29 Ekim 2012 Pazartesi

Omuz ve ense arasında bir yerlerde

Çürümek de bir sanattır bazen, böyle olduğunda işleri çok farklı noktalara geçirebilir. Net konuşmayalım ki kimse uyanmasın. Sarı yapraklar kaldırımlarda desenler oluşturmaya başladı; yağmur damlaları çizdi bütün bu desenleri. Metrelerce yukarıdan hızlarını alarak alçaldılar, alçaldılar, alçaldılar; sonra bir yaprağa denk geldi biri belki, ötekisi arabanın tepesine düştü, bir diğerinin yolculuğu annesinin elinden tutarak çekiştirdiği bir çocuğun avucunda son buldu. Bazıları ise yerdeki sarı yaprakların üzerine düşüp onları betona yapıştırdılar; tıpkı anaokulundayken yaptığımız faaliyette arka bahçeden yaprak toplayıp yapıştırıcıyla plastik tabağa yapıştırdığımız gibi. Onun yapışkansızı. Ve daha kendiliğindeni. Ve arka bahçede olmayanı. Aslında arka yok, ön de yok. Aslında böyle bir şey de yok, çünkü ikisi de var. Biri diğerini var gibi gösterdi. Ya da aralarındaki binalardı belki bunu gösteren. Ya da bu binayı gören gözler. Ya da görüleni işleyen beyin. Ya da işleneni anlayan akıl.

***

Bugün günlerdir benle beraber sürünen kitabımın içinden fırladım, ondan çıktım; eskilerin radyo cızırtılarından, billur seslerinden taştım; ondan da çıktım, biraz daha yeni eskilere bulaştım, tatlar, kokular, sesler, ışık birbirine geçti; uykum geldi, başımı güvenle yasladım. Eskiyen, ama pas tutmayan şeylerin arasında güzelleştim, mutluluğu hissettim. Zamanında "Acaba olur mu ki" dediğim şeyler olmaya devam ediyor. Güven duygusu sardı etrafımı, o tanıdık, bildik seslerin içindeydim yine. Bilinenlerin üzerinden yıllar geçmişti, bilinen şeyler değişmişti, ama ben onları hala biliyordum, bilmeye devam ediyordum; bu yüzden güvendeydim, tanıyordum. Şu duyguyu o kadar seviyorum ki. Gözlerime külçeler bağladılar sanki; uykum var, üstelik saçım başımdan da sigara kokuları yükseliyor. Başka şeyler de var. Yine de mutluyum. Bunun adı "güven" duygusu. O noktalara bakınca anlıyorum. Yanılmayacağımı biliyorum. Uzaklardan... Kimsecikler alıp götürmezken... Güzelliklere sarılmak... Yaşamın getirdiği bütün o saçmalıkların arasındaki ufak tefek iyi niyete tutunmak... Elimde olan bu çünkü...

Bugün bu kadarız. Resim yok, Fırat karikatürü yok, müzik yok. Hepsi benim kafamda çünkü. Benimle beraber kalacaklar. ANLATAMAM. Çok uykum var. Silip tekrar yazamam. Silemem. Tekrar yazamam. Yazıyorum. Aslında gerçekten yazamam. Sadece kafanızı karıştırıyorum. Kafam karışmıyor. Kafam yok gibi. Kafam var tabi ki de. Ama size olmadığını söylüyorum. Olmadığını söylemiyorum, yok gibi olduğunu söylüyorum. Gözlerim kapanıyor. Kopyayı birinden aldım. Peki o da benim gibi beceriksiz miydi? Hiç sanmıyorum. Anlaşılmayı bekliyor muydu? Büyük ihtimalle hayır. Zeki bir adamdı. Bu yüzden kimse onu anlamadı. O da bunu biliyordu. Bunun için rahat davrandı. Atlanacak cümlelerle doldurdu paragrafları. Yine de yazdı. Yazmayı bırakmadı. Belki bıktı. Bölük pörçük oldu her şey, birleştirmekten nefret etti, en sona bölük pörçük cümleler bıraktı. Bitti sanıyordum, bitmedi. Bitmedi sanıyordum, sandığımdan daha kolay bitti. Bir gece öncesinin saçma sapan, prefrontal kortekssiz rüyalarını bir yana bırakalım ve bu akşamın saçma sapan, prefrontal kortekssiz rüyalarına geçelim. Fazla tekrar yapmadım. "Yapmadım" değil, "yapmadan". Ben bayadır tekrar ediyorum halbuki. Bu kopyayı birinden aldım ben, bir adamdan. Kır saçlı. Mavi gözlü. Delici bakışları var. Zeki bir adam; zekası gözlerinden okunuyor. Kendisini çok iyi tanımıyorum. Ama ondan çok önemli bir kopya aldım. Benim için çok önemli. Başkalarının umrunda bile olmayabilir. Sorun değil. Saat ilerledi. Dün bu saatte çoktan uyumuştum. Çoktan uyumamıştım aslında, yeni uyumuştum, belki bir yarım saat olmuştu. Uykuyla, uykusuzlukla ilgili şikayet etmek ya da bunlarla ilgili bir şikayeti okumak çok sıkıcı; çünkü çok sıradan. Bu yüzden sus. Bugün hep susturuldum. Saçlarım sigara kokuyor. Ellerim de. Büyük ihtimalle üstüm başım da sigara kokuyor. Giysilerimi havalandırmalıyım. Kitabımı da çantamdan çıkarmalıyım. Uyumam gerek, ama uyumakla ve uykusuzlukla ilgili şikayet etmek istemiyorum. Aslında biraz fazla uyuyorum, bu kadar uyumasam da her şey yolunda gidebilmeli. Sonra aniden aklıma İzmir'deki o "İzban" durağı geliyor; sanırım Semt Garajı durağıydı (delici bakışlı adamın aksine ben yer adlarını açıkça belirtmekten kaçınmıyorum, başka şeylerden kaçınıyorum). Cayır cayır yanan havada ayağımdaki topuklu, siyah ayakkabıların üzerinde uzun süre yürümüş, yürümüş ve yürümüş olmanın getirdiği yorgunlukla ayaklarımın yandığını hatırlıyorum. Topuklu ayakkabılarımı çantamdaki düz ayakkabılarla değiştirirken etrafımdaki insanlar garipsiyorlar biraz biraz; ama umrumda değil. Yine de topuklu ayakkabıları düz ayakkabılarla değiştirmek rahatlamak için yetmiyor, çünkü ayak tabanlarım sıkışmaktan, sıcaktan uyuşmuş, düz ayakkabıyla bile üzerine basamıyorum. Sonra İzban geliyor olsa gerek; yürürken ayaklarımı yan yan basıyorum tabanlarım acımasın diye; sonra da büyük ihtimalle klimayla serinletilmiş vagona binişim ve ardından anneannemin evine doğru yol alışım... Cümleleri yarım bıraktığımı görünce kendime kızıyorum; her şeyi yarım bırakacaksam yazmamın bir anlamı var mı? Yarım cümleleri sonunu başkaları getirsin diye yazıyoruz, ama aslında herkes anca kendi payına düşeni çıkarabiliyor; sadece bu yarım cümlelerden de değil, tam cümlelerden bile. Yine de tam cümleler yarım cümlelere göre biraz daha fazla tercih edilmeli gibi geliyor içinde bulunduğum durum için; ama ben tüm bunların aksine cümleden kat'iyen atılmaması gereken kelimeleri bile çıkarmaya başladım; neyse ki çok geçmeden fark edebiliyor ve düzeltebiliyorum; ve siz de okuduğunuzdan belki koca bir tuz gölünde bir tuz tanesi kadar daha fazla şey çıkarabiliyorsunuz. Ne büyük başarı, ne büyük şevk. Sonra Demirköprü'den geçtikten sonra Tansaş'ın önünden sahile çıkan yol düşüyor zihnime, bir yaz akşamı belli ki, arabaların farları yolun kenarındaki pembe çiçeklerle dolu ağaçları ve diğer ağaçları aydınlatıyor.

Açıkça görülüyor ki, uyumalıyım. Yazdığımı sonuca bağlayacak kadar bile uyanıklığım yok. Bundan faydalanmak istiyor bir yanım, öteki yanımın ise başı klavyeye düşmek üzere. "adsgggggggggggggggggggggggggggggg" gibi anlamsız ve takık bir yazı görürseniz bilin ki başım klavyeye düşmüştür ve uyuyakalmışımdır, sonra da bir şekilde uyku arasında "yayınla"ya basmışımdır ve sonra siz yazıyı okumaya başlamışsınızdır, hatta utanmadan sıkılmadan sonuna doğru da gelmişsinizdir (umuyorum ki artık sonu olur buralar bir yerler). Belki aralarda başka şeyler olmuştur, belki kapı çalmıştır ve gidip kapıya bakmışsınızdır, belki Facebook chat'ten biri sizi dürtmüştür, belki anneniz seslenmiştir, belki de bambaşka bir şey. "Uyusana artık ya!" dediğinizi duyar gibiyim, biliyorum, gerçekten uyusam iyi olacak ama bir yanım da susmuyor işte; anlatacak bir şeylerim var gibi, aslında yok gibi de, şimdiye kadar yazdıklarıma bakarsak; bilmiyorum, evet, sonradan tekrar bakarsak; bizi ne kadar tatmin edebilir bilemiyorum.

Biliyorum ama gerçekten biliyorum, bu gece için uyku vaktim geldi; çünkü hem gözlerim kapanıyor, hem hala üstüm başım sigara kokuyor (ki sigara içmem, sigaradan hiç ama hiç hoşlanmam, sigara kokmaktan da pek hoşnut sayılmam), hem yarın düzgün bir saatte uyanabilmem lazım. Başımın arkasından yukarı doğru hafif bir ağrı yükselmeye başladı; "çeneni kapat" diyor belli ki. Tamam. Tekrar görüşelim buralarda. Yeniden beklerim. Hem sizi, hem kendimi.

22 Ekim 2012 Pazartesi

Mavi gitar için bir başka şarkı

Günleri, geceleri geçireceğiz burada, bu perdelerin hafifçe karanlıklaştırdığı büyük odada, kurumaya yüz tutmuş ve henüz kurumamış rengarenk çiçeklerin arasında. Gün ışığı dışarıda başka hayatların üzerine parlayacak, biz ise bizi kalbimizden vuran şarkılarla kendimizi avutacağız. Umutlu konuşmak istiyorum yine de. Umutsuz konuşmaya uygun değil ruh halim. Kuruyan çiçeklere, odanın karanlığına, herkesin başını sessizce bilgisayara gömüp ayrı dünyalara dalıp gitmesine karşı şiirsel bir sevgi duyuyorum. Sanılandan daha güzel. Ayrıydık, bir araya geldik, birleşik olduk. Görünmeyen bağlantılar bağlıyor bizi birbirimize; bazen sanki her şey her yerde aynıymış gibi geliyor. İpin bir ucundaki nereye giderse diğerini de kendisiyle beraber çekiyor sanki. Burada oturmuyorum aslında; kapalı bulutların arasında, ılık bir havada, çimlere karışmış saçlarım; bulutların arasından sızan gün ışığı gözlerimi alıyor; uykumu getiriyor. Kahve benim uykumu açmaz öyle. Birbirimizi çekip, bırakıyoruz. Defalarca. Notalar bizi çekip, bırakıyor. Bizi birbirimize bağlayan iplerden oluşan bir denizin içinde yüzüp duruyoruz, bir o yana, bir bu yana sallanarak. Yalnızım sanıyorum, yalnız değilim sanıyorum; hepsinde yanılıyorum. Aslında hiçbir zaman yalnız olmadım. Belki yanlış oldum, ama yanlış olurken bile yalnız değildim. Hiçbir zaman beraber de olmadım. Eğer arada kalıp kalmadığımı merak ediyorsanız; o da değil. Ben hep aynı anda ikisini de oldum. Bütün sesler, görüntüler, fikirler kafamın içinde bir orkestra gibi aynı anda çınladı; sıraya girmelerini beklemedim. Bazı sesler daha baskın oldu bazen; bazılarıysa hep daha derinden geldi; varlıklarını bile fark etmedim ki, yokluklarını fark edeyim. Kilometrelerce uzakta havada özgürce uçuşan su buharı taneciklerinden etkilendim, ruh halim değişti; belki bir örtüye sarınmak istedim, belki bir kupa sıcak çay, hatta belki de televizyondaki aptal evlilik programları... Fakat hiçbir zaman bunları yapmak için uygun fırsatım olmadı. Yaptığımda ise hep yarım kaldım; işler hiç de umduğum gibi gitmedi. Hayallerimi o kadar sevmiştim ki, “gerçek” dediğim şeyler nefesimi tıkadı, elimi kolumu bağladı; belki de öylece kalakaldım. Satırlarca yazmak istedim belki, hiç durmadan, belki biraz duraksayarak, saatlerce, sayfalarca yazmak istedim; sonradan dönüp bakmaya değecek şeyler yazmak istedim. Özneler karıştı, nesneler hiç karışmadı; sonra harfler birbirine girdi. Yazdığım cümleyi sildim sonra. Sanki şimdiye kadar yazdıklarım ondan farklıymış gibi... Belki de gerçekten farklıydı. Belki de gerçekten onu silmeliydim. Belki de asla silmemeliydim. Beyin dalgalarım düzelsin diye müzik dinledim. Işıklar söndü, lambalar arızalandı, havalandırmalar temiz hava üflemez oldu. Boğulacak gibi olduk. Her şey birbirine geçti derken bile saçmalamıştım aslında; çünkü her şey zaten birbirine çoktan geçmişti, her zaman öyleydi ve bundan sonra da öyle olmaya devam edecekti. Belki her zaman böyle olmalıydı. Karanlığa gömülmeliydik. Belki gereksiz yere aydınlatılan odalardı bizi bizlikten çıkaran. Ama neyse ki unutmamıştım; ne yazacaklarımı, ne de dilbilgisi kurallarını.

Bardaklarca kahve gitti, florasan lambalar yandı, söndü, yandı, söndü, tekrar söndü, sonra tekrar yandı. Biz ise hep birbirimize benzedik. Gördüklerimizle şekillendik, görmediklerimizle de şekillendik. Sınırlandık, duvarlar sadece odaların etrafında sandık. Sonra o tatlı karanlık geldi. Pencereye bakmaktan bile kaçındım. Gereksiz cümleleri sevmiyorum.

Gözlerime ağrı giriyor. Işıksızlıktan değil, ışıktan bence. Niye hep kendimle uğraşıyorum? Artık başka isimler kullanmaya başlamamın zamanı geldi bence. Güzel isimler bulmalıyım, kitaplardaki gibi havalı olmalı. Amélie mesela, güzel olabilir. Berivan da diyebilirdim, ama olayı fazla etnik bir hale getirmek istemiyorum. Bakın işte, bir sınır daha kaldırdım. Bir dahaki sefere bir Japon adı bulmaya çalışırım belki; ya da Jamaika’dan bir isim; belki Meksika’dan, ya da ona benzer bir şekilde İspanya’dan... Pablo olabilir mesela. Hintli yapıp, soyadını Chopra koyabilirim. Annesini Faslı, babasını Fransız yapabilirim. Fas demişken, Albert Camus zamanlarının geldiğini hissediyorum.


***

Gerçeklikle hayal arasındaki sınır silinmeye başladığında insanlar korkar. Psikologlar, psikiyatrlar, ruh ve sinir hastalıkları hastaneleri, belki 8-10 hastanın bir arada kaldığı koğuşlar falan devreye girer. Bir yandan bunun gerekliliğini gözardı edemesem de, diğer yandan olayın vahim derecedeki gülünçlüğünü de arkamda bırakamıyorum. İşte teoriyle pratiğin, felsefeyle bilimin çatıştığı onlarca noktadan biri daha.

İlk defa Zamanın Kıyısındaki Kadın'ı okuduğumda durumun vahimliğini bu kadar net çakmıştım galiba. Kitapta akıl hastanesine düşen bir kadın bilinciyle geleceğe yolculuk yapıp duruyordu. Bu yolculuklar sırasında kadının bedeninin üzerinde birtakım şeyler olunca hastanenin psikopat hemşireleri ve onları aratmayan doktorları hastanın "gerçeklikten koptuğunu" iddia ediyorlardı; halbuki asıl gerçeklikten kopan onlardı. Düşünbilim (felsefe) gibi teorik temellerle ilgili yanı baskın bir alan yüzyıllardır "gerçeklik" kavramının içinden çıkamamışken, psikoloji (ruh bilimi) tüm pratikliğiyle felsefenin pratik yükleri kaldıramayacak kadar "iskambil kağıdından köprü" kıvamındaki teorik temellerinin üstünde zıp zıp zıplayarak, kişilerin "realiteden kopuş"unu bir anomali olarak gösteriyor ve bunu kendince "normal" sınırlarına çekmeye çalışıyor. İşin ilginç yanı, bu iki bakış açısı bir yerlerde birbirlerine ters düşüyor gibi olsa da; ayrı ayrı ele alındıklarında (ki çoğu zaman ayrı ayrı ele alınıyorlar benim gördüğüm kadarıyla; eğer daha sık beraber ele alınıyorlarsa da, uygulamaya geçtikleri yerlerde bir tıkanıklık var belki) ikisi de gayet tutarlı ve topluma ve insanlığa yararlı hale geliyor. Bu iki şey birbirlerini yıkıp geçecekken, bunların bir arada durmasını sağlayan harç ne o zaman? Belki de biraz kavram karmaşası yaşıyorum. Psikolojideki realite ile felsefedeki gerçeklik kavramlarının farkından mı kaynaklanıyor bu durum? Psikolojideki "realite"nin daha çok genelgeçer algılara dayalı olduğunu da düşünebiliriz; ama bu durumda olay yine dönüp dolaşıp aynı yere geliyor; algılar göreceli olabilir. Kendimizden başka hiçbir kimsenin/şeyin algılayışını bilemeyeceğimiz için, gerçekliğin nasıl olduğundan da hiçbir zaman emin olamayız gibi geliyor bana. Örneğin, sizin gördüğünüz yeşil ile benim gördüğüm yeşil farklı olabilir, gözlerimiz farklı algılıyor, ya da beynimiz farklı yorumluyor olabilir; ama mevcut bilgi seviyemizle bunu karşılaştırmamızın bir yolu olmadığı için, böyle bir fark olup olmadığını kesin olarak bilmemiz imkansız. Sadece daha önceki deneyimlerimize, beynimizin etrafımızda gördüklerimize daha önce yapıştırdığı etiketlere dayanarak karşımıza çıkan şeyleri anlamlandırabiliyoruz. Öte yandan eğer buralarda bir yerlerde aradığımız türden bir "gerçeklik" anlayışının peşinden koşuyorsak, aslında herkesin kendi "realite"si onun kendi çapındaki gerçekliğidir de. Hangisinin gerçek, hangisinin yanılsama olduğunu ölçmek bu noktada biraz da istatistiksel bir bakış açısı. Yine de, her ne olursa olsun, aslında kendimizi bildik bileli, hatta ondan da öncesinden beri içinde yüzdüğümüz bu şey hakkında hiçbir fikre sahip değiliz ve belki de bunu biraz kabul etmemiz, en azından böyle bir yaklaşımın olduğunun farkında olmamız gerekiyor, hatta işimize de oldukça fazla yarayacak olabilir.

***

Bitirmem gerektiğini bile bile bitirmiyorum. Bitirmekten kaçıyorum. Bitince ne olacağını kestiremiyorum. Önümde biraz daha zaman var. Limonu sonuna kadar sıkıp, çıkarabileceğim bütün suyunu çıkarmak istiyorum. Kahve içmemem gerekiyordu, ama onu da içiyorum. Neyse ki bardağı sadece yarısına kadar doldurdum. Şekersiz, sütsüz. Şekersiz çaya ve kahveye alışmaya çalışıyorum. Bir süre sonra şekerli çay ya da kahve içince midemin bulanacağını söylüyorlar. Henüz o raddede değilim, ama bitki çayları için artık şeker aramadığımı söyleyebilirim. Kahvenin sonunu getiremeyeceğim galiba.  Bunun da sonunu getiremiyorum. Hiçbir şeyin sonu gelmiyormuş gibi görünebilir, ama kesinlikle öyle değil. Dışarıda bulutlu, sarı bir hava var. Bilmiyorum, belki de hava bulutlu ve sarı değil, ama camlardan öyle yansıyor. Masanın üzerindeki eşyalara düşen yumuşak ışığı çok sevdim. Kulağımdaki müzikle, ağzımdaki acımtırak kahve tadıyla hoş bir ahenk içinde. Ben de üstüme düşeni yaparak tamamlıyorum bu ahengi. Bugün tam burada bunu yapmam gerekiyordu. İşte bazen böyle fark edersiniz; tam o anda orada olmanız gerekiyordur. Aslında her zaman olmanız gereken yerde, beraber olmanız gereken insanlarla, yapmanız gereken şeyleri yapıyorsunuzdur. Ama bunu her zaman fark edemezsiniz, sadece bazı değerli zamanlarda o size kendisini fark ettirir; anı oluşturan karelerin arasından size gülümser. O tatlı karanlık, onun gülümseyişinin ışıltısıdır belki. Herkes şikayet ederken, sonradan olacakları bile bile, içten içe gülümsemektir. Bazen bazı şeyleri olacağına bırakabilmektir. Sesleri duymamaktır. Görmek istemediğini görmemektir. İstediğini görmektir. Bunu yaparken de güzel şeyler görmektir, güzel şeyler duymaktır. Yanılmadan.


Bugün Yann Tiersen albümünden fırlamış sanki. Yukarıda bir yerde su buharı tanecikleri piyanodan çıkan notaların yaptığı gibi dönüp duruyorlar havada. Arada kalmadım ben. Ne buraya tıkıldım, ne başka bir yerdeyim. Her ikisinde yaşıyorum; buradayım ve içerilerdeki o yerdeyim ve hatta bunlardan ötedeki o yerdeyim de aynı zamanda. Ne kadar çok önyargıyı, etiketi kaldırırsam o kadar özgürleşiyorum. Sınırları kaldırmak için yola çıkıp, hiçbir yere/şeye ait olmadığımda, aslında her yere/her şeye ait oluyorum, ben onlara ait olduğumda onlar da bana ait oluyorlar; çünkü hepimiz birbirimize bağlıyız, hepimizin bu bütün içinde küçük, ama çok önemli yerleri var. Etiketler ise bizi sınırlandırıyor; her ne kadar biyolojik olarak beynimizin işleyişini hızlandırsalar da (evrimsel açıdan oldukça geçerli bir sebep), öyle zamanlar oluyor ki; acelesinin kurbanı oluyor insan.

***

Kafamın içindeki limonun bütün suyunu çıkardım. Midemde hafif bir bulantı var. Kahve soğudu, öylece bırakıyorum. Belki gitmeden lavaboya dökerim, tek kullanımlık bardağı da çöp kutusuna atarım. Bu sefer bunu da bitiriyorum burada.

6 Ekim 2012 Cumartesi

Düdüklü tenceredeki mellemecir fasulye

Evrenin değişik noktalarından hepinize merhaba.

Bugün atomlarımızı bir araya getiriyoruz. Devler ülkesinden kopup kaçan ruhumuz sığınağını buralarda bir yerlerde buldu; düşünmediğimiz için çok da zorlanmadık. Evlere, arabalara baktık; gözlerimiz öndeki aracın plakasına daldı. Varız, yokuz, varlıklıyız ama yokluklu değiliz. Var da değiliz, yok da değiliz. Sadece büyük büyük konuşuyoruz, kendimiz bile ne dediğimizi anlamıyorken... Yanılmak çok kolay. Yanılacağını fark etmemek ise bir nevi aptallık. Tatlar daha birleşmedi; çayın ve şekerin tadını alıyorum. Ağırlaşıyor göz kapaklarım, kaçışım yok; biliyorum. Her esneyişimde uykumun geçeceğine inanıyorum; çünkü ciğerlerim sonuna kadar havayla doluyor; ta ki bir sonraki esneyişime kadar. Uzaklardayım şimdi, çok uzaklardayım; atomlarımın toplanması biraz zaman alacak. Uyanıklıkla uyku arasındaki zaman dilimine gidip sınırlarımı aşabilirim belki bu fırsattan yararlanarak. Uyumadan hemen önce aklıma gelip, sonra tekrar unuttuğum için evrenin derinliklerine gömülen onlarca şeye karışmaz belki bu düşündüklerim.

Göz kapaklarım düşüyor.

En başta bütün sınırları, bütün yargıları, önyargıları, ne varsa hepsini kaldırıyorum. Kendiliğinden geliyor cümleler; mantıklı, mantıksız, sıralı, sırasız, önemli önemsiz; fark etmez. Sonra yavaş yavaş kendi haline bırakıyorum gidişatı; bir süre sonra yavaş yavaş bir kalıba girmeye başlıyor. Sıkışmıyor o kalıba, çünkü kalıbı da kendisi yapıyor ve o kalıp da kendisi. Esniyor, esniyor, genişliyor, bir iki yerde kıvrılıyor, sonra ani bir şekilde bükülüyor; tıpkı bahçe hortumları gibi; ama burada hortumun kırılmasına kızan bahçıvanlar da yok. Hepsi kendi kendine oluyor; ben dokunmuyorum bile. Sonra bir de bakıyorum; koskocaman bir tuval olmuş; anlatıyor da anlatıyor. Bazen hiçbir şey anlatmıyor; sadece kusuyor, rahatlıyor, sonra tekrar kusuyor. Bazen kusamıyor bir türlü, olduğu yerde debelenip duruyor; uyumaya gitse gidemez, tuvaletin başında dursa duramaz; kendi kendini böyle yiyip bitiriyor. Altı çiziliyor bazı şeylerin; dönüp bakmak istemiyor. Her defasında başka bir insan oluyor, bazen bir kişi oluyor, bazen birden çok kişi oluyor; sesi yükseliyor, alçalıyor, fısıldıyor, bağırıyor. Yine de bağırdığı pek görülmez. Kimseye anlatacağı bir şey yok aslında; anlatacak olduğu zaman boş boş konuşuyor. Bazen çok konuşuyor, bazen susması gerek, bazen dinlemesi gerek, bazen dinlememesi gerek, bazen sadece ama sadece konuşmaması gerek... Bazen kendisini tutamıyor, bazen sadece susuyor; sustuğu için kimse onu anlamıyor, o anlaşılmayı beklemekten vazgeçeli de baya uzun zaman oldu zaten. Artık anlaşılırsa seviniyor, diğer türlü susuyor, susmasını gerçekten iyi biliyor. Çok iyi öğrendi. Çok iyi öğrenci.

Uğur Gürsoy'un Fırat

4 Ekim 2012 Perşembe

Kareli defterden koparılan bir sayfa

Evleri uzaktaymış meğersem; oraya buraya taşıyacaklarmış meğersem; bir kaplumbağanın evini sırtında taşıyışı gibi. Seslerle zormuş, sessizlikle daha da zormuş; kendini dinliyormuş, kendini dinlemiyormuş; başkalarının dilinden konuşuyormuş; kişilerle, kişilikle oynuyormuş; sıkılıyormuş, bırakıyormuş, tekrar başlıyormuş, tuvalete gidiyormuş, ellerini yıkıyormuş... Gerilerden sesler geliyormuş; ellerini bırakıyormuş; bazen bırakacağı bir el de yokmuş; toz olup gidiyormuş, kayboluyormuş, tekrar buluyormuş; döngü sanmış ama dönmüyormuş; dönmüyor sanmış ama dönüyormuş; duruyormuş, durmuyormuş; tekrar dönüyormuş; yanıp yanıp sönüyormuş. Derinden müzik sesleri geliyormuş; neşeli insanların çaldığı şarkılar; huzurlu sesler yayılıyormuş mikrofondan. Sesler yükseliyormuş, alçalıyormuş; bu yükselmeler ve alçalmalar olmuyorsa hiç olmuyormuş. Sonra birden kesiliyormuş; anlaşılmaz bir şekilde yarım kalıyormuş her şey... Bütünün bütün bilgisi her parçasında ayrı ayrı varmış meğersem... Harflerle boğuşuyormuş, vazgeçiyormuş, sonra sesleri tanıyormuş; kulaklarına inanıyormuş; inanmaktan korkmuyormuş. Sonra dönüp bütün üç noktaları tek bir noktaya dönüştürüyormuş; çünkü uzatmayı ve sündürmeyi sevmiyormuş böyle yerlerde. Burası onun yuvasıymış, hakkında hiçbir şey bilmediği yuvası; öğrenmeye, keşfetmeye çalıştığı yuvası. Sıkıca kapatılmış pencerelere arkasını dönünce dışarıda yağmurlu bir hava var sanıyormuş; ama aslında yağmur yokmuş meğerse. Burası onun yuvasıymış; ona değer veriyormuş ve onun içinde sadece olması gereken şeylerin olması gerektiğine inanıyormuş; ama bunu kendisi de anlamıyormuş. Kulağında kulaklıkla etrafındaki insanlara bakıyormuş; bakıyor gibi yapıyormuş; bakmıyor gibi yapıp bakıyormuş. Dışarı çıkmak istiyormuş; ama herkes ona bakıyormuş, büyük biraderin gözleri onun da üzerindeymiş. Sadece hayal edebiliyormuş, sadece oraya dokunamıyorlarmış. Orası onun sığınağıymış meğerse. Medya oynatıcısı kulaklarını bal mumuyla örterken, araya Chopin karışıyormuş çokça. Sığınmaya sebep olacak birçok şey varmış ve hiçbir şey yokmuş. Beyazlar içindeymiş, siyahlar içindeymiş, renkler hep aynıymış. Işık aynıymış, renkler farklıymış. Eskilerden bir Zeki Müren şarkısı başlamış sonra. 

***

Acıktım. Django Reinhardt var kulağımda; çaldığı müzik “Artık yağmur yağmalı!” diye bağırıyor; arada pencerelere bakıyorum ama bulutların geçirdiği gri ışıktan çok, güneşli günün sarımtırak ışığı var duvarlarda; bu yüzden yağmur konusunda umutsuzum. Sessiz sakiniz bugün, kendi kendimeyim.

***

Yemek yedim. Yemekten dönerken yağmur atıştırmaya başladı, sonra birden indirdi. Renksizliğin arasındaki rengin içindeyiz; tıpkı masmavi bir tablonun ortasında göze takılan kırmızı bir nokta gibi. Eskilerden hatırlıyorum. Hala yağmur yağıyor; pencerelerin kenarındaki sarımtırak ışığın sebebi güneş değilmiş belli ki; belki binanın rengi yansıyordur; çünkü dışarıda sağanak yağmur yağmasına rağmen o ışığı duvarda hala görebiliyorum. Yine de bu yapay ışıkların altında bile yağmurun başladığı belli oluyor. Renklere bir kararlılık geldi; sanki kendileri oldular. Pencereye yüzümü dönmek istiyorum. Oda yapay ışıklarla karanlık. Gözlerim yağmurun karanlığını arıyor.

Yine Django Reinhardt geldi; çünkü şarkının adı “Nuages”*. Çıkıp gitmeme yardımcı oluyor; eski bir filmin içindeyim sanki; taşla kaplı sokakta yürüyoruz, yağmur damlaları taşların arasını dolduruyor mesela. Boş konuşup da rezil etmeyelim. Konuşan, bazen susmasını da bilmeli. 


Daha susmuyorum; kim demiş. Müziğe sarıldım.

***

İnsanların içinde bölük pörçük. Aslında yazılabilecek herhangi bir şeyin mantıklı gösterilebileceğini gösteriyorum. Bu yüzden doğru olmadığı halde doğru gibi görünen pek çok fikir var ortalarda; kimse ne yaptığından emin değil; belirsizlikten faydalanmasını bilen gününü kurtarıyor. Ne söylediğin değil, nasıl söylediğin önemli böyle zamanlarda. Bağırırsın, çağırırsın, yumruğunu masaya vurursun, ya da kemanlar çalarsın. Tamamen senin tarzın, senin bileceğin iş. Güzelce söylemek kabul edilebilirliği sağlamıyor. Çirkinlikler eşliğinde söylenense alkışlarla kabul ediliyor. Edilgenleri sevmiyorum böyle yerlerde; ama bunu düşünürken kafamdan geçen isimleri yazmak da istemiyorum; olayı kişilere indirgemek burada yapılabilecek en kötü şeylerden biri. Bir kişiyi kötülediğinizde onun karşıtı olan kötünün ekmeğine bal sürüyorsunuz; üstelik çok az kişi sizin gerçekten demek istediğinizi anlıyor. Sonra üç yüz defa anlatmak zorunda kalıyorsunuz. İşte bu yüzden; hem edilgenleri sevmediğim; hem de isimleri söylemekten kaçındığım için; yazmaktan tamamen vazgeçiyorum. Nasılsa herkes bildiğini okuyor. Beni anlamaya çalışan adam zaten benim diyeceklerimi az çok biliyor. Benim diyeceklerimi duyması gereken adamın ise buralarda işi yok. Onun sikleti bambaşka, ben onun kadar cesur değilim. Bilmiyorum, bilmediğimi biliyorum, ama buna rağmen; bilmediğimi bildiğimden dolayı bir korku da duymuyorum; sadece temkinli yaklaşıyorum; bir hata payı, bir tolerans bırakıyorum. Uzun cümleler kuracaksam da parçalara bölüyorum; anlaşılır olmak istiyorum, buna rağmen, yine, anlaşılmak amacı duyuyor muyum; emin değilim. Anlaşılmak amacı duyarsam sıradanlaşacağımı biliyorum; o yüzden bu amaçtan kurtulmak istiyorum. Zaten en nihayetinde ben ne kadar anlaşılmaya çalışsam da, bende bitmiyor bu süreç; ben sadece bir başlangıcım, süreci başlatan girdiyi sağlıyorum sisteme. Cümleleri eksiltiyorum. Sevmiyorum çünkü. Bazı şeyler söylendiğinde anlamlarını yitiriyor. Bazı şeyler, hiç söylenmemeli.

Az kaldı.



(*) nuages: Fr. bulutlar

3 Ekim 2012 Çarşamba

Buraya bişiy koymuştum dün belki...

Uzun zamandır açık bırakmaya çalıştığımız kapılar, bu sefer uykunun esiri olmayacak gibi... Daha çok kendi kendine bir espri de denebilir. Söylediklerim kimseye benim kadar komik ya da ciddi gelmiyor; biliyorum, ama bazı şeylerden de hiç vazgeçmek istemiyorum. Olmamış ve olmayacaklar için canını boşuna sıkma. Sadece ne varsa içinde; çıkar, at, gitsin. Artık bunları bırakamayacak kadar gözlüklüyüm; üstelik gözlüğümün siyah kemik çerçeveleri de var. Aynadaki görüntüsü hoşuma gidiyor. Noktalar anlamsızlaştırdığında olayları; bazen virgüller de işe yaramıyor; ama yine de umutsuz vaka değil; çünkü yapmamız gerekeni biliyoruz biraz biraz. "Fazlasıyla kareli" defterlere bozuk yazılarla alınmış notlar sonradan hiç okunmuyor. Neler varsa sayfaların arasında kaldı. Bana uzak kelimelere niye sataşayım? Kendi etrafımda dolanıp duruyorum; alakasızmış gibi gözükse de fazla uzağa gitmiyorum. Işıklar yapay; perdeler kapalı. Bazen anlamıyorum. Anlamaya çalışmıyorum ya da anlamaya çalışmadığımı sanıyorum; nereye kadar gideceğini bilmiyorum ama gideceği yeri merak ediyorum. Düğümler yavaş yavaş çözülmeye başlıyor; hiçbir şey boşuna değil; o kağıt havlu boşuna yırtılmadı. Belki bunu bilmek yeterli olabilir. Gözler üzerimizde; kendimizi iyi hissediyoruz. Savaş haberleri geliyor, başkalarıyla savaşmaktan kendimizle savaşımızda yenik düşüyoruz; haberimiz bile olmazken. Her şey anlık. Savaşlar, mutluluklar, evler, arabalar, analar, çocuklar... Sus artık; çünkü herkesin papağan gibi tekrarladığı şeyleri söylemekten hiç mi hiç hoşlanmıyorsun. Sen nefret etmezsin. Nefret ağır bir kelime. Nefreti kimse hak etmez. Çünkü nefret ettiğin şeye değer de veriyor olman gerekir; eğer değer vermiyorsan nefret de etmiyorsundur. Olumlu değer veriyorsan, nefret etmezsin. Fakat nefret ediyorsan, değer veriyorsundur; ama o değer negatiftir. Değerli dediğimiz şey ise güzeldir, olumludur; pozitif değerlidir; sayıların başında hiçbir işaret yokken bizim onu pozitif olarak kabul etmemiz gibi. Mutlak değildir. Nefret ise olumsuzdur, ama yine değer var olduğu için ortaya çıkar; çünkü yine mutlak değildir. Bu yüzden negatif değer varsa nefret vardır; nefret varsa da o şey her neyse değersiz görülmemelidir. Değerlerden kurtulmak için nefret bile etmemek gerekir. Mutlak sıfır, sıfırdır. Sıfır da mutlak sıfırdır. İşte o yüzden papağan gibi tekrarlamaktan kaçınmaya devam et. Söyleme, ama susma da. "Büyüktür", "küçüktür" ve "eşittir"de "eşittir"i kaybetme. Biliyorum, bırakmak istiyorsun; ama devam etmek de istiyorsun; aynı anda çok şey istiyorsun ve ne istediğini kendin de bilmiyorsun.

***

İşe girdim.

Güzel uyuyorum; sabah 06:58'de uyanıyorum. Her gün hava gittikçe daha karanlıklaşıyor; ama sorun değil. Güneş biraz yükselene kadar gözümü açık tutabilirsem yeterli. Annem sandviç hazırlıyor ben evden çıkmadan; saat 08:30-09:00 arası iş yerinde haberlere göz gezdirirken çay içip onu yiyorum.

Yılların nasıl böyle geçebileceğini az çok tahmin ediyorum. O kadar çok duydum ki bunu etrafımdan. Aynı böyle devam edersem aynı şeyin bana da olacağını biliyorum. Yine de yaşı büyük insanlar bunu anlatırken onların seslerinde duyduğum pişmanlıkları, üzüntüleri, iç çekişleri ileride kendimden duymamak için neler yapabilirim; bilmiyorum. Daha sekiz gün oldu.

Daha önce hiç tecrübe kazanmadığım, içeriği hakkında bilgi sahibi olmadığım bir sektörde sıfırdan işe başladım. Hiçbir şey bilmiyorum; hatta her açıdan tam olarak sudan çıkmış balık gibiyim. Bilişim sektörü gibi terminoloji, kısaltma ve İngilizceden direk kopyalama manyağı bir sektörde bilmediğim terimleri, kelimeleri, kısaltmaların anlamlarını açıp öğrenmem gerekiyor. Fakat sudan çıkmış balık gibi olmak beni korkutmuyor; aksine benim için hakkında neredeyse hiç bilgi sahibi olmadığım, bana tamamen yeni bir şeye adım atmış olmaktan dolayı mutluyum; bu bana çalışma isteği ve öğrenmek için heyecan veriyor. Öğrenme süreciyle ilgili olarak biraz üşengeçlik hissettiğim, "Bu böyle ne kadar gider ki, ne zaman bir şeyler bildiğimi hissetmeye başlarım ben" dediğim zamanlar oluyor; ama sorun değil; çünkü bir şekilde olacağını biliyorum ve bu bana yardımcı oluyor.

İşin en güzel yanı, etrafıma baktıkça insanlar ve insan davranışları konusunda etrafımdaki kişilere göre çok daha toleranslı olduğumu ve çok daha az sıkıntı yaşadığımı fark ediyorum. İnsan kendi kendine yaşayıp durduğu zaman bazı şeylerin farkına varmayabiliyor, ama geniş bir sosyal çevreye girince kendi davranışlarınızı başkalarınınkiyle karşılaştırma imkanınız oluyor. Başkalarını yargılamaya çalışmıyorum asla; herkes bildiğini yapmakta özgür ve herkesin tuttuğu kendi kişisel yoluna ve yöntemlerine saygım sonsuz; ama kendi sınırlarımın genişliğini ve bu açıdan istediğim, amaçladığım yolda gittiğimi görmek beni gerçekten mutlu ediyor. İnsanların davranışlarının nedenlerini az çok anlayabiliyorum, nedenleri daha iyi anlayabildiğim ya da daha objektif yorumlayabildiğim için verdiğim tepkiler de değişiyor.

Neyse yani, kısacası, kendi kendimi baya eğitmişim ben meğersem.

Uğur Gürsoy'dan Fırat