31 Ocak 2010 Pazar

barış manço'yu özlüyorum.

Yok, cidden öyle ölüm yıldönümüne özel anma yazısı gibi bir şey yazmayı düşünmüyorum.

Çünkü onu zaten her zaman yeteri kadar düşünüyorum, anıyorum.

O gerçekten harika bir insandı. Laf olsun diye de söylemiyorum; gerçekten öyleydi.

Çok anlamazdım o zamanlar; küçüktüm. Ama çok severdim. O öldükten sonra ne kadar değerli olduğu daha da açığa çıktı.

Ondan sonraki hiçbir "Adam Olacak Çocuk" klonu adam olamadı.

Kimseye "Barış" adı bu kadar yakışmadı.

"Ne yapsam da parayı kırsam..." düşüncesinden kimse artık çocuklara ıspanaktan, diş fırçasından, anne babalara iyi davranmaktan bahsetmiyor.

Özlüyorum seni Barış Manço. Çok büyük adamsın.

Mekanın nurlarla dolsun. Güzel insan. Nurlar içinde yat.

az önce atv haber'e döşediğim mail.

"Merhabalar,

Konuyu fazla uzatmadan ve ne kendi vaktimi, ne de sizin vaktinizi harcamadan başlamak istiyorum.

30 Ocak 2010 Cumartesi günkü haftasonu anahaber bülteninizde spikeriniz sayın Şebnem Sunar Küçük, anladığım kadarıyla atv haber adına çoğul konuşarak internette gezinen bir videodaki iki ilkokul öğrencisi kızı konu alan haber ve programların yapılmasının o kızları mağdur durumda bıraktığını ve bunun yapılmaması gerektiğini söyledi.

Fakat, bu nasıl bir çelişkidir; ben anlayamıyorum. Hadi bu taraflı tutumunuzu ve yorumu seyirciye bırakmayışınızı da bir yana bırakalım; kanalınız hafta içi her sabah sayın Müge Anlı ile bütün cinayetleri, kaçırmaları vs vs saatlerce en ince ayrıntısına kadar tartışmasını çok iyi biliyor ve her nasılsa kanalınız burada kimseyi mağdur olarak görmüyor ve bunu hiçbir şekilde psikolojik ve sosyolojik tehdit olarak ele almıyor. Emin olun sayın Müge Anlı'nın programında tartışılanların toplum üzerindeki etkileri de ileride geri dönüşü olmayacak şekilde büyük ve zararlı olacak.

O zaman nasıl bir tutum sergileyeceğinizi çok merak ediyorum.

İlgilendiğiniz için çok teşekkür eder, iyi çalışmalar dilerim.

Saygılarımla,

Nil TUNCEL"



__________________________
___________________________________

ATV - BİZE ULAŞIN
Bize Ulaşın
Mesajınız işleme alınmıştır.
Size en kısa sürede cevap verilecektir.

30 Ocak 2010 Cumartesi

ulusa seslenemeyiş.

Televizyon kanallarının Recep Tayyip Erdoğan'ın "Ulusa Sesleniş" konuşmasını bütün ulus 9. uykusuna henüz geçmişken yayınlıyor olması gerçeği.

Ve bunun verdiği dayanılmaz hafiflik.

Medya denen şey bütün o kişileri ana haberlerde kimi zaman yerlere vuruyor, kimi zaman göklere çıkarıyor. Bu da başka bir kategori. Ulusa sesleniş konuşmasını gece 00:15'te "Yemekteyiz"in gün içindeki 43508340965. tekrarının ardından yayınlamak.

Hımmmm.

29 Ocak 2010 Cuma

haberlerden nefret ediyorum.

Bıktım şu balyozlu askerli evraklı baskınlı haberlerden.

Arkadaş dünya ne hale geldi; depremler oluyor insanlar ölüyor cesetleri bile gömemiyorlar, küresel ısınma diye bas bas bağırılıyor, kimse çevredir, dünyanın geleceğidir sallamıyor; açlık var insanlar yemek bulamıyor; hastalıklar var; çareler var; araştırmalar var, vs vs.

Ve biz Türkler olarak ana haber bültenlerinde saatlerce bir balyoz seyrediyoruz! Kimin için? Kimin yüzünden?

Bıktım, gerçekten bıktım. Bütün o insanlardan bıktım. Hadi birileri bir naneler yiyor, bari saatlerce seyrettirmeyin ya! Duymak istemiyorum artık! O balyoz birilerinin kafasına ne zaman inecek bakalım; çok merak ediyorum.

Öeh ya!

18 Ocak 2010 Pazartesi

tango, değişiklikler, kümeler, zaman.

Kazanın üzerinden 10 gün geçti.

İyiyim, neredeyse hiçbir şeyim kalmadı. Yaralar, dikişler teker teker düşüyor. Yarın da Hüseyin Amca'ya (dişçimiz) gideceğiz.

Dün kazadan beri ilk defa oturup müzik dinledim. Tercihim eski, ve çok daha eski (1950'lere ait) şarkılardan yanaydı. Aslında harici belleğimdeki o klasörü açmamla tamamen tesadüf eseri parçalarını bulmuş bir zincir. Ama o kadar iyi geldi ki. Sadece kafamı, düşüncelerimi sarmasına izin verdim. O zamanlara gittim. Hayatımda daha önce hiç denemediğim bir şey olmasına rağmen; tango yaptım.

Müzik dinlemenin garip bir etkisi daha açığa çıktı bende; dinlediklerimle de bağlantılı olarak hem tanıdık, hem de yepyeni bir histi o şey. Kazadan önce sıkça yaptığım bir şey olan müzik dinleme işine geri dönmemle beraber, kazadan önce (yani o "B kümesi" gelip benim "A kümemi" dürtüklemeden önce) kafamın içinde dönüp dolaşan şeyleri yeniden düşünmeye başladım. Tek fark, olaylara artık farklı bir pencereden bakmam. Sanırım "A kümesini kapsama" yolunda emin adımlarla ilerliyorum.

Zamanın etkisi de böyle bir şey olsa gerek. Derler ya; "Zaman her şeyin ilacı". İlacı olmasına da gerek yok hatta, zaman işte. Zaman. Değişiyoruz. Hiçbir şey aynı kalmıyor. Bunun korkutucu olmayan yanını da görmek güzel. Ki aslında korkmak bir yana dursun; daha da ilginç olan bir şey var ki, çoğu zaman değiştiğimizi fark etmiyoruz bile.

Hala salonda oturuyorum akşamları. Uzay üssümü (bilgisayar, harici bellek, kulaklıklar...) salonun bir köşesine kurdum bile.

Şimdi biraz bekleyip, ondan sonra adım atmam gerekiyor.

11 Ocak 2010 Pazartesi

dördüncü gün.

Bugün kendimi çok daha iyi hissediyorum.

Dudaklarımdaki şiş gittikçe azalıyor. Bu sabah küçük küçük parçaladığım açmayı çorbayla yumuşatarak yedim. Açmanın yarısını yemem tam olarak 1 saat sürdü ama en azından mideme katı bir şeyler girdi. Öğleden sonra da annemin ablası gibi sevdiği komşumuz Ülkü Teyze'nin getirdiği tatlıdan yedim. Onun küçücük bir parçasını yemem de yarım saat falan aldı sanırsam.

Yine bir iki gelen giden oldu.

Aslında insanlar gerçekten o kadar çeşitli ki. Bazı gelenler "Ay vah vah, tüh tüh! Nıçk nıçk, bak görüyor musun olanları!" gibi tepkiler verirken, bazıları ise daha metanetle karşılaşıyor, ya da en azından bize göstermiyor.

Ben iyi ki böyle soğukkanlı birer anne-babaya sahibim.

Bugün fark ettim ki, biz annemle, babamla, kardeşimle birbirimize dayanak oluyoruz. Eğer annem pimpirikli bir kadın olsaydı, ben de bu kadar soğukkanlı ve cesur olamazdım. Aynı zamanda ben dayanıklı olduğum için annem de benden güç alıyor. Kısacası birbirimizi iyi idare ediyoruz.

Demin kapı çaldı, diyafondan bir ses "Kargooo..." dedi. Biraz zaman geçti, baktım; kapıdan anneannem girdi. Dün ya da evvelki gündü sanırım, annem arayıp İzmir'de yaşayan anneanneme haber vermişti. Anneannem tabi ki dayanamamış, bugün sabah yollara düşmüş. Üzüldüm ben de onu buralara kadar taşıdığım için. Hem de beni böyle görünce de üzülebileceğini biliyorum. Ama onun bir şeyde aklı kaldığı zaman ağzımla kuş tutsam durduramayacağım için yapılacak fazla bir şey de yok.

Şimdilik bu kadar.

10 Ocak 2010 Pazar

üçüncü gün.

Bugünün menüsü:
Sabah uyanır uyanmaz: yarım kupa domates çorbası (antibiyotikten önce)
Öğlen: sütle iyice cıvık hale getirilmiş patates püresi
Akşam: mercimek çorbası, biraz daha patates püresi ve blenderdan geçirilmiş aşure.


Üçüncü gündeyim. Bu gece bir öncekine göre çok daha rahat uyudum, olaydan kareler kafama pek takılmadı. Dudaklarımın şişinin de azalmaya başladığını hissediyorum.

Öte yandan, bilkentkampüs'e bir başlık açarak olayı kimselere duyurmayan zihniyete inat bir şekilde olayı yayma çalışmalarıma başladım.

Yine gelenler, gidenler oldu. Bugün okuldan Tankut geldi. Annemler en sonunda geçen sene Tunus servis durağında bayıldığımda koşup bana su kapan arkadaşımla tanışmış oldu. Çiçekler için de çok teşekkürler!

İyileşiyorum gibi geliyor bana, inşallah gerçekten öyledir. En azından artık önceki iki güne göre biraz daha az değişken bir ruh haline sahibim.

Annem, babam, kardeşim evde benim için seferber oldular. Haklarını nasıl öderim, bilemiyorum.

Dedim ya, insan böyle zamanlarda sevdiklerinin değerini anlıyor. Bugün bir kez daha ne kadar iyi bir aileye ve ne kadar güzel, anlamlı dostluklara sahip olduğumu anladım. Allah ailelerimizi, dostlarımızı yanımızdan yöremizden eksik etmesin.

Şu son iki-üç gün içinde çok şey öğrendim. Hayatımda çok şey değişti. Sadece fiziksel anlamda da değil, bakış açım da değişti. Hayatın, sağlığın nasıl da pamuk ipliğine bağlı olduğunu gördüm. Bunların da etkisiyle sanırım daha az gurur yaparım olaylarda artık.

Demin birdenbire kendimi nasıl hissettiğimle ilgili olarak en uygun kelimeleri buldum: "level atlamış gibi". Level atlamak belki biraz garip, kendini beğenmişçe gibi gelebilir ama aslında kastettiğim şey daha bilge bir insan olmak değil, daha farkında bir insan olmak.

Bazı şeyler bizim kötülüğümüz için gibi gözükse de aslında iyiliğimize oluyor. Sadece metanetle karşılamamız lazım.

Son olarak babamın demin yemekten sonra söylediği şeyi buraya yazıyorum. İşte bir Mevlâna sözü:

"Sen düşünceden ibaretsin; gerisi et ve kemik
Eğer gül düşünürsen gülistan olursun,
Diken düşünürsen dikenlik!"

Beni "gül düşündüren" herkese çok çok teşekkürler.

9 Ocak 2010 Cumartesi

kümeler.

Babam bugün dedi ki:

"Senin kafandaki düşüncelerin, olan olayların bıraktığı izlenimlerin bir A kümesi olduğunu farz et. Hayatın boyunca ne zaman 'harici' bir B kümesi A'ya yaklaşsa, o zaman A buna bir tepki vermek zorundadır. B olayı ne kadar büyükse, A olayının verdiği tepki de o kadar büyük olur. Ve bu durum, anca A'nın B'yi de kapsamasıyla, onu da içine alabilmesiyle çözülebilir."

ikinci gün.

Kazanın ardından ikinci gün.

Sabah annemin, babamın elini tutarak eski komşumuzun plastik cerrah oğluna gittim. Yaralarımı temizledi, dikişlerime baktı.

Doktordan sonra çıktık, Ankamall'e gittik. Sabah evden çıkmadan önce şarj olmayı kesinkes reddetmiş emektar cep telefonumu değiştirdik.

Eve geldim, ilaçlarımı sürdüm.

Sonra TV karşısında uyuklamaya başladım, en sonunda uykuya yenik düştüm.

Bir 10-15 dakika sonra kapı çaldı. Sitede çocukluğumdan beri tanıdığım, aynı zamanda da aynı okulda okuduğumuz arkadaşım, matrak kişilik Can geldi. Malum ben konuşamayınca biraz parkeleri seyretmek zorunda kaldı. Dahası, normalde zaten güldürmeden konuşmadığı için, beni güldürmemek için heykel gibi durmak için çok uğraştı. Daha sonra Ayça'nın gitarını çaldı, ben de gülmeden ritim tutmaya çalıştım.

Sonra annem geldi, biraz da onla oturduk.

Ardından okuldan arkadaşlarım Cansu, Alp, Emrecan, Deniz ve onun erkek arkadaşı Özgür geldi. Tabi ekip bu kişiler + Can olunca, gülerken dikişlerimi patlatmamak için baya uğraştım, hatta arada bir salondan odaya kaçmam bile gerekti. Hepsi harika insanlar, hepsini çok seviyorum.

Bunun dışında komşulardan da gelenler oldu.

Telefon sayısı da baya fazlaydı. Şimdilik fazla konuşamadığım için telefonlara annem bakıyor. Mesajlara ben cevap veriyorum. :P

Arayan, soran, facebook'tan, msn'den ses eden, evimize gelip ziyaret eden herkese çok çok çok teşekkürler. İnsan böyle zamanlarda dostlarının, "asıl" dostlarının ihtiyacını duyuyor. Hepinizden Allah razı olsun.

8 Ocak 2010 Cuma

bir adet dönüm noktası.

Her şeyi yazacağım, dedim.

Bunu da.

Bugün, aslına bakarsanız yaklaşık bir 5-6 saat önce bir trafik kazası geçirdim. İçinde uyukluyor olduğum servis, Bilkent Köprüsü'nün girişinde direğe "girdi".

Otobüste neredeyse herkes yaralıydı, en az yaralılardan biri benmişim, öyle diyorlar.

Neyim var peki?

Alt dudağım ve üst dudağıma yaklaşık bir 10 tane dikiş atıldı. Ayrıca ön iki dişimi de Bilkent Üniversitesi Ulaşım Birimi'ne bağışlamış bulunuyorum. Fazla ayrıntıya girmiyorum.

Nasılım?

Ağzımı oynatıp da millete laf yetiştirememenin verdiği gıcık bir his var tabi ki, bir de kırık dişlerimin hafif sızlaması var. Onun dışında kendimi garip bir şekilde bir çok iyi, bir çok kötü, bir zayıf, bir güçlü hissediyorum. Ama genel olarak iyiyim.

Çünkü otobüs direğe çarptıktan sonra olacağımı beklediğimden çok daha soğukkanlı davrandım. Benimle yaklaşık olarak aynı durumda olan bir kız daha vardı, kazanın ilk anında otobüsten çıkmaya çalışırken onunla yüzlerimize baktık ve birer çığlık attık. Umarım kendisini bir daha görebilirim. Sanki çok iyi arkadaşım olacakmış gibi hissettim.

Yoldan geçen bir teyze beni aldı hastaneye götürdü, o sırada annemi aradım. Kırık dişlerimle "s"leri söyleyemeden sakince anneme durumu anlattım.

Neyse, hastaneye bıraktı Harika Teyze beni (Allah razı olsun), sonra damar yoludur vsdir, bir süre doktor bekledim, çünkü benden daha kötü durumda olanlar varmış. Düşünün artık.

Daha sonra annem, ardından da babam geldi. İnsanların böyle durumlarda sevdiklerini yanlarında görmesi harika bir şeymiş.

Biraz daha zaman geçti, sonra lokal anestezi olduğunu düşündüğüm şeyi yapıp dikiş attılar. Dikiş atarlarken uyukladım (ilaçtan değil, gözüme ışık geliyordu ve zaten geceden uykusuzdum).

Sonra röntgendir ıbıktır zıbıktır vs bitirdik, ifade vermeye gittik, taa Beysukent'e.

Oradan çıkıp okula gittim, rapor ve ilaçlarımı aldım. Rapor verdikten sonra arabaya giderken arkadaşlarımı gördüm. Moralim bir kat daha düzeldi.

Şimdi evdeyim, oturuyorum. Yaralarımı temizledim. İlaçlarımı içicem (nasıl alacaksam artık). Öyle işte.

Ama bildiğim bir şey var ki, hep bahsettiğim o bütün olasılık denizi içinde yine ucuz kurtardım.

Bazen hayat ağır şeylerle sınava sokuyor bizi. Bu da onlardan biriydi benim için.

Ucuz atlattım, çok şükür.

Kafamı toplayıp da edebiyat parçalayamıyorum şu an. Ama söylemem gereken bazı şeyler var.

İnsan hayatı gerçekten pamuk ipliğine bağlı.

Bugün böyleyiz diye yarın da böyle olacak değiliz.

Dün üst dudağımda çıkan uçukla uğraşıyordum, bugün ise dikişlerim var. Gibi.

O yüzden anı yaşamalıyız, ama ana bağlanmamalıyız. Değişebilecek şeylere olan bağımlılığımızı minimuma indirmeliyiz.

Aynı zamanda çok şükür ki bugün annem ve babam yanımdaydı. İyi ki onlar benim annem ve babam. Çok şükür.

Çok şükür, her şeye çok şükür.

1 Ocak 2010 Cuma

yeni yıldan beklenti.

"Yeni yıldan beklenti." Bir an için bu üç kelimenin aklınıza getirebileceği tüm o "yat, kat, sevgili, para, başarı, huzur" vs vs muhabbetlerini bir yana bırakın ve beraber o üç kelimenin anlattığı şeyin temeline inelim.

"Yeni yıldan beklenti".

"Yeni yıl"ın bir şeyleri değiştirmesini istiyoruz. "Yeni yılın" ta kendisinden bir beklentimiz var. Ama sorun şu ki, bu durum "yeni yılın" pek umrunda değil. Aslında onun bu durumdan haberi bile yok. Hatta aslında "yeni yıl" diye bir şey dahi olmayabilir.

Hal böyleyken, yeni yıldan beklenti de ne demek oluyor? Yeni yıldan "armut piş, ağzıma düş" şeklinde beklediğimiz şeyleri aslında biz kendi çabamızla ve biraz da belki "şans" denen ne idüğü belirsiz şeyin sayesinde bulmak zorunda değil miyiz? Niye yeni yıldan bir şeyler bekleyelim ki aslında?

Evet, biraz önce aklıma düştü bu soru. Sanki bundan önceki yıllarda beklediğimiz, olmasını istediğimiz şeyleri bize veren ya da vermeyen hep "yıllar" olmuş gibi, bundan sonraki dileklerimizi, isteklerimizi niye yeni yıla sıralıyoruz? Neden bir yıl denen o zaman süresinin içinde aldığımız toplam getirilerden toplam gidenleri çıkarıp bir bilanço çıkarıyoruz ve ardından bütün bilançoyu o yıla yıkıyoruz? Aslında bilançonun böyle olmasına sebep olanlar da büyük ölçüde biz değil miyiz?

Tamam, olaylarda bir takım dış etkenler de var, bunu kabul ediyorum. Ama bu etkenlerin hiçbirinin "yeni bir yılın gelmesiyle" doğrudan bağlantılı olduğunu sanmıyorum.

Suçu ne 2009'a, ne 2010'a, ne de diğerlerine atmalı. "Yıl" denen şey, sadece bizim zaman denen uçsuz bucaksız şeyi başkalarına göreceli olarak tarif edebilmemiz için, "bu sabah" kahvaltıda ne yediğimizi, stokastik finalinin "8 Ocak'ta" olduğunu falan başka insanlara anlatabilmemiz için tasarlanmış şeyler. Başka bir şey değil.

Bu yüzden, hayatımızda belli bir yönde ilerlemesini beklediğimiz şeyler varsa bunun için atmamız gereken adımları başka kişilere/ başka bir şeylere yıkmadan önce, kendimiz elimizden geleni yapmalıyız.

Yani... Tamam; fazla deterministik yaklaştım olaya; şu an bunun farkına vardım ama; sonuç olarak hala beklentileri "yeni yıla" sıralamanın saçma ve sonuçsuz olduğunu ve bunun yerine kendimizi beklentilerimizi gerçekleştirecek yönde ilerletmek için elimizden geleni yapmamız gerektiğini düşünüyorum.

Öyle işte.