş bir mutluluk bile veriyor. Yakında filozof olup çıkacağım, demedi demeyin.

Kendim gibi yazmaya çalışıyorum, ne benden bir gram eksik, ne de bir gram fazla. Bu da beni mutlu ediyor. Galiba yazmayı bu kadar istememin sebeplerinden biri de bu. Ha kendi çapımda baya şifreli yazıyorum sanırsam, o ayrı mesele.

Ayrıca CS derslerinde yazı yazmayalı baya oluyor, artık başka şeylere de vakit ayırıyorum; sınavlara çalışmak, ödev yapmak, fransızca kitabındaki alıştırmaları yapmak, Işıl'ın isteği üzerine Jacob Black resmi çizmeye çalışmak gibi şeyler mesela. Arada nadiren dersi dinleyip not da tutuyorum; en öne oturmak zorunda kaldığım zaman.

Ha bu arada, bugün 21 Aralık, yani yılın en uzun günü. Bugün hayatımda böyle romanlığımsı bir şey olsun isterdim. Galiba kendimi okuduğum kitaplara fazla kaptırıyorum. Sorun değil, hatta böyle daha iyi. İyi bir hayatım var çok şükür ki, ama kendimi okuduğum kitaplara kaptırdığım zaman gerçekten daha iyi hissediyorum, gerçek hayatta bana uygun olmayan şeyler daha az batıyor.

Evet, aynen böyle.

Uyumam lazım artık, sabah Nesim Hoca ile bomba gibi iki saat stokastik dersi beni bekliyor.

Yahu ben yazınca gerçekten iyi hissediyorum be.

OR Resmi Blogu

Hemencecik, çok kısa.

Bilkent Üniversitesi Operational Research Kulübü (kısaca OR) olarak yeni blogumuzu aktif olarak kullanmaya başladık.

http://orbilkent.wordpress.com/

Etkinlikler, toplantılarla ilgili bilgiler ve daha başka pek çok şey artık bu sitede yer alıyor olacak. Takip edilesi.

"Ay şunu da yapın" ya da "Ben de şunla ilgili yazı yazmak istiyorum" diyen çıkarsa, bekliyoruz.

Oraya yazı yazdığım zaman buraya da bir şekilde bağlarım.

Şimdilik bu kadar, hadi görüşürüz!

18 Aralık 2009 Cuma

Kafa karışıklığı...

Yine bir cuma akşamı, kafamda bir şeyler var yine. Ne gibi göründükleri, bununla beraber aslında ne oldukları, nereye varacakları gibi konularda pek bilgimin olmadığı şeyler bunlar. Üstelik dikkatimi de toplarlayabildiğim söylenemez.

Iron & Wine - Flightless Bird, American Mouth

Öncelikle bu cuma akşamını da bir Twilight soundtracki ile taçlandırıyorum.

Aslında bir şeyler yazmak istiyorum, yazdıkça zihnim açılsın diye; ama ne demeliyim, nasıl başlamalıyım onu da pek bilmiyorum. Eskişehir yolu trafiği üstüne bir de ağzına kadar insan dolu otobüs dikkatimi dağıttı.

Çözmem gereken bir şeyler var, ipuçlarını görebiliyorum; ufak çıkarımlar yapabiliyorum, ama bütüne bir türlü varamıyorum, ya da vardığımın farkında değilim.

Bu durumda huzursuz olmamı engelleyen tek şey, öyle ya da böyle bu işin içinden sıyrılmayı başaracağımı hissediyor olmam. Kendime bu konuda güveniyorum.

Yalnız, kontrol elimde evet, ama hala öğreneceğim şeyler var. Buna da şans vermem gerek.

Keşke her şeyi anlatabilsem.

Yazıp yazıp siliyorum, düşünüyorum, tam yazacak bir şey bulmuşken yazmaya başlıyorum, başladığım anda yazacağım şeyi unutuyorum. Sanırım kafam fazla dağınık.

Biraz huzur arıyorum, ve işte tam da bu yüzden son zamanlarda Ankara'dan nefret etmeye başladım. Trafiğinden, her yerini betonların kaplamasından, otobüslerinden, duraklarından, çamur kaplı kaldırımlarından, insanlıktan çıkmış, ya robotlaşmış ya da insanı hayvandan ayıran özellik olduğu söylenen empati yeteneğini kaybederek hayvanlaşmış insanlarından...

Yine de, her şey için şükürler olsun, daha fazlası için çaba gösterirken fazla hırslanıp, elimdeki için şükretmeyi unutmak istemiyorum.

Ayrıca belki fazla detaycı da olabilirim.

Oturduğunuz yerden feci biçimde saçmalıyor gibi görünebilirim, ama bu birbirlerinden kopuk gibi gözüken cümleler kafamın içinde gerçekten oluşuyor, sadece o sırada bir iki düşünceyi buraya yazamadan atlıyorum.

Hımmm. Bir ara ben size şu otobüsteki kalpaklı amcayı anlatıyım.

14 Aralık 2009 Pazartesi

time value of thoughts - düşüncenin zaman değeri

Hande'ye bugün dedim ki; "Bazen bazı şeylerin bir şeyleri öğrenmemiz için olduğunu anlamak çok kolay oluyor."

Uzun bir aradan sonra yeniden merhaba. Her zamanki gibi çok vaktim yok, yarın sabah ayılabilmem için çok oyalanmadan uyumam gerek. Ama tadı henüz damağımdayken kaydetmek istediğim bazı şeyler var.

Aslında, birden bire sanki hipnozdan uyanmışım, ya da narkozun etkisinden kurtulmuşum gibi geldi. Uzun zaman geçmişti son düşünmemden beri. Bununla beraber, fark ettiğim bir şey daha vardı ki, bakış açım zamanla değişmişti; buna ne diyelim o zaman; "time value of thoughts".

Her şey bir anda oldu. Yüzüme çarpan, yanaklarımı yakan soğuk rüzgar, birkaç saat önce aklımın derin bir köşesinde, üzerinde fazla durmadan sorguladığım şeyi fark etmemi sağladı. Bir değişiklik vardı. Derinden, sakin, sessiz, korumacı bir şekilde; can yakmadan gelmişti.

Hiç zorlamadım bu sefer. Ağzımdan çıkan kelimeler buhar gibi değildi. Öyle gelmiyordu kulağıma. Çok garip geliyor hala, ama çok güzel. Kontrolü elime almıştım. Gitmek veya kalmak, olaylardan kaçmak veya olayların üzerine gitmek; şansı zorlamak veya zorlamamak... Benim seçimimdi bu sefer. İlk defa, hepsinden daha da çoğunlukla. Aynı zamanda, bilinmeyenlerden de tamamen bağımsızdım, ona uymamak için tersini yapmak zorunda değildim, ya da ona uysun diye gerekeni yapmak zorunda da değildim. Seçim benimdi işte.

Kütüphanenin olduğu köşede annemle babamın beni almasını beklerken sokak lambalarının turuncu ışığını, geçen arabaları seyrettim, o arabaların asfaltta çıkardıkları sesi duydum, bir aşağı bir yukarı yürürken botlarımdan çıkan takırtı da benimleydi. Derin derin nefes aldım o zaman işte.

Şu an bulunduğum durumdan mutluyum, çünkü dengeyi bulabilmenin ne kadar önemli olduğundan daha da eminim artık.

Bütün bunlar birleşti bugün, ve olanların bariz bir şekilde bana bir şeyler kazandırdığını gördüm; ve mutlu oldum. Kendimi biraz daha özgür hissettim. Bu hoşuma gitti.

Bir de dedim ki Hande'ye; "Gerçekten, öyle bir an geliyor ki; o an gelmeden hiçbir şey olmuyor; ama o an gelince hipnozdan çıkmış gibi oluyorsun, ya da narkozun etkisi kalkmış gibi. O anın gelmesini bekle ve çabuk gelmesi için dua et."

O anın, onu bilerek ya da bilmeden çağıran kişilere mutlaka geleceğini biliyorum. Ama dedim ya, çağırmak gerek.

Şükürler olsun.

equinilibrium.

dipnot: Bu arada, bir ara üşenmezsem otobüste karşıma çıkan şu kalpaklı amcadan da bahsetmeliyim burada.

30 Kasım 2009 Pazartesi

Seviyorum seni, Frank Sinatra!


Ben insanların pozitif enerjisine inanırım. Ölmüş olsalar da, görüntülerinin, ses kayıtlarının bile yayabileceği pozitif enerjileri vardır kimi insanların.

Birden neden böyle çıktığını en azından şimdi anlatmayacağım. Zaten uyumam da lazım.

Ama gerçekten, gerçekten; kafamın içinde baya baya fazla şey uçuşuyor. Bir ara anlatırım belki.

Frank Sinatra, mekanın cennet olsun.

Frank Sinatra - New York, New York

22 Kasım 2009 Pazar

New Moon demişken...

Alexandre Desplat - New Moon (The Meadow)

Dinlenesi, üzerinde düşünülesi, derinliklerinde kaybolunası.
Söyleyecek sözüm yok, henüz. Boş laflarla kafa doldurmak yok. Şimdilik, sadece dinlemek gerek.

7 Kasım 2009 Cumartesi

Bilkent'te sorun çözme sorunsalı-3

Viiii aaaar dı çeeeempiyıııns may freeeeend...

Merhaba, merhaba, merhaba.

Dün cuma idi, malum, benim için kritik gün, şu iki sınavın çakışması olayları.

Evet, iki sınava da girebildim. İnanılır gibi değil, ama başardım. Çok şükür hala hayati fonksiyonlarım ve aklım yerinde. Hatta bugün üstüne bir üretim planlama projesi daha bile patlattım.

Nasıl hallettim peki? Hemen kısa bir özet geçeyim:

Çarşamba günü Econ hocamıza gidip sınavı çakışma olanlara önceden vermesini rica etmiştim. Perşembe günü odasına gittiğimde o da yeni geliyordu, "Maili gördün mü" dedi. "Yok hocam, görmedim ne dediniz" dedim. Anlattı, oku dedi. Sonra şöyle devam etti: "Bize telefon geldi, 'Bir öğrenciniz 3-4 gündür buraya gelip gidiyor' dediler" dedi, "Evet hocam o benim" diyip güldüm. "Mail attım, çakışma olanlar haber versin dedim. Sen de oku sonra bana mail at. Yalnız yarın sınavda bir tek sen olursan sorun olur."

Ben de mailimi attım.

Dün 15.45'te gittim sınava, 5 kişiydik. Hocayla da alakalı olarak, sınav öncesi gerginliklerinden pek eser yoktu, sohbet ettik sınavdan önce. Sınav da beklediğimden daha az korkunç geçti benim için. Ne olacağını yine de bilmiyorum. Neyse, 17.45'te sınavdan çıktım; 17.50'de Fransızca sınavımın olacağı sınıfta, nefes nefese kalmış oturuyordum. Tabi ki iki saat boyunca ($78,400.46)*(0.023) tarzı işlemlerle geçen bir sınavdan sonra beynim haşat olmamış değildi, ama iman gücü müdür nedir anlamadım, Econ sınavının olduğu EB'den, Fransızca sınavının yapılacağı A binasına gidene kadar aldığım oksijen beynimi öyle bir berraklaştırdı ki, sınıfa gidip oturduğumda 5 dakika önceki baş ağrısından pek eser kalmamıştı.

Neyse, öyle böyle Fransızca sınavını bulmaca çözer gibi bitirdim, erkenden de çıktım. EB'ye bizim tayfanın yanına giderken, yol boyunca yüzümde o günden sağ salim çıkabilmenin verdiği aptal bir gülümseme ile yürüdüm, "Vi ar dı çeeempiyıns" modunda.

Evet, başarmıştım. Sadece bir gün içine 2 sınav bir proje sığdırmak ve o iki sınava 10 dakika arayla girmek değildi benim için bu. Daha çok, haklı olduğun bir durumda elinden geleni ardına koymayıp, hakkını arayıp, en sonunda dediğini yaptırabilmekti de aynı zamanda.

Kısacası, burası Bilkent Üniversitesi. Çok güzel bir okul, seviyorum okulumu, çok seviyorum hem de. Ama bazen gerçekten çileden çıkartan şeylerle karşılaşıyoruz. Burada çözüm tamamen bizim inatçılığımıza kalıyor. Benim şahsi tavsiyem, haklı olduğunuza inandığınız durumlarda asla olayın peşini bırakmayın. Bu pek çok yerde geçerli. Bilkent'te de.

Ha YDK'ya ne mi oldu? Bilmiyorum. Ne mi olacak? Karşılaştığım şeyler hiç hoş değildi, hala unutmuş değilim. Ama şimdilik uğraşmam gereken daha önemli şeyler var, bu yüzden o konuda ne yapacağıma ilerde karar vereceğim, rektörlüğe kadar da yolu var. Onun dışında, Allah ona akıl fikir versin, onu ıslah etsin inşallah.

*** The End ***

4 Kasım 2009 Çarşamba

Bilkent'te sorun çözme sorunsalı-2

Bugün de YDK'dan mühendislik dersi aldım. Evet evet, yanlış okumuyorsunuz, YDK bana nasıl mühendis olunacağını anlattı.

Sınavlarımı alabilmek için uğraş verdiğim bir diğer günün sonunda, yeniden merhaba.

Demiştim ya hani, bütün processi buraya dökmeye karar verdim diye, işte devam ediyorum.

İki taraf da işi birbirine yıkıyor sürekli. Bir telefon konuşmasıyla hallolabilecek bir şey için beni iki gündür oradan oraya koşturuyorlar.

Bugün Econ hocamıza gidip konuştum, Fransızcadan make-up alabilmemiz için, Econ sınavına girdikten sonra bize imzalı bir kağıt vereceklerini, o kağıdı Yabancı Diller'e ulaştırdığımızda da Fransızcadan make-up alabileceğimizi söyledi. Ben tabi ki bu tip konularda tecrübe sahibi olduğum için, kendimi garantiye almadan olayın peşini bırakmak istemedim, bu yüzden YDK'nın (Yabancı Dil Koordinatörü) yanına gitmek zorunda kaldım yine. Nitekim, iyi ki de gitmişim, illa bir kıllık çıkacak ya. Dünkünden farklı bir tavırla karşılaşmadım; aksine gerilim daha da tırmandı, seslerimiz bir kat daha yükseldi.

Bugün yine "Dersi withdraw et o zaman" dendi. Üstüne üstlük, kendisi (YDK) bana mühendislik dersi vermeye de kalktı. Buyrun, okuyun, bir kez daha gülün; Barney'nin deyişiyle; "True story":

YDK: Econ'dan make-up al.
Ben: Hocam, Econ başlı başına zor bir ders zaten. Bir de make-up'ta iyice zorlaştırıyorlar, almak istemiyorum. Econ hocamız make-up sınavını zor yapacağını bizzat bana söyledi, ben de benim hiçbir suçum yokken böyle bir şeyle karşılaşmak istemiyorum, böyle bir durumda bize haksızl... (ık değil mi, diyecekken... sözüm kesilir tabi ki, bitmesi mümkün mü...)
YDK: E o zaman ben de sana öyle bir make-up yaparım ki finalin beş katı zorlukta olur, o zaman ne yapacaksın?
Ben: Çalışırım hocam, zaten seviyorum Fransızcayı.
(Kibar tabirle, Econ'un yanında "Ateş olsa cürmü kadar yer yakar" diyorum tam bu noktada)
YDK: Sevgiyle olmaz bu işler, bak sen mühendis olacaksın, bunun böyle çözülmeyeceğini bilmen lazım...
(Çok biliyorsun ya mühendisliği.)
Ben: Evet hocam, ben bir mühendis olarak burada büyük bir sorun görüyorum.
YDK: Sorun morun yok... Yok öyle bir şey. (...) İşim var şimdi benim, sana daha fazla vakit ayıramıycam, kusura bakma.
(Çayını alarak uzaklaşır...)
(Türkçesi: kibar tabirle "bas git". Ayrıca çözmeye çalıştığım sorunu işinin bir parçası olarak görmemesi de, Ali'nin tabiriyle ayrı bir "sigara yakılası" olay.)

Bir ara bizim bölüm sekreteriyle iletişime geçilmeye çalışıldı, ne konuştular bilmiyorum, öğrenemedim.

Ve bütün bu konuşmaların, artan desibelin, gerilimin üstüne odayı parmakları sinirden buz kesmiş, elleri titreyerek terkedip, opti dersine giden ben.

Aradan biraz zaman geçti, sonra Econ hocasının odasına çıktım yine, 4. denememde en sonunda odasında bulabildim. Durumu ve işin ne kadar zorlaştırıldığını anlattım, dinledi, en azından durumun biraz daha farkında gibi. Yarın bir şeyler olacak inşallah.

İşte böyle durumlar. Alıştım böyle şeyler için uğraşmaya, ama böyle bir yaklaşımla kolay kolay yaklaşamaz herkes. Allah kimseyi o kişinin eline düşürmesin, zira kendisinde empatinin kırıntısı bile yok.

Yorum yapıp içimi dökeyim, sinirimi atayım diyorum ama, yorum yapılacak bir şey yok. Yabancı Diller de kendi çapında haklı, ama bunun tek suçu Fransızca dersi almak olan benim gibi endüstri mühendisliği öğrencilerine yansıtılması ve çözümü benim bulmamın beklenmesi gerçekten, gerçekten çok itici.

Bakalım zaman daha neler gösterecek.

Dün de olanları anneme anlatırken fark ettim, galiba ben gerçekten anneanneme benziyorum. Haklarımı arayış biçimim, haklı olduğuma inandığım zaman sözümü esirgememem, sesimi alçaltmamam; bana onun kendisiyle ilgili anlattığı anılarını hatırlattı.

Eh, ben de az çok alışıyorum artık. Bu da bir tecrübe. İnsan haklı olduğuna inandıkça, devamı geliyor.

Gelişmelerle beraber yeniden karşınızda oluciiz. Bizden ayrılmayın.

3 Kasım 2009 Salı

Bilkent'te sorun çözme sorunsalı-1

Çift yarık deneyindeki elektron misali aynı anda iki farklı sınava girmemi bekleyen insan topluluğuna buradan selam ediyorum. Koordinasyon kuramayan ve kendi işiyle direk alakalı sorunlara "Git ne halin varsa gör" şeklinde yaklaşan yabancı dil koordinatörü de istemiyorum. Ha eğer yaşam şartlarımız illa ki buysa, klonlamayı da destekliyorum.



Birkaç gündür sınavları aynı gün aynı saatlere konulmuş Fransızca ve Engineering Econ derslerimi bir hâli yoluna koymaya çalışıyorum. Yine Bilkent Üniversitesi sınırları dahilinde bir sorun çözmeye çalışıyorum ya, yine sınırları zorluyorum tabi ki, değişmez bir kural benim ve benim gibi daha pek çok kişi için.

Fransızca sınavının tarihi sene başından belliydi (öyle imiş yani), ve bölümlere yollanmış da, "Bakın bizim bu zamanlarda sınavlarımız var, Allah aşkına başımıza iş çıkarmayın" gibisinden. Birkaç hafta önce Engineering Econ hocamız midterm'ü o güne koyacağını söylediğinde, inatla belirtmiştim, "Hocam, o gün sınavımız var" diye. Sonra konu kapandı, aradan biraz zaman geçti, sonra hoca çakışma olanlardan mail ile bilgi istedi. En sonunda... Ne mi oldu? Hiçbir şey, hoca sınavın tarihini 6 Kasım olarak belirledi, yani Fransızca sınavımla aynı gün, başlangıç saati Fransızca sınavımdan 15 dakika önce. "Yapmayın, etmeyin" dedim, ama olmaz tabi ki. Fransızca hocama gittim, "Hocam böyle böyle bir durum var, napıcam ben" diye. "Yarın gel, konuşalım, bir şekilde hallederiz" dedi.

Bugün Fransızca hocamın yanına gittim, tam gittiğim anda orada aynı sorundan muzdarip başka bir kişiyle daha konuşuyordu. Bizi aldı, yabancı dil koordinatörü hanımın yanına götürdü. Durumu bir kere daha orada anlattım, olayların tamamen benim dışımda geliştiğini, yine de olanın bana olduğunu ifade etmeye çalıştım. Fakat, bakış açısı beni benden aldı. Birkaç örnek vereyim de, gülün azcık.

***

Ben: Hiçbir hatam olmadığı halde iki taraf arasında kalmaktan bıktım. Siz beni arada bırakmadan hocayla direk iletişime geçseniz olmaz mı?
YDK: Kusura bakma ama ben böyle bir şey için karşı tarafa telefon açmam. İş ahlâkına uymaz böyle bir şey. Çok umurlarındaysa onlar bize böyle bir durum olduğunu bildirip öğrencilerin isimlerini verselerdi.
(İş ahlâkı zaten sorumluluk sahibi olduğun konuda kılını bile kıpırdatmamaktır, evet, kesinlikle...)

***

YDK: Biz sınavı çok öncesinden belirledik bölümlere yolladık.
Ben: Haklısınız, sizin de bir suçunuz yok ama ben kaç gündür iki taraf arasında koşturup duruyorum, hocamız o cumartesi günü okulda boş sınıf olmadığını, bu sebeple sınavı 6'sında yapmak zorunda kaldığını söyledi. Bu durumu belirttim, "120 kişi içinden 6-7 kişi için sınav tarihi değiştiremeyiz" dedi. Geri buraya döndüm.
YDK: Nasıl yer yokmuş imkansız öyle bir şey olamaz. Kendi istemediği için o gün yapmamıştır.
(Evet, koskoca bölüm hocası hepimize yalan söylüyor zaten.)

***

YDK: Kendi sorununuzu kendiniz halletmeyi öğrenin iş hayatında da böyle şeylerle karşılaşacaksınız, gerekirse rektöre gidin, hakkınızı arayın.
(Ben o masanın arkasından napıyor gibi görünüyorum acaba...)
Ben: Ben zaten 3 senedir bu tip şeylerle sürekli uğraşıyorum ama ARADA KALMAK İSTEMİYORUM ARTIK.

***

YDK: Make-up (telafi sınavı) vermemiz için kaç kişi olduğunuzu bilmemiz lazım. Kaç kişisiniz siz böyle?
Ben: Bilmiyorum, çevremde insanlar var.
YDK: E bilmiyosan bıdı bıdı...
(Bir öğrenci olarak 120 kişinin kaçının o günkü sınavının çakıştığını bilmek zorunda kalmak... Paha biçilmez... Geriya kalan her şey için... MasterCard. Viiiii vant dı fank...)

***

YDK: E withdraw et (dersi bırak) o zaman napıyım. Sizin bölümünüz yabancı dil almanızı istemiyormuş demek ki. Seçmeliden de saymıyorlar zaten.
(Oha.)
Ben: Ben bu dersi kendi isteğimle fazladan alıyorum, bu zamana kadar da bu kadar uğraşmışım etmişim, neden dersi bırakayım şimdi böyle bir şey için?

***

İşte özet olarak böyle bir çarpıklığın içindeydim bugün. Sonra iki defa Engineering Econ hocamızı bulmaya gittim, yerinde değildi, konuşamadım. Ya, biriniz bana açıklasın, görevi yabancı dil koordinatörlüğü olan bir insan, neden bir öğrencinin dersi böyle bir sebep için withdraw etmesini bekler? Neden yani? Altında yatan mantık nedir? İş ahlâkı mı? İş aşkı mı? Ne yani?

Okulumu çok seviyorum, evet güzel imkanlarımız oluyor kimi zaman ama, iş sorun çözmeye geldi mi bürokrasinin dibine vuruyoruz, insanlar oradan oraya yollanıp duruyor, devlet dairesinden farkımız kalmıyor.

Ayrıca, Fransızca hocamı çok seviyorum. Yabancı dil koordinatörünün aksine, bugün de çok uğraştı, ilgilendi, beni anladı, elinden geleni yaptı. En güzeli de, çıkışta "Böyle bir şey için dersi bırakma bence" dedi. Canım hocam benim.

Yarın bir daha Engineering Econ hocama ulaşmaya çalışacağım, ama bir şekilde halledeceğim bu işi inşallah. Bilkent'te sorun çözme konusunda deneyimsizler ve daha çok deneyim kazanmak isteyenler için, bütün prosesi buraya dökmeye karar verdim. Ne kadar çok insana ulaşırsa o kadar iyi.

Ne diyorduk; geriye kalan her şey için, MasterCard... "Viii vant dı fank..."

31 Ekim 2009 Cumartesi

The Tourist

http://fizy.com/s/16c71f

Dinle dinle, çekinme. Özellikle gecenin bu saatlerinde dinlemek lazım bu şarkıyı.
"Hey man, slow down, slow down..."
Temiz havanın, "lekesiz zihnin" anısı.

Saatlerimiz 01.47'yi gösterirken.

25 Ekim 2009 Pazar

Sakin...

Kış geldi artık, bak pazar akşamı da oldu. Hava karardı, karnım tok çok şükür. Biraz ders de çalıştım. Haydi yeter, biraz sakinleşelim, kalp atışlarımız yavaşlasın, üzerimize tatlı bir ağırlık çöksün. Gelsin Yann Tiersen, gelsin Jeff Buckley.

http://fizy.com/s/18ooa2

Renk: Hımmm. Açık bir renk. Çok açık, beyaza yakın, pembe gibi, mavi gibi, belki sarı gibi. Hani derler ya, "pastel" tonlarında, rahatsız etmeyen, batmayan, öne çıkmayan renklerden. "Sakin," diyor; "sakin olman gerek artık...".

Susuyorum, dinliyorum. Dinlemem gerektiğini biliyorum. Sonrası da böyle devam etsin istiyorum.

Fonda Amélie film müzikleri.

Ah Ghost Whisperer, ah!

Henüz seyretmeyenlere spoiler vermek gibi olmasın da, (eğer "Sonunu duymak istemiyorum, daha seyredeceğim bunu ben!" diyenlerdenseniz, yazının devamını okurmanız hâlinde üzülebilireceğinizi tam şu noktada belirtmek isterim; "Yok, öyle değil." diyorsanız, çekinmeyin, devam edin) Ghost Whisperer'ın 4. sezonunda Jim'in "ölmeksimsi" olayına gıcık oldum ben.

Çok sık seyrettiğim bir dizi değil Ghost Whisperer, arada bölük pörçük. Ama hikayeden az çok haberdar olacak kadar biliyorum diziyi.

Tamam, "Diziye heyecan katalım biraz" demişler, anladım; ama o adamın başına gelenler de ne öyle kardeşim. Hadi öldürdün adamı, çıkar diziden değil mi. Yok ama. Adam öteki tarafa geçseydi çok üzülecektim buna, ama senaryosuna da bir saygım kalacaktı. Şimdi adam başka birinin bedenine geçti, ama Melinda'yı tanımıyor. Bak şimdi. Arada kaldım yahu.

Böyle aşklar bitmesin arkadaşım. İyiydi onlar öyle. Bitirecekseniz de doğru düzgün bitirin, ağlatın, adamın ölmesi insanın midesine otursun mesela, insan bir süre etkisi altında kalsın falan. Böyle sakız etmeyin ya.

Nıçk nıçk.

23 Ekim 2009 Cuma

Astral seyahat-1

CSiki-sekiz-bir dersinde astral yolculuğa çıkan Bilkent IE öğrencileri nerede ne yaparken görüldü...

Yazarlar: Nil Tuncel, Emrecan Şenöz

1. Sertaç: New York'un arka sokaklarında gezinirken bir zenciyi 55 yerinden bıçaklayarak öldürmesinin ardından Alcatraz hapishanesinde demirleri kesmenin bir yolunu arıyor.
2. Emrecan: Batı Cephesi kumandanı İsmet Paşa'nın telgrafını okudu, cevap yazıyor.
3. Işıl: Maldivler'de hindistan cevizinden içeceğini yudumlarken hayatın ne kadar güzel olduğunu düşünüyor. Yine yalnız.
4. Bekir: Cenevre'deki Dünya Bilardo Şampiyonası'nda final maçını oynuyor.
5. Deniz: Özgür'le ikiz kızlarını parktaki salıncakta sallıyor.
6. Murat Işıklı: Britney Spears ile alışverişte, yeni yerleşeceği evin perdelerini seçiyor.
7. Cansu: Bilkent Üniversitesi Mühendislik Fakültesi EB204 numaralı sınıfta CS281 dersini dinliyor.
8. Hikmet: Louis Vuitton defilesinde baş manken olarak alkışları topluyor.
9. Hande: Somali'li çocuklara yiyecek yardımı yapan tırı kullanıyor.
10. Tunay: Tarihi eser kaçırdı, son model Ferrari'si ile New York'un arka sokaklarında CIA'den kaçıyor. Az önce mükemmel bir drift attı.
11. Alp: NBA'de Lakers'ın en gözde oyuncusu olarak maçın serbest atışını kullanıyor.
12. Cansu-2: "Thriller"ın klibinde oynamasının ardından, Michael Jackson'dan özel teşekkürü yeni malikanesinin anahtarlarını kabul ediyor.
13. Alp-2: Dünya Pes şampiyonu oldu. Okulu bıraktı. Cansu ile Papua Yeni Gine'de deniz kenarından aldıkları yeni evlerine yerleşiyorlar. Burger'a 5 dakika mesafede.
14. Selim: Fenerbahçe'den aldığı transfer parasını bankaya yıllık %8 faizle yatırmaya çalışırken bankacıyla konuşuyor. Bankacı kadın, 25 yaşında, sarışın, renkli gözlü, ince hatlı.
15. Sertaç-2: En sonunda Alcatraz'dan kaçmayı başardı. Hayatı Prison Break ve Dexter dizilerine konu oldu. Yeteneklerini ABD yararına kullanıyor. Biraz önce bir suçlunun yakalanmasını sağladı. Bu arada yan masadaki adamın tavırları onu sinirlendirmeye başladı, adamı her an boğabilir.
16. Ahmet: Newton fiziğini çürüttü. Evrenin maximum flow network problem ile açıklanabileceğini kanıtlayan teorisini ortaya atan basın açıklamasını yapıyor.
17. Gonca: Pekin'deki dans yarışmasında birinci çıktı, madalyasını kabul ediyor.
18. Merve Avcı: Hawaii'den yeni aldığı yazlığını döşetmek üzere iç mimarla görüşürken, duvarların renginin açık mavi olması gerektiğini ileri sürüyor.
19. Zeynep: Faber-Castell ailesine gelin gidiyor, nikah töreninde elinde çiçekle topluluğun arasından ilerlerken, yüzü gülüyor.
20. Halenur: Pınar'la Tayland'da, yöresel yemeklerin tadını çıkarıyor. İkisi de aynı yemekten yiyorlar.
21. Nil:
Az kaldı, Orta Dünya'yı kurtaracak; Arwen'i Ölmeyen Diyar'a postalayıp, Aragorn'a konacak.
22. Nehir: Kendisini belgesel çekimlerine vurdu, Güney Afrika topraklarında yaşayan aslan türlerinin hayatını filme alıyor.
23. Emre Çullu: 10.000 kişiye verdiği müthiş konserin ardından, kuliste içeceğini yudumluyor.
24. Hande-2: Domuz gribi testi yapmayan doktorları protesto etmek amacıyla kendisini Taksim Meydanı'nda zincirledi.

Astral seyahat haberlerimiz devam edecek, hatta bu gidişle baya bir devam edecek sanırsam. Bizden ayrılmayın...

Değişim...

Başka bir sıkıcı derste daha, yeniden merhaba!

Bugünkü programımızda production planning (üretim planlama), optimization (eniyileme) ve engineering econ (mühendislik ekonomisi) dışında hayatın bazen ne kadar da garip olabileceğini anlamak da yer alıyor.

İnsan bazen o kadar, o kadar saçmalıyor ki, elinde olmadan. "Anlamaya çalışacağım" derken kendi kalbini kendi kırıyor, kimsenin haberi yokken. Bunun gerçekten de böyle olduğunu fark ediyor, "Tamam, değişeceğim" diyor, ama değişmek zor.

Opti dersindeyiz. Jason Mraz'ın sabah dinlediğim "I'm Yours" şarkısının kafama takılmasıyla bir saman kağıda yaklaşık iki yüz elli defa "no more" yazdıktan sonra, kağıdın kalan kısmını başka derslere ayırmaya karar verdim. Hoca tahtada "unit change"den (birim değişim) bahsediyor. Bir birimlik değişimin giderde ne değişiklikler yapacağı, falan, filan.

Ama kimse sormuyor ki, değişmek, değiştirmek ne kadar mümkün? Gerçekten. Bence o kadar da kolay değil.

İnsanlar söz alıp soru soruyor. Ben konunun ne olduğunu bilmiyorum, kafam bambaşka yerlerde.

İnsan değişmeyi, daha doğrusu, içinde bulunduğu "somehow equilibrium" ("bir şekilde denge") hâlinden çıkıp çıkamayacağına, ya da bunu isteyip istemeyeceğine nasıl karar verir?

"Değişmeyen tek şey değişimdir," derler ama; bence bu olaya hangi ölçekte baktığımıza göre değişir.

Değişmesini istediğim bir şey var mı?

Ben bu şeyin değişmesini gerçekten istiyor muyum?

Hoca dersi dinlemiyoruz diye kızdı.

Biraz dinleyebiliyor taklidi yapalım.

21 Ekim 2009, 12:15

Her şeyin başlangıcı...

http://fizy.com/s/12dke0

Sabahın köründeki gıcık otobüs/dolmuş yolculuklarına hoş bir fon müziği. Napıyormuşuz, balıklama dalıyormuşuz. Akıntıya kapılıyormuşuz. Yüze yüze kıyıya varıyormuşuz. Bir dala tutunuyormuşuz. Tıpkı anahaber bültenlerindeki gibi. Ama daha bozunmamış, daha gerçekçi hâli. Yüze tokat gibi çarpan bir mutluluk, bizim beklediğimiz. Ne olacaksa olsun, beklemeye değer. Tıpkı her gün okula gidiş maceralarımda o servise bir an önce binmeyi umarak, depar modunda geçirdiğim tüm o zamanlar boyunca hissettiklerim gibi. Bir rüzgar esiyor saçlarımdan, ama hala sıcak hissediyorum, omzumdaki çanta gittikçe ağırlaşıyor. Amacımı hatırlatıyor. Odaklandığın şeyleri unutma, önemsiz ayrıntılara fazla takılma. Beklemeye değer.

7 Ekim, 2009.

Teori, pratik ve kontrol kurmaya çalışmak

Dünya çapındaki en sıkıcı dersler kümesinin en gözde elemanlarından birine daha hoşgeldiniz!

İnsan gördüğü şeyleri içselleştirmekte zorluk çekmiyorsa, onu öğreniyor demektir. Benim bu dersi öğrenmem için kim olduğunu bilmediğim birilerinin 6686437296 fırın ekmek yemesi lazım.

Dün neden bahsetmiştim, evet, şu insanın yüzüne tokat gibi çarpan mutluluktan. Bununla ilgili devam etmek istiyorum, bunun hakkında düşünmek istiyorum ama oturduğum sandalye çok rahatsız, belimi ve ayağımı ağrıtıyor. Hoca ne olduğu hakkında pek fikrimin olmadığı şeylerden bahsediyor. Sınıfça sıkılıyoruz. Sıkıntı hâli hepimizin yüzünde bir sıcaklık gibi yayılıyor, beyin ve kas hücrelerimizi ele geçiriyor, metabolizma hızımızı düşürüyor.

Empati insanı hayvanlardan ayıran özelliktir derler. Hak veriyorum.

O kadar sıkılıyoruz ki, demin arkamdaki sıradan "Alooo... Alooo..." diye bir ses geldi. Zeynep'in telefonundan biri sesleniyor.

Dersi dinleyebilmek için fazla sebebim yok, her şey "programlı".

Tokat gibi çarpan mutluluk diyordum; bugün stochastic dersinde yine karşıma çıktı. Uzun zamandır aradığım cevapları meğersem birileri formül yapıp kitaplara koymuş, "stochastic modeling" (rassal modelleme) adı altında satıyor. Teorik olarak her şey yolunda, ya pratikte ne yapmalı?

***

Dünyanın en sıkıcı dersi tüm sıkıcılığıyla devam ediyor, ilk kırk dakikayı nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde geride bıraktık.

Yol aramayı bırakıp, hedefe odaklanmak belki gerçekten de yapılması gereken şeydir. Hayatta bazen kendi kontrolümüz dışında gelişen olaylara da fırsat vermeliyiz. Çünkü kontrol sağlamaya çalışmak, bir yerden sonra insanı çığırdan çıkarabiliyor. Tıpkı çok konuşan öğrencilerle dolu bir sınıfta hakimiyet sağlamaya çalışan ezik, puskun bir öğretmen gibi. Kaotik evrenimizin her bir köşesinden milyonlarca, hatta sonsuz sayıda parametre, hayatımızın her t anında bir şeyleri belirliyor, onlara yön veriyor. Ben burada sıkılmış oturuyorken kimileri doğum yapıyor, kimileri hayata gözlerini açıyor, kimileri yumuyor, kimileri yemek pişiriyor, kimileri toplantıda, kimileri balık avlıyor, kimileri yaşamaya çalışıyor, kimilerinin başı mafyayla belada.

Ve bir kere daha aynı sonuca varıyorum, evrenin bilinmezliğine güvenmek gerek. Bunu fark ettikçe kazandığımı fark ediyorum.

Kazandığımı fark ediyorum, çünkü tüm gereksiz ayrıntılara rağmen umut, insan ruhunun kimyasıyla katalize oluyor ve mutluluğa dönüşüyor. İnsan ruhunun kimyası derken, kendimizi derinliklere bırakıyoruz. Çok değil, kısa bir süre. Alakasız yer ve zaman dinlemiyoruz. Tüm o olasılık bulutları bir anda gerçek oluyor. Maddi dünyanın sınırları kayboluyor. Çok kısa ama. Aniden uyanıyoruz. Yine saçma sapan bir ders, kıçı acıtan sıra. Ama tokat gibi çarpıyor mutluluk.

Aradığımız şey buydu işte. Arkana yaslan, belki biraz haberin olsun kuantum fiziği denen şeyden. Gerisi sana kalsın.

***

(Ders arası)

***

Dünyanın en sıkıcı anlatışıyla geçen ikinci derse de girmiş bulunuyoruz. Murat Işıklı, demin yazının buraya kadar olan kısmını okudu, sonunda sadece "Aferin" dedi, güldü. Galiba yazdıklarımdan pek bir şey anlamadı. Haksız da değil. Yine de, birilerinin beni anlaması durumunun güzel olacağını kabul ediyorum, ama illâ birilerinin beni anlamasını da beklemiyorum. Sadece yazarak çalışıyorum diyim.

Dışarıdan bir saksağanın sesi geliyor, inatla bağırıyor sanki hocaya; "Be adam, bırak şu çocukları, ya da adam gibi anlat!" diyor. Şimdi sustu, galiba pes etti. Hikmet yanımda ilaç kabının alüminyumunu yoluyor.

Dün ne diyordum, bugün nerelere geldim. Hoca demin sınıfa bir soru sordu, Alp cevap verdi. Demek ki dinleyebiliyorlar. Ben dinleyemiyorum, kabul etmiyorum, çünkü bu kadar detayın amacını, bu kafa karıştırmaların sebebini bilmiyorum.

Bu akşamüstü (yaklaşık 2.5 saat sonra) opti quizim var, çalışmalıyım, ezberlemeliyim.

15:05 - CS281 (Computers and Data Organization)

Sıkıcı ötesi.

Ayrıntılara takılmıyorum, farklı şekillerde de olsa yoluma devam ediyor olmalıyım.

8 Ekim, 2009.

İlk blogumun şerefine...

Yeter artık.

Uzun zamandan beri aklımda vardı bu olay. Tahtaya, duvara, sıraya, ayaklarıma, sonra yeniden tahtaya, sıraya, duvara boş boş bakarak geçirdiğim bütün o aptal ders saatleri artık daha verimli geçmeliydi. Bunu yapmaya başlamam için üçüncü sınıfa gelmem gerekiyormuş. Başlıyoruz işte.

Sınıftaki havanın ağırlaştığı, insanın kalp atışını yavaşlatan, gözbebeklerini küçülten, metabolizma hızını düşüren o sıkıcı dersler vardır ya hani... İşte o derslerde amaçsızca saatin buçuğu göstermesini beklerken, on dakikanın bilgisayar başında ne kadar çabuk geçtiğini görüp de, derste nasıl "saatler sürebileceğini" fark ederek zamanın göreceliği üzerinde düşünmek de bir yere kadardı. Sonra sonra, nasıl oldu hatırlamıyorum, iş yazı yazmaya geldi. Mantıklı da aslında; internet yok, cep telefonu hiçbir zaman sıkıntımı almadı, müzik yok, kitap desen hocanın gözünün içine bakarak okumak... yok yok, olmaz. Daha kibar bir sıkıntı giderme yolu bulmalı. "Ben bir yazı yazmaya çalışayım, bakalım sıkıntım geçecek mi?" diye başladım bu sıkıcı derslerden birinde, aklıma düşen tek bir cümle ile. Bir cümle diğerini getirdi sonra. Evet, işe yaradı da açıkçası. Keyifli oluyor, hocanın monoton ses tonunu arka plâna atıp, üzerinde saçmalamakta tamamen özgür olduğum şeyler hakkında düzenli düzensiz, aklıma gelen her şeyi yazabilmem. Kalem ve kağıt elimin altında, her şey "kendi çapında" gerçek. Bu blogu açmadan önce üç derste üç tane yazı yazmıştım. İlk ve sonuncusu database dersinde, ikincisi de opti dersinde. Onları buraya aktararak işe başlıyorum. Az veya çok benle ve tabi ki aynı zamanda da etrafımdakilerle ilgili şeyler bunlar, tamamen açığa vurmak veya vurmak istemediğim şekillerde, şifreli veya şifresiz olarak.

***

Evet, demin iki güzel bebeğin fotoğraflarını çekmeye gittim, geldim. Şimdi kaldığım yerden devam ediyorum. Ne diyordum, derste yazılar yazmak, evet, zamanı verimli kullanmak.

İnsan neden böyle bir şey yapar? (Böyle bir şey=yazı yazmak) Canı sıkılır, vakit geçirmek ister, belki para kazanma yoludur bu, belki derdini anlatacak kimse bulamaz, belki de amaçsızdır, sadece içini dökmek ister. Saçmalamak ister bazen, çünkü saçmalamak kimi zaman nötrleşmek anlamına da gelebilir, bu da insanın bir ihtiyacıdır. Bozulan dengeyi yeniden sağlamak. Doğamız bu yönde. Ben de şimdi ilk blogumun şerefine saçmalıyorum. Hadi saçmalayalım!

Hem bir nevi arşiv, hem de bir yayın olarak açmış bulunduğum çok sevgili blogum hayırlı ve uğurlu olsun.