12 Eylül 2012 Çarşamba

Ailenizin dil bilgisi ve yazım kuralları profesörü iş başında

Hepimiz sosyal medyanın ne kadar hızlı geliştiğinin farkındayız. Sosyal medyanın büyüyüşü ile beraber herkes kendi dünyasıyla ilgili bir şeyler paylaşabilir hale geldi; bu gerçekten çok güzel bir gelişme. Fakat aynı zamanda bilgi havuzuna atlayan insanların çoğalmasıyla beraber, bilgi kirliliği de artmaya başladı. Örneğin kaynakların doğruluğu, güvenilirliği gibi konularda maalesef çok önemli sorunlar yaşanıyor. Yine de ben bunla ilgili düşüncelerimi başka bir güne saklıyorum; çünkü bu seferlik kafamda başka bir şey var. İnternette gazeteler, bloglar, twitter, Facebook gibi sosyal ağlar da dahil olmak üzere pek çok yerde dil bilgisi, gramer ve yazım kurallarının yanlış kullanıldığına sıkça şahit oluyorum, eminim siz de oluyorsunuzdur. Bununla ilgili olarak kendi çapımda ufak bir katkıda bulunmak istedim. Şimdiye kadar söylenen pek çok şey kafaları karıştırdı, insanlar aslında çok basit olan kuralları benimsemekte güçlük çekiyor. Ben bu kuralların en önemlilerini olabildiği kadar basit bir şekilde, kafaları fazla karıştırmadan anlatmak istedim. Dil bilgisi ve yazım kurallarını doğru kullanmak bir yük değildir; aksine yazılan şeyin daha kolay okunmasını, daha kolay ve doğru anlaşılmasını sağlar; bu şekilde siz de yazılarınızla daha fazla insana daha doğru şekilde ulaşabilir ve başkalarına aynısını yapmaları için örnek olabilirsiniz. Açıkça söylemek gerekirse, örneğin -da/-de'leri nasıl yazması gerektiğini bilmeyen insanlar ne kadar "koskocaman" olurlarsa olsunlar, yazdıkları benim gözümde 1-0 yenik başlıyor maça. Doğru dil bilgisi kullanımı gördüğüm zaman ise o yazıyı daha ciddiyetle okuyorum. Sizi dili doğru ve etkili kullanmanın iletişimi ne kadar olumlu etkilediği konusunda ikna etmek için daha çok şey yazabilirim, ama şimdilik lafı fazla uzatmasam daha iyi belki. İşte belli başlı noktalar:

Beyne hata verdiren -de/-da:
İki çeşidi var bu -de/-da'ların. Bir tanesi "ek", yani sözcüğe belli bir anlam katmak için sözcüğün sonuna ekleniyor ve sözcüğe bitişik yazılıyor. Diğeri ise "bağlaç"; yani  cümleye farklı bir anlam katmak için sözcükleri birbirine bağlıyor ve her zaman sözcükten ayrı yazılıyor.

Peki hangi -de/-da ek, hangi -de/-da bağlaç? Sandığınız gibi karışık değil. Eğer "bir yerde/zamanda/durumda bulunma" anlamı varsa hiç durmayın, yapıştırın ("Aman Allahhh, anahtarı kapının arkasında unuttum!"/"Kasımda Aşk Başkadır"/"Bu koşullarda çalışamam, istifa ediyorum!"). Bunun dışındaki durumlarda, mesela "dahi" anlamı varsa ("E artık o kazma da yaptıysa ben kesin yaparım bunu": "E artık o kazma dahi yaptıysa ben kesin yaparım bunu") o zaman da ayırın.

Ufacık bir nokta daha; ek olan, yani bulunma anlamı veren ve bitişik yazdığımız -de/-da'da ses değişimi olur; yani kendinden önce gelen harflere göre -te/-ta olabilir. Bağlaç olan, yani ayrı yazdığımız -de/-da'da ise hiçbir şekilde ses değişimi olmaz. Mesela "Anlat ta dinleyelim kanka" diyemeyiz. "Anlat da dinleyelim kanka" demeliyiz. Ama "Bağdat'ta kuş üzümü yedim geçen gün." demek doğruyken "Bağdat'da kuş üzümü yedim geçen gün." demek yanlıştır.

Bütün bunları yaparken şuna da dikkat etmemiz gerekiyor; asla Demet Akalın'ın dil bilgisi yeteneklerini kendimize örnek alıp, sırf uyak yapmak için ayrı yazılacak de'yi sözcüğün içinde getirip bir de etrafına başka ekler koymamalıyız. Komik oluyor: "Yeniden sevedebilirim/Sözümden dönedebilirim" değil; "Yeniden sevebilirim de/ Sözümden dönebilirim de" olmalıdır.

Devreleri yakan -mi:
Bunun da iki çeşidi var. Aslında ikisi de "ek" diye geçiyor, ama bir tanesi sözcüğe daima bitişik yazılırken, diğerinin daima ayrı yazılması gerek. Bakın ne kadar kolay:

Cümleye olumsuzluk anlamı katmak istediğimizde kullandığımız "-mi" eki sözcüğe her zaman bitişik yazılır, utanmadan sıkılmadan yapıştırabilirsiniz. Aşkın Nur Yengi'nin şarkısına gerdan kıra kıra eşlik ederken "Ay inanmıyorum, ay inanmıyorum, ay inanmıyoruuuum" şeklinde söylediğimiz gibi mesela. Bunun ayrı yazılanı yoktur. Soru sorarken kullandığımız "mi" ise her zaman sözcükten ayrı yazılır. Bunun da birleşik yazılanı yoktur, boşuna aramayın, ayırın efenim. "Değer mi hiç, değer mi hiç/Değer mi, değer mi, değer mi söyle/Bir rüya ömür boyu/Sürer mi, sürer mi, sürer mi böyle" gibi.

Bu iki ek de önündeki kelimenin sonundaki harfe göre ses değişimi geçirebilir. Mesela "Anlıyor musun beni?" deriz; "Anlıyor misin beni?" değil. Aynı zamanda Türkçenin güzel ses uyumu sağ olsun, "Unutamadım, unutamadım, ne olur anla beni" de daha komik bir hal almaz neyse ki. Gerek yok çünkü.

Olumsuzluk eki olan "mi" ile ilgili ufak bir ayrıntı daha var. Günlük hayatta pek çok kişi tarafından kullanılan "yapmamazlık", "etmemezlik" gibi kalıpların aslında yanlış olduğunu duymuştum hocamdan. İnceleyecek olursak, yap-ma-ma-z-lık derken iki tane olumsuzluk eki kullanarak hata yapmış oluyoruz. Bunun için doğrusu "yapmazlık", "etmezlik", "gitmezlik" gibi olmalı. Bunu da bilirseniz zaten kimse önünüzde duramaz artık.

Son bir hatırlatma, soru anlamı kattığınız cümlenizin sonuna soru işaretini koymayı unutmayın. Mis olur o zaman.

Yani soru ve olumsuzluk eki olan -mi'leri doğru şekilde yazdığınızda yazınızı okuyan kişinin cümlenin başındaki beklentileri ile sizin cümleye vermek istediğiniz anlam birbirini tutacaktır. Bu yüzden kişinin yazınızı okuması daha kolaylaşacak, bu şekilde yazınızın kalitesi tavan yaparken siz de "Ay İnanmıyorum" eşliğinde göbek atabileceksinizdir. Yaşasın.

Evlerden ırak -ki:

Bu arkadaşın da çok değil, sadece üç çeşidi var. İki tanesi sözcüklerin sonuna eklenen "ek", diğeri ise sözcükleri birleştiren ve bunu yaparken cümleye yeni bir anlam katan "bağlaç".

Önce ek olanlarından bahsedeyim. Bu eklerden bir tanesi beş yüz defa tekrar tekrar yazmak istemediğimiz bir sözcüğün yerine geçen ek olan -ki'dir. "Kanka seninki de dert mi be" derken, iki defa "dert" diyip cümlenin içine etmemek için "senin derdin" yerine "seninki" diyoruz. İşte buradaki "-ki" ektir ve daima bitişik yazılır. Yapıştırın.

Diğer ek de sıfat yapan bir yapım eki; mesela "Çatıdaki anten yine yerinden oynadı bey" diyen kendi halinde bir teyzemiz burada bu ekten bir tane kullanmış oluyor. Ya da "Ufff filmdeki çocuk çok yakışıklıydı yaea" diyen ergen kızımızın cümlesinde de başka bir örnek görebiliriz. Bu anlamda kullandığınız "-ki" de her zaman bitişik yazılır.

Bağlaç olan ki'nin ise belirgin bir anlamı yok. Cümleden çıkarsanız bir saçmalık olduğunuz sezersiniz, "Ne biçim bir şey oldu bu" diye düşünürsünüz; ama cümlenizin anlamını veya şeklini şemalini yukarıdaki ekleri çıkardığınızdaki kadar bozmaz. Mesela "Öyle sarhoş olsam ki/Bir daha ayılmasam" diyen Tanju Okan da durumun farkına varmış olsa gerek zamanında.

Bununla beraber ayrı yazılması gerekiyormuş gibi gözüküp, dile birleşik şekliyle yerleşen birkaç kelime var, bunları bilmek de klasınızı baya artırır bence: oysaki, halbuki, mademki, sanki, belki...

Hadi yine iyisiniz...

"Veya" ve "ya da" ("Oha bunlar da mı farklı!"):
Evet, farklılar. Yine çok kolay.

"Veya"nın içinde iki ayrı kelime var aslında: "ve" ve "ya". Yani "A veya B" dediğinizde üç olasılık var: (A), (B), (A ve B).

"Ya da" ise şöyle ayrılıyor: "A ya da B" dediğinizde iki olasılık var: (A), (B).

Bir ekleme: "veya" her zaman birleşik, "ya da" her zaman ayrı yazılıyor.

Bakın, zor olmadığını söylemiştim ve üstünüzden başınızdan klaslık akıyor şimdiden. Uff, çok karizmatik.

Beyin sulandıran birtakım zamirler ve sıfatlar:
Bunları direk böylece bilmekte yarar var. Kullandıkça ezberlemeye gerek kalmıyor. Tecrübeyle sabittir. Lisede öğrendim, hala hatırlıyorum. Hocama selam olsun buradan.

hiçbir şey, hiçbir yer, hiçbir zaman (bütün "hiçbir"ler birleşik, devamında gelen her zaman ayrı)
hiçbiri
her şey (bütün "her"ler ayrı, herkes hariç)
hiçkimse (daima bitişik)
herkes (z ile değil, s ile)
pek çok şey
pek çoğu
bir şey
birçok şey ("birçok" her zaman birleşik, devamında gelen her zaman ayrı)
birçoğu
birkaç şey ("birkaç" her zaman birleşik, devamında gelen her zaman ayrı)
birkaçı
birtakım (Gerçekten de Shakhtar Donetsk gibi "bir takım" dan bahsetmiyor da, bir grup nesneden bahsediyorsanız, aradığınız şey bu birleşik yazılan "birtakım")

Noktalama işaretleri noktanızı koymasın!:
İyice saçmalamaya başladım ama idare edin, az kaldı.

Elde yazı yazarken böyle bir şeye fazla dikkat etmesek de oluyor; ama dijital bir ortamda yazdığınız zamanlar için noktalama kurallarıyla ilgili olarak dikkatinizi çekmek istediğim ve yazınızı bambaşka bir yere taşıyacağını düşündüğüm bir konu daha var.

Yazılarda noktalama işaretlerinden önce boşluk bırakmayıp, noktalama işaretlerinden sonra bir boşluk bırakmamız gerekiyor. Bu durum noktalar, virgüller, üç noktalar, noktalı virgüller, soru işaretleri, ünlem işaretleri, artık aklınıza ne gelirse, hepsi için geçerli. Bir tek tırnak işareti ve kesme işareti için biraz farklı bir durum olduğunu hatırlıyorum şu an. Onda da "Aynalı kemer ince bele" şeklinde, tırnak içine aldığımız söz ile tırnak işaretleri arasında boşluk bırakmayacak şekilde yazmamız gerekiyor. Kesme işaretinden sonra da boşluk konmuyor; "Yüzbaşı Corelli'nin Mandolini" gibi. Bunlar gayet kolay ve okuyucunun gözüne hitap eden şeyler.

Bunun dışında cümlelerinizde virgül, noktalı virgül kullanmaktan çekinmeyin. Eğer bunları doğru yerlerde kullanmayı başarabilirseniz okuyucunuzun işini büyük ölçüde kolaylaştırabilirsiniz. Sadece nefes almanız gereken yerlere odaklanın. Yazarken kendinizi yazıyı ilk defa okuyacak insanların yerine koymaya çalışın; anlam karmaşasını, anlatım bozukluklarını önleyecek yerlere virgüllerinizi koymaya dikkat edin ("Oku, baban gibi eşek olma" ile "Oku baban gibi, eşek olma" şeklindeki tipik örnekte görüldüğü üzere).

Üç noktaları gereksiz yerlerde çarçur etmeyin. Her şey gibi üç noktanın da fazlası zarar. Eksik cümlelerde kullanabilirsiniz mesela, bazen tam cümlelerde de kullanabilirsiniz ama abartırsanız tadı kaçar, büyüsü bozulur, çikolatalı turşuya dönüşür. Bilmem anlatabiliyor muyum...

Bilgisayarınız denetlesin:
Bilgisayarlarda yazım ve dil bilgisi denetlemeye yarayan araçlar oldukça yaygınlaştı. Bunu bilgisayarınızdaki Word ya da Open Office gibi kelime işlemcilerde yapabileceğiniz gibi, aynı zamanda internet tarayıcınızda da yapabilirsiniz. Örneğin ben bu yazımı yazarken Chrome bir yandan kontrol ediyor yazımı, böylece yanlış yazdığım sözcükleri fark ediyor ve düzeltebiliyorum. Tabi şu an Chrome'da çalışan denetleyici çok güvenilir değil hala, doğru olan pek çok kelimenin de altını çiziyor ama yine de yardımcı olduğu kesin.


***

Benden şimdilik bu kadar. Umarım birilerine faydası dokunur.

11 Eylül 2012 Salı

Defterdarlar Sokağı'nda yüzü buruşmayanlar

Ne biliyorsak yutalım gitsin, herkes yoluna baksın ve kazandığımızı zannederek kendimizi avutalım. Yetinmesini bilmeyen, hep fazlasını isteyenin ıslak imzası... Ben yazdığım cümleleri hiç silmem ki buralarda. Koskoca bir kayıp olurdu, boşluk içinde bir kayıp. Eksiyle eksinin çarpımı artı yapmıyordur belki de; abartmayalım. Çöllerde dolduk taştık, etrafı görmez olduk, gözlerimize kum girdiği için görmüyoruz sandık; halbuki görecek bir şey de yoktu aslında, uçsuz bucaksız tepelerden başka. Onu gördüğümüzü neden saymıyoruz o zaman? Çünkü bize bir faydası yok. Faydası yoksa çöpe atarız, bir daha yüzüne bile bakmayız. Yüzüne bakmıyorsak gözüne neden bakalım? Ya yüzüne değil de, sadece gözüne bulaştırmışsa? O zaman bulanıklıklar arasında bir bulantı gelir bulur bizi; gözlerimizle kulağımız uyuşmaz; taşlar yerinden oynamıştır bir kere. Biyolojik dolambaçlardan geçip dünyaya baktık; yön tabelası işleri daha da karışık hale getirdi. Bilmedik, anlamadık, anlamaya çalışırken elimiz kolumuz bağlı oturduk. Sonrası ise çöllerden çıkış; vadilere iniş; çöken sis. Değişti sandık; ama değişmemişti. Değişmedi derken de değiştiğini biliyorduk. O zaman ağlayıp sızlanmak niye? Kelimelerden kaçalım, ellerimizi bağlayalım, ayaklarımızla yürümeye devam edelim. Yine bir şey değişmedi; yine yolumuzu bilmiyoruz. Boşu boşuna uğraşmadık yine de; bulunduğumuz yer değişiyor gibi sanki. Belki de hiç değişmiyor; belki biz değişiyoruz. Belki vadinin yukarısından uzatılan halatlar değişiyor zamanla; ama kancamız yok; ya ellerimiz kanaya kanaya; ya da boşlukta uğraşarak. Yazdıklarım gerçekten beni mi yansıtıyor; emin değilim. Başka biri oldum galiba; ya da bu kişi olmayı istemediğim için böyle söylüyorum. Bilmemin imkanı yok. Beckett'ın neden paragraf başı yapmadığını anlar gibi oldum biraz; aslında arada hiç boşluk yok ki. Baş yok, son yok, orta yok; her şey akışkan, kurabiye yaparken poşetten bardağın içine dökülen şeker gibi biri diğerini çağırıyor; binlercesi var; gördüğümüzü sanmıyoruz bile; halbuki sandığımızı sanmıştık. Kimiz biz? Anlık değişimler? Artık ben olmayan ben? Yeni bir ben? Ben bir yeni? Eller kollar uçuşuyor havada ama diskolarla alakası yok bunun; evet bu karmaşada disko kelimesi biraz şaşırtsın sizi; hafif iğrendirsin; hafif karıştırsın; biraz da hoşunuza gitsin belki. Sizler ve bizler diye ayırmışız nasılsa; oysa insan yalnız ki. Onu "başkası" olarak gören kimse olmasa bile o kendisini "başkası" olarak gördüğü için yalnız. Her şeye kendi açısından baktığı için yalnız; kendi bakışından başka açıları görmediği, göremediği için yalnız. Bunda korkulacak, garipsenecek bir şey yok. Hem birlikteyiz, hem yalnızız; üstelik şarkıdaki gibi arada "ama" bile yok; yani vaziyet bundan çok daha iyi. Kayıplarda buluştuk belki; biraz daha derini kazarsak "Dünyanın Merkezine Yolculuk". Dünyanın merkezine yolculuk da eski zamanlara yolculuk, tozlu bir otobüsteyiz; garip bir kumaş. Çöllerden çıktık, vadileri geçtik; şimdi tozlu bir otobüs bizi bekliyor; zamanın derinliklerine uçurmak için.

Cümleleri silmemek için hiç yazmıyorum artık. Arada bir paragraf başı herkesin hakkı; yoksa kimse okumaz artık beni. Uzun yazılar sevilmiyor; herkes benim kadar sabırlı değil. Bak; "Birilerinin okuması için yazmıyorum" derken, uzun yazılar okunmadığı için kısa kesmeye kalktım. Dolaplar boştu; koskoca bir leğen, içinde kirli bir su ve köpükler. Düşünmemem gereken şeyi düşünmemek için yapıyorum bunları. Sözde saçma gibi görünse de, gerçekte bir o kadar mantıklı. İnanamazsınız. Belki inanırsınız, çünkü inanmak mantık gerektirmez. Mantıklı düşündüğünüz zaman vardığınız sonuç inanmak değil, görmektir. Emin olmadığınız şeye inanırsınız. Yine de konuyu toparlamayalım bir yere. Belki daha sonra. Şimdi gittiği kadar böyle gitsin; hızlı yazdıkça beynim oyalanıyor. Bir noktadan sonra pes edecek; biliyorum. Arada yine ufak tefek ataklar yapıyor ama bastırmasını biliyorum; tek yapmam gereken tuşlara daha hızlı basmak. Buna rağmen, son cümlelerdeki akıcılığın farkına varmışsınızdır belki. Üstelik artık beğenmediğim kelimeleri silip yenileriyle de değiştirmeye başladım. Ne oluyor; açılıyor muyum? Bütün bunlar her şey başlamadan önce çıkmış sözcükler topluluğu muydu şimdi? Hani konsere çıkmadan önce yapılan ses alıştırmasında çıkan garip garip sesler gibi diyorum... Sanmıyorum. Yine de bu durum biraz daha farklı; ben belki bütün konseri böyle götürürüm. Belki benim konserle de işim yok; en nihayetinde hangi şarkıcı bütün konseri ses alıştırmaları sırasında çıkardığı garip seslerle geçirir ki? Belki bu aynı şey değildir ama, o kadarını bilemiyorum.

Açıklık istemiyorum, hiçbir şey açıklığa kavuşmasın hadi. Olasılıklar denizinde yüzmeye devam. Şu ana kadar şunu yazmamış olmam kabahat zaten. Niçin bu kadar bekledim? Ben de bilmiyorum. Komik değil; kolay da değil. Üstelik yavaşladım da. Ben kendimi ona açtıkça o daha yavaş geliyor sanki. Korkuyor mu? Ben daha kolay kabulleniyorum artık; belki gerçekten de tongaya düşmemişimdir bu sefer.

Biraz sussun şimdi. Tam şu an.

Vincent van Gogh, Vase With Fifteen Sunflowers (On Beş Ayçiçekli Vazo)

***

Komik olduğunu sanmışsın ama hiç de öyle sayılmaz. Daha iyiyim yalnız, daha az korkuyorum. Saf yanım daima biraz "çen çen"; onu susturmak istemiyorum ama bazen "E bi yavaş" da demem gerektiğini hissediyorum. Biraz daha anlaşılır olayım istiyorum bu sefer; yeter kendimle bu kadar uğraştığım. Sekiz yıllık emektar gözlüğümün vidaları yıprandı, artık tutmuyor. Bazen sadece kendimi başkalarının yerine koyuyorum; kabıma sığamıyorum. Sığmak da istemiyorum ki. Koskoca dünyada niye tek bir kişi olayım; empati kurup başka herhangi bir insan olabilmek varken... Yine doğru düzgün anlaşılır şeyler yazayım derken sosyal mesaj vermeye başladım; bu alışkanlığıma da biraz uyuz oluyorum hani... Siz beni bugün pek dinlemeyin bence, baya da bir bulamaç oldu bu zaten. Bu seferlik belirli bir sebep sonuç ya da özne nesne ya da nitelik ilişkisine bağlı bir şeyler yazmaktan vazgeçtim belki; ya aklıma gelmiyor, ya da uğraşmak istemiyorum, ya da başka bir şey. Başım ağrımaya başladı. Amacımın bu olmadığı kesin; ama beynime kısa devre yaptırmayı başardım galiba.

Her yaş için keyifli komedi

Bugün kendime yeni bir ajanda aldım. Okul bittiğinden beri ajanda kullanmıyordum; ama dün Ufuk'la sohbet ederken ajandanın insanın hayatımı nasıl düzenlediğini, tarih ve saatlerin, önemli günlerin ve hatırlanması gereken irili ufaklı şeylerin farkına varmamı sağladığını, zaman mevhumunu elde tutma konusunda bana ne kadar yardımcı olduğunu hatırladım. Bugün de kendimi dışarı atıp, D&R'da bulunca yeni ajandama kavuşmuş oldum.

İçini dolduracak fazla şeyim yok henüz, çünkü hayatımın büyük bir kısmı ajandanın barındıracağı bir boyutta plan gerektirmeyecek şekilde, belirsizliği tavan yapmış durumda ilerliyor. Ufak tefek eğlenceli şeyler yazdım şimdilik içine, mesela 21 Eylül'de Hobbit'in ilk basımının yıl dönümü şerefine bütün dünyada saat tam 11:00'de gerçekleştirilecek olan "Hobbit'in İkinci Kahvaltısı" etkinliğini yazdım. Onun dışında sevdiklerimin doğum günleri gibi tipik şeyleri ekledim. Ve ALES'in başvuru tarihi gibi daha genel şeyleri.

Üniversitede birinci sınıftan son sınıfa kadar gayet düzenli bir şekilde ajanda kullandım. Bu alışkanlığı kazanmamdaki en önemli sebep, okulda neresi olduğunu hatırlamadığım bir yerlerden bulduğum, Bilkent Üniversitesi'nin öğrenci ajandasının elime geçişi oldu. Önce sadece sınavları, ödevleri ve proje teslimlerini işaretledim, daha sonra bunlara ek olarak Operational Research Kulübü'nün toplantılarıyla doldu sayfalar. O zamanlar ajandalarım deli gibi dolardı. Bu çok güzel bir his. Mezun olduktan sonra ajanda kullanacak pek bir durumum olmadı. Yine de bugün o ajandayı satın alıp içini ufak tefek şeylerle doldurmaya başlayınca yeni bir başlangıç yapıyormuşum gibi hissettim. Okuldan kalma bir yönelim olsa gerek; Eylül ayı her ne kadar doğanın yavaş yavaş uykuya geçtiği bir ay olsa da, bana daha çok etrafın "cümbüşlük"ten arınıp şöyle bir silkelenişini, yeni bir şeylerin başlangıcını çağrıştırıyor. Yeni bir yaş, yeni bir dönem, doldurulacak bomboş bir ajanda... Eylül ayını sevmeyenleri hiç anlayamam. Temmuz'dan çok daha güzel olduğu açık mesela ("Bunu burada tartışmayacağız herhalde!"). İlkbahar aylarıyla sağlam bir kapışma olur.

***

Aman efendim, ne varmış yani şurada iki kelamda bulunacaksak? Bir şey olduğu da yok zaten, anca bir cümbüştür gelip gidiyor; bak, kelimeleri de tekrar tekrar kullanmaya başladım zaten. Hem, aklımdan geçenleri ve geçmeyenleri anlatmaya kalksam zaten batırmayacak mıyım? Büyük yazarlardan olup da, ne yazmak istediğimi onlar kadar iyi bilseydim ya şuracıkta. Ama çok büyük olasılıkla onlar benden daha kayıplar, çünkü her şey gibi bu da bataklık gibi kendi içine çekiyor insanı, çözüm bulmaya çalıştıkça daha fazla soru. O zaman cevapları sorgulasak? Yapmadığımız şey değil. O zaman bütün dişliler kendi kendilerine çalışadursunlar, biz de Modern Times'taki Charlie Chaplin gibi aralarından geçip duralım. Keşke o gülümseme bizde de olsa.

"Gülümse, umudunu kaybetme, başaracağız."

Charlie Chaplin olabilmek, dişlilerin arasında gülümseyebilmek demek midir o zaman? O yüzden mi bizim zamanımızda Charlie Chaplin gibi çok iyi bir aktör olmaktan öte insanlara umut veren, içlerini sevgiyle dolduran bir insan yoktur? Onun cesareti kimsede yok mu? Filmler sessizken daha çok mu konuşuyorlardı yoksa? Teknoloji bizi tembelleştirdi mi? Düşünmez, risk almaz mı olduk? Her şeyi bilgisayarlar yapınca yaratıcılığımız dibe mi vurdu? Yoksa kelimeler ağzımıza mı tıkıldı? Boğazımıza mı takıldı? Yoksa oraya bile hiç gelmedi mi? Soru işaretlerinin sonu yok, Charlie Chaplin'in takıldığı dişliler gibi dönüp dolaşıp aynı yerlere geliyoruz. Evet, belki de biz Charlie Chaplin değiliz, belki de biz onun takıldığı, İngiliz anahtarı ile sıkmaya çalıştığı dişlileriz. En nihayetinde, Charlie Chaplin ile dişliler de birbirinden ayrılmaz hale geldi. Üstelik her ikisi de bundan şikayetçi gözükmüyor. Fakat ikisinin şikayetçi gözükmemelerinin sebebi başka. Dişliler aslında şikayet de edemezler mesela; ama bu ufacık ayrıntıyı burada atlayalım. Zaten nasılsa bir şey anlatmaya çalışmıyorum. Şimdiye kadar hiçbir şey anlamadıysanız, bundan sonrasını anlamayı da beklemeyin, şimdilik çok değişeceğini sanmıyorum. Eğer bir değişiklik olursa size söylerim "Bunu anlamaya çalışın" diye. O zaman olacakları tekrar gözden geçiririz. Şimdiye kadar çoktan bıkmadıysanız tabi.


***

Daha da yokmuş ki bir şey. Şikayet etmeye meyilliyiz ya hep hani, başka bir şey yapmak, yeni düşünceler üretmek o kadar zor ki. Çözüm adamı olmak zor iş. Benim aklıma daha çok sorular geliyor şimdilik. O kadar çok soru soruyorum ki; biriktikçe birikiyorlar, bir kısmını unutuyorum, sonra yenileri geliyor. Aslına bakıldığında, "soru" ile "sorun" da birbirinden çok farklı şeyler, bu ikisini burada niye karıştırdığımı da anlamış değilim (yine de en sonunda bu karışıklığın farkına varabilmem içimde bir umut ışığı doğurmadı değil hani). Bir sorunu çözmek için çözüm bulmak, çözümü bulmak için ise doğru soruları sormak, soruların kesin olma zorunluluğu olmaksızın, en azından doğruya yakın cevabını almak ve bu cevapları bir daha sorgulayıp geçerliliğinden emin olmak lazım. Çok az insanın bu kadar vakti olur halbuki; hayat ilk çağlardan beri insanları alelade ama çabuk çözümler bulmaya itelemiştir. Örneğin bir ayıdan saklanması gereken insanoğlu için dört tarafı kapalı, dayanıklı bir sığınak elbette ki daha güvenlidir; ama insanoğlu harekete geçmesi gerektiğinde asla böyle bir çözüm yoluna gitmez, çünkü bu çözüm yolu çok uzun zaman alır, eğer ayı etraftayken o sığınağı inşa etmeye kalkarsa, adam o sığınağı inşa edene kadar ayının onu kapacağı kesin. Öte yandan, ayıyı atlatmak için ölü taklidi yapmak, ya da bir ağaca tırmanmak, ya da buna benzer başka bir şey; bunların hepsi çok kısa zamanda bulunup uygulanabilecek, ama güvenilirliği az ve geçici çözümlerdir. İşte bu ve bunun gibi pek çok şey, insanoğlunun dünya üzerindeki varlığının ilk zamanlarından bu yana içgüdülerinde ve düşünme sürecinde biyolojik ve psikolojik olarak yerini aldı. Binlerce yıldır insanoğlunda biriken bu "acil çözüm bulma" alışkanlığı beynimizdeki karar verme süreçlerine öyle kalıcı şekilde yerleşti ki, bugün hiçbir ani tehlike altında kalmadığımız ve çoğu zaman rahatça karar verip, kararımızı uzun dönemde uygulamaya sokabileceğimiz hallerde bile böyle yap(a)mayarak, ufak adımlarla kısa dönem çözümleri uygulamaya çalışıyoruz. Yani, insanın bir şeyin ona kısa vadede yarar sağlasa da uzun vadede zarar verebileceğini, ya da kısa vadede zarar verse de, uzun vadede büyük yarar sağlayacağını görmesi sürecin hemen başında meydana gelen bir şey değil, böyle davranmaya alışkın değiliz. Bunun hangisinin geçerli olacağını görmek için ise ciddi bir karar analizi gerekiyor. Olaya sistematik bir açıdan bakıldığında, bunun için çeşitli yöntemler mevcut; ben hepsini çok iyi bilmiyorum ama maliyet-kâr analizi (maliyeti kârdan fazlaysa yapma, değilse yap), SWOT analizi (güçlü yanların, zayıf yanların, fırsatların ve tehditlerin belirlenmesi), başabaş analizi (yaptığın şey belirli bir büyüklüğe -başabaş noktası- gelene kadar sana zarar getirir, belirli bir büyüklüğe eriştikten sonra fayda sağlamaya başlar) gibi pek çok şekli var ve inanılır gibi gelse de, gelmese de, bunlar sadece mühendislik dalında değil, belirli bir bakış açısıyla günlük hayatta da rahatlıkla kullanılabilecek ve sonuç verecek şeyler. Bunlara ek olarak, sistematik açıdan bakmadığımızı sandığımızda bile aslında süreç her ne kadar rastlantısal ilerliyor gibi gözükse de, bizim adımlarını teker teker göremediğimiz deterministik bir süreç mevcut onda da, yani bir karar verirken beynimiz yine birtakım verilerden yardım alıyor; ama biz bu verileri alıp da ne yaptığını bilmediğimiz için pek de sistematik gelmiyor bize. Zaten belki o verilerin ne olduğunu, onları beynimizde tam olarak hangi adımlarla, nasıl kullandığımızı ve çıktıların tam olarak ne anlama geldiğini bilseydik, bugün bilim büyük ihtimalle şimdikinden çok daha kolay olurdu. Bununla beraber tabi ki insanların yanlış kararlar verdiği, yani diğer bir deyişle karar verme sürecinden yanlış çıktı aldığı zamanlar da vardır; bunun sebebi en temel bakış açısıyla yanlış girdi veya yanlış işleme olabilir; ama yeteri kadar ölçüm yapıldığında bu hata payıyla ilgili olarak da istatistiksel boyutta bir çıkarım yapılabileceğini düşünüyorum. İşte hiç beklemediğim bir anda endüstri mühendisliğiyle sinirbilimin birleşebileceği noktalardan biri. Peki ben kendimi şu an nasıl hissediyorum? İşte böyle: