samuel beckett etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
samuel beckett etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Mart 2013 Cuma

Adlandırılabilen

Şarkılar kafamı karıştırıyor. Etrafta uçuşan sözler kafamı karıştırıyor. Gecenin bu saatindeki yorgunluğum ve bıkkınlığım her şeyin üzerine yapışmış, sigara kokusunun yapışıp kalması gibi. Anlatabileceğim bir iki şey olduğunu biliyorum. Yine de anlatmaya da mecalim yok. Bunu uyumaya bile mecalim olmamasından anlamalıydım ve belki de bu işe hiç bulaşmamalıydım. Yine de, yarın erken kalkınca başımın külçe gibi olacağını bile bile, bu işe kalkıştım; çünkü bugünden bir şeyler kalması gerekiyordu.

Boğazımdaki yumruk hala duruyor. Bu yumruk hevesime, öğrenme isteğime, arkadaşlarıma duyduğum sevgi ve güvene, başarma isteğime sıkılmış yumruğun ta kendisi; yapacağı her şeyi yaptıktan sonra, her şey bitince, gelip yerleşti boğazıma. Bu yumruk, uyumsuzluk. Uyumsuzluk. Kelimeleri anlamlarını doğru düzgün bilmeden kullanıyorum; bunu daha önce okumuş ve hakkında yazılandan en ufak bir şey anlayamamıştım. Üstelik bunların eve dönerken aklımdan geçenlerle en ufak bir ilgisi bile yok. Sadece her şey bir an önce olsun ve bitsin istemiştim; çünkü hepimizin bir şekilde yoluna devam etmesi gerekiyordu.

İnsan aslında sadece tutunacağı gerçek bir neden olmadığında kendisini kandırıyor. Bunu yaparken kendisini kandırmak zorunda olduğunu bilmesi ise olayı daha da trajikomik hale getiriyor. "Ağlamayın".

Çaresizliğimizin tam ortasında; yarınki sessizliğimizi, sessizliğin içindeki bağırışlarımızı şimdiden getirebiliyorum gözümün önüne.

Tam bu sırada Samuel Beckett'ın kitabının son kelimeleri geliyor aklıma; birden aydınlanıveriyor kelimeler:

"(...) ben olacağım, sessizlik olacak, sessizliğin içindeyim, bilmiyorum, hiçbir zaman bilmeyeceğim, sessizliğin ortasında bilmek mümkün değildir, devam etmek gerekiyor, devam edemem, devam edeceğim."


11 Eylül 2012 Salı

Defterdarlar Sokağı'nda yüzü buruşmayanlar

Ne biliyorsak yutalım gitsin, herkes yoluna baksın ve kazandığımızı zannederek kendimizi avutalım. Yetinmesini bilmeyen, hep fazlasını isteyenin ıslak imzası... Ben yazdığım cümleleri hiç silmem ki buralarda. Koskoca bir kayıp olurdu, boşluk içinde bir kayıp. Eksiyle eksinin çarpımı artı yapmıyordur belki de; abartmayalım. Çöllerde dolduk taştık, etrafı görmez olduk, gözlerimize kum girdiği için görmüyoruz sandık; halbuki görecek bir şey de yoktu aslında, uçsuz bucaksız tepelerden başka. Onu gördüğümüzü neden saymıyoruz o zaman? Çünkü bize bir faydası yok. Faydası yoksa çöpe atarız, bir daha yüzüne bile bakmayız. Yüzüne bakmıyorsak gözüne neden bakalım? Ya yüzüne değil de, sadece gözüne bulaştırmışsa? O zaman bulanıklıklar arasında bir bulantı gelir bulur bizi; gözlerimizle kulağımız uyuşmaz; taşlar yerinden oynamıştır bir kere. Biyolojik dolambaçlardan geçip dünyaya baktık; yön tabelası işleri daha da karışık hale getirdi. Bilmedik, anlamadık, anlamaya çalışırken elimiz kolumuz bağlı oturduk. Sonrası ise çöllerden çıkış; vadilere iniş; çöken sis. Değişti sandık; ama değişmemişti. Değişmedi derken de değiştiğini biliyorduk. O zaman ağlayıp sızlanmak niye? Kelimelerden kaçalım, ellerimizi bağlayalım, ayaklarımızla yürümeye devam edelim. Yine bir şey değişmedi; yine yolumuzu bilmiyoruz. Boşu boşuna uğraşmadık yine de; bulunduğumuz yer değişiyor gibi sanki. Belki de hiç değişmiyor; belki biz değişiyoruz. Belki vadinin yukarısından uzatılan halatlar değişiyor zamanla; ama kancamız yok; ya ellerimiz kanaya kanaya; ya da boşlukta uğraşarak. Yazdıklarım gerçekten beni mi yansıtıyor; emin değilim. Başka biri oldum galiba; ya da bu kişi olmayı istemediğim için böyle söylüyorum. Bilmemin imkanı yok. Beckett'ın neden paragraf başı yapmadığını anlar gibi oldum biraz; aslında arada hiç boşluk yok ki. Baş yok, son yok, orta yok; her şey akışkan, kurabiye yaparken poşetten bardağın içine dökülen şeker gibi biri diğerini çağırıyor; binlercesi var; gördüğümüzü sanmıyoruz bile; halbuki sandığımızı sanmıştık. Kimiz biz? Anlık değişimler? Artık ben olmayan ben? Yeni bir ben? Ben bir yeni? Eller kollar uçuşuyor havada ama diskolarla alakası yok bunun; evet bu karmaşada disko kelimesi biraz şaşırtsın sizi; hafif iğrendirsin; hafif karıştırsın; biraz da hoşunuza gitsin belki. Sizler ve bizler diye ayırmışız nasılsa; oysa insan yalnız ki. Onu "başkası" olarak gören kimse olmasa bile o kendisini "başkası" olarak gördüğü için yalnız. Her şeye kendi açısından baktığı için yalnız; kendi bakışından başka açıları görmediği, göremediği için yalnız. Bunda korkulacak, garipsenecek bir şey yok. Hem birlikteyiz, hem yalnızız; üstelik şarkıdaki gibi arada "ama" bile yok; yani vaziyet bundan çok daha iyi. Kayıplarda buluştuk belki; biraz daha derini kazarsak "Dünyanın Merkezine Yolculuk". Dünyanın merkezine yolculuk da eski zamanlara yolculuk, tozlu bir otobüsteyiz; garip bir kumaş. Çöllerden çıktık, vadileri geçtik; şimdi tozlu bir otobüs bizi bekliyor; zamanın derinliklerine uçurmak için.

Cümleleri silmemek için hiç yazmıyorum artık. Arada bir paragraf başı herkesin hakkı; yoksa kimse okumaz artık beni. Uzun yazılar sevilmiyor; herkes benim kadar sabırlı değil. Bak; "Birilerinin okuması için yazmıyorum" derken, uzun yazılar okunmadığı için kısa kesmeye kalktım. Dolaplar boştu; koskoca bir leğen, içinde kirli bir su ve köpükler. Düşünmemem gereken şeyi düşünmemek için yapıyorum bunları. Sözde saçma gibi görünse de, gerçekte bir o kadar mantıklı. İnanamazsınız. Belki inanırsınız, çünkü inanmak mantık gerektirmez. Mantıklı düşündüğünüz zaman vardığınız sonuç inanmak değil, görmektir. Emin olmadığınız şeye inanırsınız. Yine de konuyu toparlamayalım bir yere. Belki daha sonra. Şimdi gittiği kadar böyle gitsin; hızlı yazdıkça beynim oyalanıyor. Bir noktadan sonra pes edecek; biliyorum. Arada yine ufak tefek ataklar yapıyor ama bastırmasını biliyorum; tek yapmam gereken tuşlara daha hızlı basmak. Buna rağmen, son cümlelerdeki akıcılığın farkına varmışsınızdır belki. Üstelik artık beğenmediğim kelimeleri silip yenileriyle de değiştirmeye başladım. Ne oluyor; açılıyor muyum? Bütün bunlar her şey başlamadan önce çıkmış sözcükler topluluğu muydu şimdi? Hani konsere çıkmadan önce yapılan ses alıştırmasında çıkan garip garip sesler gibi diyorum... Sanmıyorum. Yine de bu durum biraz daha farklı; ben belki bütün konseri böyle götürürüm. Belki benim konserle de işim yok; en nihayetinde hangi şarkıcı bütün konseri ses alıştırmaları sırasında çıkardığı garip seslerle geçirir ki? Belki bu aynı şey değildir ama, o kadarını bilemiyorum.

Açıklık istemiyorum, hiçbir şey açıklığa kavuşmasın hadi. Olasılıklar denizinde yüzmeye devam. Şu ana kadar şunu yazmamış olmam kabahat zaten. Niçin bu kadar bekledim? Ben de bilmiyorum. Komik değil; kolay da değil. Üstelik yavaşladım da. Ben kendimi ona açtıkça o daha yavaş geliyor sanki. Korkuyor mu? Ben daha kolay kabulleniyorum artık; belki gerçekten de tongaya düşmemişimdir bu sefer.

Biraz sussun şimdi. Tam şu an.

Vincent van Gogh, Vase With Fifteen Sunflowers (On Beş Ayçiçekli Vazo)

***

Komik olduğunu sanmışsın ama hiç de öyle sayılmaz. Daha iyiyim yalnız, daha az korkuyorum. Saf yanım daima biraz "çen çen"; onu susturmak istemiyorum ama bazen "E bi yavaş" da demem gerektiğini hissediyorum. Biraz daha anlaşılır olayım istiyorum bu sefer; yeter kendimle bu kadar uğraştığım. Sekiz yıllık emektar gözlüğümün vidaları yıprandı, artık tutmuyor. Bazen sadece kendimi başkalarının yerine koyuyorum; kabıma sığamıyorum. Sığmak da istemiyorum ki. Koskoca dünyada niye tek bir kişi olayım; empati kurup başka herhangi bir insan olabilmek varken... Yine doğru düzgün anlaşılır şeyler yazayım derken sosyal mesaj vermeye başladım; bu alışkanlığıma da biraz uyuz oluyorum hani... Siz beni bugün pek dinlemeyin bence, baya da bir bulamaç oldu bu zaten. Bu seferlik belirli bir sebep sonuç ya da özne nesne ya da nitelik ilişkisine bağlı bir şeyler yazmaktan vazgeçtim belki; ya aklıma gelmiyor, ya da uğraşmak istemiyorum, ya da başka bir şey. Başım ağrımaya başladı. Amacımın bu olmadığı kesin; ama beynime kısa devre yaptırmayı başardım galiba.

22 Temmuz 2012 Pazar

Yüzsüzce ne olduğunu hala bilmediğim...

Bilmediğim şeydi sanki. En sonunda yeşil çimenler sararacak, yağmurla beraber toprağın üstünde biriken suların içinde çürüyüp toprağa karışacaklardı. Suyun fazla geleceğini, çimenleri çürüteceğini, çürüyen çimenlerin en sonunda ben adım atarken botlarımın tabanındaki girinti çıkıntılara yapışan çamura karışacaklarını biliyordum. Gri bulutların altında rüzgar, insanın yanaklarını acıtacaktı. Biliyordum, olmasın istiyordum, ama olmasının gayet mümkün olduğunun farkındaydım. Bu beni yürümekten alıkoyar mı? Hayır. Adımlarım yavaşlar mı? Emin değilim. Emin olmam da biraz zor zaten. Emin olmam gerekiyor mu, ondan da emin değilim, ama aslında bu kadar derinlere inmek de başlı başına bir saçmalık. Yüzeyde tutunmak istiyorum belli ki, derinlerde fazla havasız kalmışım. Yüzeye çıkıp ciğerlerimi doldurmak istiyorum, taze havayla doldurup boşaltmak istiyorum arka arkaya birkaç defa. Suyun ortasına kadar uzanmış bir dala tutunup, kenara çıkmak istiyorum biraz. Bir yere varmak istemiş miyim o bile belli değil; yüzmüşüm, yüzmüşüm, ama nereye gelmişim, akıntı beni nereye sürüklemiş; bilmiyorum. Her zaman iyi değil bu. Nereye gideceğimi bilememem artık o kadar normal bir hal aldı ki; nereye gideceğimi bilebilerek değişiklik yapmak istiyorum. Belki de bu yüzden gecenin bu saatinde oturmuş, aklımdan geçenleri yazıyorum. Hayır, bu yüzden yazmıyorum. Gecenin bu saatinde ayaktayım, çünkü sahuru bekliyorum. Yazmamın nedeni bambaşka. Unutmak istemiyorum, kendimi bunun gayet olağan ve gerekli olduğuna ikna etmeye çalışıyorum; galiba amigdalam beni rahat bıraktığında her şey daha anlaşılır bir hal alacak. Hep buna sığınıyorum belli ki, ama en azından yavaş yavaş da olsa ani tepkiler vermemeyi öğreniyorum. Hevesimi kimsenin büyük ihtimalle en ufak bir şey anlamadığı uzun paragraflara saklıyorum; bu taktiği Samuel Beckett'tan edindim. Tahmin ettiğinizden çok daha rahatlatıcı. İnsanın kendi düşünce akışının farkında olması için bile bu kadar farkındalık gerekirken; başkalarını anladığını iddia etmek biraz ilginç. Saçma demiyorum, mümkün olduğu yerler de vardır elbette, ama bunun için tamamen ayrı, spesifik bir telden çalmak gerekiyor. Ben çok yaklaşsam da, henüz bulmayı beceremedim. Babam uyanmış, sahur için kapımı tıklattı.

***

Sahur yaptık, ben hala hiçbir şey bilmiyorum. Elimde kalan kitabı ne yapmam gerektiğini düşünüyorum. Kitabı çok sevmiştim aslında okurken, ama bende daha fazla kalmasını istemiyorum. Belki bir yenisini alırım sonra. Başımdaki varla yok arası ağrının sebebini de bilmiyorum; elimde birkaç olasılık var; bu akşam balkonda kitap okurken rüzgar yemiş olmam, ya da oruç tutmanın getirdiği kandaki glikoz dalgalanmaları, ya da bu akşam okuduğum e-mail... Sonuncusu daha olasıymış gibi geliyor, ama bir yandan burnumdaki hafif akışkanlık ilkini de tamamen silip atmamam gerektiğini söylüyor. Uyumam gerek belli ki. Kimseyi bulamadım olanları iki çift lafla anlatacak, bulsaydım ne kadarını anlatabilirdim, anlatsaydım da bu yaptığım başkaları aracılığıyla kendimi rahatlatmaktan başka ne olabilirdi, bilmiyorum. Bu sonuncusunu merak ediyorum aslında. Hayatı insanlara gönderme yapmaktan ibaret olan ergen gibi davranmaktan çok korkuyorum. Bardağımdaki soğuk suyun yarısına geldim. Önümde daha vakit var. Düşüncelerim, varla yok arası. Uykum var çünkü, hem de huzursuz bir uykum var. Sabah gözlerimi açtıktan hemen sonra yatağımın karşısındaki çalışma masamın rafında bulunan albümlere gözlerimi dikerken beynimin bana yapacağı oyunu düşünüyorum. İlk defa olmayacak, o yüzden bu kadar net konuşuyorum. Elimdeki tesellim, bunu buraya yazmak üzere önceden fark edebildiğime göre, onunla (yani kendimle) alay edebilecek olmak. Başkasının bana laf söylemesine pek izin vermiyor olabilirim, ama kendi kendimle alay etmeyi severim. Fakat artık uykudan dolayı cümleleri bilgisayara geçiremeden önce unutmaya başladım, tekrar hatırlamak için büyük çaba sarf ediyorum. Büyük ihtimalle uyumam gerek. Ama ondan önce bir bardak su daha. Kafamın içinde the middle place çalıyor; bu ... (kelime dilimin ucunda, hissediyorum, ama bir türlü bulamıyorum, uykum var) müziği yapıp, benimle paylaşan çok uzaklardaki, ama her defasında daha bir yakınımdaki o güzel insanı düşünüyorum, sonra solosu giriyor tekrar devreye. Tam bu sırada odamın penceresinden usulca girmiş bir pamukçuk gözümün önünden geçiveriyor, hava akımıyla beraber hafif hafif süzülüyor havada, hiçbir enerjiye ihtiyaç duymadan. Biraz oynuyorum onunla, parmaklarımın arasından kaçmaya çalışıyor, acelesi var belli ki. Yine de bana söylediklerini dinliyorum, the middle place ile dans ediyor, bilgisayarın beyaz ışığı önünde üzerindeki her bir çatallanışı görüyorum. O, parmaklarımın arasında süzülürken, kulaklıkta şarkı usulca devam ediyor. Şarkının sonunda serbest bırakıyorum odamın içinde uçması için, yukarılarda biraz süzüldükten sonra yatağımın üzerinde bir yerlerde gözümden kayboluyor. Şarkı iPod'da sona erdi, ama sonundaki piyano ve bas gitar ikilisi kulağımda hiç bitmemiş gibi devam ediyor. Hiç rahat bırakmasın beni, bu gece o şarkıya tutunacağım belli ki.

9 Haziran 2012 Cumartesi

Gün ışığı ve çiçek tozları

Hep şu "çay ya da kahve eşliğinde kitap okuma" olayını yapmak istemişimdir, ama şimdiye kadar pek de başarılı olduğum söylenemez. Takıntılıyım biraz galiba, ne zaman bunu yapmaya yeltensem, önce çay/kahve biter, sonra kitaba devam ederim. Çünkü bir yandan kupayı tutarken diğer yandan kitabı açık tutmaya çalışmak konusunda başarılı değilim. Aynı zamanda çayı (çoğunlukla çay içerim, ama bu aralar bir kahve sevgisi de başladı) çabuk bitiririm, ben zevkini çıkaramadan boğazımdan akıp gitmiş olur. Nadiren diğer türlüsü olduğu zamanlarda ise çay ben içmeye başlayana kadar çoktan soğumuştur, soğuduktan sonra da "sıvı alma" maksatlı kafama dikerim, öyle gider. Aslında kupanın dibinde beklemiş ve soğumuş çaya özel bir sevgim yoktur; ama nedense o çay bazı kritik noktalarda (örneğin, bilgisayarın açılmasını beklerken) hep orada, elimin altında olur ve ben onu mutlaka içer, bitiririm. İçtikten sonra da "Niye içtim ki şimdi ben bunu?" diye sorarım kendime. Bir cevabı gelmez, gelmek zorunda değildir, çünkü soğuk çayın buruk, bayat ve paslı tadı çoktan dilimin üstündeki pütürcüklere geçmiştir bile. O arada olanlar da (çayın tadının dilimdeki pütürcüklere nasıl geçtiği, benim çayı neden o tatta algıladığım da döner tadında algılamadığım gibi şeyler) bilimsel anlamda tam bir muamma.

Çay ve kitaptan bahsediyordum; evet bunu beceremiyorum; belki de buna uygun bir yerleşimi yok odamın. Kitabı genelde yatağın üstüne tüneyerek okuyorum, çayı da Friends eşliğinde yatağımın üzerine tüneyerek içebiliyorum; ama yatağımın üzerinde hem kitap, hem de çayımla duramam; bu fazla riskli. Annem yorganımı temiz tutmam konusunda son derece ısrarcı; söylediğine göre kolay temizlenmiyormuş.

Tam bu paragrafı yazarken yukarıdaki odada piyano çalmaya başladılar. Sanatı severim, sanatın ve sanatçının destekçisiyim, ama ben burada yazdığım şey her neyse ona odaklanmaya çalışırken, umarsız bir havada defalarca aynı notaya basılması biraz sinirime dokunuyor. Halbuki bir Yann Tiersen ya da Hugh Laurie olsaydı nasıl da kulak verirdim! Bu müziğe hayranlık duymasam da onu bir ölçüde sevebilirdim belki; piyanoyu çalan her kimse bir yerde takılıp, o yeri sürekli tekrar etmeseydi...

Çay içerken kitap okuyamadığım gibi, müzik dinlerken de kitap okuyamıyorum. Bunun için çoğunlukla günün sessiz zamanlarını seçerim kitap okumak için; ya da onlar beni seçer de denebilir aslında. Bu öğlen de piyanonun ilk sesleri gelmeye başladığında yine yatağıma tünemiş, Malone Ölüyor'un sayfaları arasına gömülmüştüm. Beckett zaten anlaşılması zor bir yazar; arabada hız ile vites arasındaki ilişki misali, onun kitaplarını okurken hız kazanmak için önce belirli bir süre inatla yüklenmek, gaz vermek gerekiyor; anca belirli bir hız kazandıktan sonra cümleler bir şey ifade etmeye başlıyor. İşte o zaman gerçekten, ama gerçekten zevk alıyorum. Yani kısaca, haz almak için gaz vermek gerek (Bu cümle ikinci bakışımda tesadüfen g yerine h'ye basmamla karşıma çıktı, sonra yazmaya karar verdim, sonra ondan bütünüyle nefret ettim, ama yazıdan çıkarmamaya yönelik büyük bir istek duyuyorum; çünkü nefretler de sevgiler gibi hayatın bir parçası, hayatımdan söküp atmıyorsam, yazımdan neden çıkarayım ki?). İşte ben de Üçleme'nin ilk kitabı olan Molloy'dan sonra düşürdüğüm o hızı bu öğlen ikinci kitap Malone Ölüyor'da yeniden kazanmaya çalışıyordum ki; yukarıdan gelen kulak tırmalayıcı, ama her nasılsa bir şekilde insanı gıcık ede ede kendisini dinleten piyano sesiyle irkildim. Baya bir süre devam etti bu ses, ben de inatla okumaya devam ettim. Bir süre sonra kulağımı tıkadım, ama pek işe yaradığı söylenemez, çünkü o zaman da kulağım tıkalı bir şekilde bağdaş kurmuşken, oturduğum yerde kalp atışımla vücudumun belli belirsiz sarsılışını fark ettim, bir süre de bunu dinleyip bunla kendi çapımda eğlendim. Sonra tekrar başımı kitabıma eğdim ama, hala odaklanamıyor, bir türlü kalkışa geçemiyordum (zaten düz vitesli arabayı da yerinden kaldırmayı beceremiyorum ben, ha bire stop!). Gözümün "Ama" diye bir sözcüğün üzerine takılı kaldığını fark ettiğimde kitabımı alıp, akşam üstü güneşinde cayır cayır olmuş balkona attım kendimi. Fakat burada da fazla kalamadım, sırtımı dönmeme rağmen kitabın sayfalarından yansıyıp gözümün içine içine işleyen güneş ile etraftaki çiçek tozlarının getirdiği hapşırık ve burun kaşıntısı beni orada da rahat bırakmadı.

Bir süre kitap okuyup, biraz boş boş dolandıktan sonra, biraz önce girdim içeri, ama hala aynı notalar tekrar ediyor. Aslında neşeli bir tınısı var çalınan şeyin; ama akışı çok kötü; kesilmemesi gereken yerlerde kesiliyor, yavaş gitmesi gerekirken hızlanıyor, hızlanması gereken yerde yavaşlıyor, bazen aksıyor. Başak burcunun bana getirdiği mükemmeliyetçi kafamı bir yana bırakıp, dikkatimi odaklanmam gereken yere toparlama konusunda daha iyi olmam gerek. Kitap okurken aradığım o sessizliği her yerde bulamayabilirim; ama eğer daha geniş koşullarda odaklanabilmeyi başarırsam, daha çok yerde kitap okuyabilirim ve kim bilir daha neler neler. Bu da galiba bir mesaj kaygısı. Bu da mesaj kaygısının tersi. Mesaj kaygısını öküzler tepmeli mi, bunu daha sonra düşünürüz, belki.

Ben yemek yiyip, bu yazıya baştan sonra tekrar bakana kadar akşam ezanı okundu. Piyano çoktan sustu, istek şarkı yapmak için artık çok geç. Ama ben zaten istek parçası yapmak istemiyorum. Aklımda dün Samuel Beckett'in Vikipedi sayfasında gördüğüm, bu adamın bana "şimdiye kadar gördüğüm yüzler içinde yaşlılığın en çok yakıştığı" dedirten fotoğrafını buraya koymak var. Sonra Malone ("o zaman adı oydu")...




3 Haziran 2012 Pazar

Bak, gece oldu!

Sabah yolculuklarını sevmem, çünkü uykulu olurum.

Akşamüstü yolculuklarını severim, çünkü varış noktasına gittikçe yaklaşırken, alçalan güneşin yumuşak ışığıyla kitap okumak çok zevklidir.

Gece yolculuklarını da severim, kulakta güzel bir müzikle (şu sıralar kişisel seçimim Pearl Jam ve Radiohead'den yana) ay ışığının düştüğü ağaçlı tepeleri seyrederek ilerlemek beni çok rahatlatır, algılarımı, düşüncelerimi açar. Açtı da, nitekim.

Dün İstanbul'a gidip geldim. Sabahki yolculuk hakkında söyleyebileceğim pek bir şey yok; nasıl olduysa saat 6'da pek zorluk çekmeden gözlerimi açabildim, 8'e doğru otobüsteydim. Otobüste USB girişi yoktu, böylece getirdiğim bir sezon Friends işime anca dönüş yolunda yarayabilirdi, o da belki. Gayet konuşkan, biraz da sakar bir muavinle (servis arabasının ayaklarını tam kaldırmamış, ayaklar birden yere kapanınca üstündeki poğaça kutusundan üç poğaça yuvarlanıverdi yere) yola çıktık. Biraz kitap, biraz müzikten sonra uyuklamaya başladım. Mola yerinde hava gayet güzeldi, otobüsün kalkmasını beklerken arka taraftaki koruya takıldı gözüm. Sonra otobüsün kalkış zamanı geldi, sonrasıyla ilgili ise pek ilginç bir şey yok. Yalnız yolda giderken aklıma geçen seferki İstanbul-Ankara yolculuğumda önümde oturan iki kız çocuklu aile geldi; kızlardan biri 4-5 yaşlarında sarışın, hafif toparlak yüzlü, saçları iki yandan tepeden at kuyruğu yapılmış bir çocuktu, diğeri de anca 5-6 aylıktı, kafasında daha tüy tüy saçları vardı ama ablasının bir kopyası olacağı düğme burnundan ve meraklı bakışlarından belliydi. İkisi de gayet sevimli çocuklardı. Tünellerden birine girdiğimizde anne-babasından biri (hangisi hatırlamıyorum) büyük çocuğa "Bak, gece oldu..." dedi ve kız da buna inandı, gayet şaşırmıştı. Aynı şeyi bizimkilerin de bana yaptığını hatırlıyorum (düşünerek çıkarıyorum da denebilir aslında) ve inanır mısınız, 15 yıl vardır belki bana bu olalı ve o kadar küçük bir olay olmasına rağmen hafızama nasıl kazınmışsa, yanlış veya eksik de olsa hatırlıyorum. Ben çok küçükken, büyük ihtimalle bu kız kadarken bir yolculuğumuzda biz de büyük ihtimalle bir köprüden geçmiştik ve bu benim aklımda yıldızlı bir gece olarak kalmış. Fakat şimdi düşününce o kadar çabuk gece ve gündüz olamayacağını ve hem gece hem de gündüz sürecek kadar uzun bir yolculuk yapmadığımızı hatırlıyorum; bu yüzden büyük ihtimalle ya rüya görmüştüm, ya da annemler bana da bu kıza anne-babasının yaptığı şeyi yapmışlardı ve ben yıllardır aklıma geldikçe bu durumu çözmeye çalışıyordum. Çok çılgın. O kızın kafasına takılır mı acaba, o da benim gibi yıllar sonra bir gün hala bu konu üzerinde düşünüyor olabilir mi? Bence gayet mümkün. Söylediğiniz şeylerin çocuklarınızın üzerindeki etkisi böyle olabiliyor işte; dikkat etmek lazım.


Dudullu'da inip kendimi Tuzla servisine attım; adam beni Tuzla'da otoyolun kenarında biraz garip bir yerde bıraktı, işte resmi elbisem ve topuklu ayakkabılarımla yine otoyol kenarındaydım. Yaklaşan neredeyse ağzına kadar dolu Harem-Gebze dolmuşuna isteksiz bir şekilde işaret ettim (bu dolmuşlardan ilk nasibimi geçen sene almıştım); binip, gideceğim yerden geçip geçmediğinden emin oldum. Geçtiğini öğrenince paramı uzattım, neyse ki bu tip durumlarda genellikle hazırlıklı davranırım; dolmuş paramı yolculuktan dolayı iyice çıfıtçı çarşısı kıvamına gelen çantamın içinden çoktan çıkarmıştım; böylece topuklularla Harem-Gebze dolmuşunun basamaklarında demirlere asılı yaşama konusunda yaşayacağım sıkıntıları biraz hafifletmeyi başarmış oldum. Harem-Gebze dolmuş yolculuğum sadece 3-4 dakika gibi kısa bir zaman dilimini kapsamış olsa da ruhsal olarak yarattığı çöküntüyü bu kadar basite indirmenin pek de doğru olmayacağını sanıyorum. Kenarında bıraktığı üst geçitten geçerken kafamda bu konuya dair pek bir şey barındırmamak için içten içte bir savaş verdiğimi itiraf ediyorum.

Üst geçidi geçip biraz yürüdükten sonra daha önceki gelişlerimde teptiğim yola gelmiş oldum. Bu daracık yola alıştım artık; hatta biraz biraz sevdiğim bile söylenebilir. Bu yola bir de şarkı ataçladı benim beynim; sanırım ikinci ya da üçüncü geçişimdi; giderken mi, dönerken miydi tam hatırlamıyorum ama, kulağımda Midnight in Paris filminin müziklerinden (ne gece yarısıydı, ne de Paris'ti halbuki, gün ortasıydı ve Tuzla'ydı; ama bazen olur böyle şeyler) biri olan La Conga Blicoti eşliğinde kenardan kenardan "strutting Leo" misali yürümüştüm. Öylece kazındı beynime, bir sonraki gidişlerimde de hep aynı şarkıyı aradım yürürken, dinlemediysem de mırıldandım. Biraz yoldan bahsedeyim, uzun ve dar ama gayet aydınlık bir yoldur bu yol, özellikle yan tarafındaki E5 kara yoluyla karşılaştırıldığında fazla işlek değildir. Yan tarafında dar bir kaldırım vardır, bu kaldırım çoğu yerlerde eğri büğrüdür ve belirli aralıklarla yerleştirilmiş lambalar ile kaldırımın kenarından fışkıran çalı çırpı yürümeyi, özellikle de topuklu ayakkabı ve tekerlekli bavul ikilisiyle yürümeyi zorlaştırır (bu ikiliyle bundan çok daha zorlu ortamlarda uğraştım, o ayrı). Bu yüzden bazen kaldırımı kullanmam, taşıt yolunun kenarındaki beyaz çizgiyle kaldırımın arasındaki dar şeritte yürürüm, bu sırada arkamdan gelen araçları dikkatli takip etmem gerekir; çünkü bu yol başta Gebze-Harem dolmuşları olmak üzere traktör, otomobil gibi pek çok araç tarafından kullanılır. Bu yürüyüş sırasında "Bu kızın böyle iki dirhem bir çekirdek ne işi var buralarda, olsa olsa dolmuş arıyordur" mantığıyla "Dolmuş geldi, bilgine" havasında korna çalan dolmuş şoförleri gerçeği de söz konusudur; yapılabilecek en iyi şey kaale almamaktır; çünkü bu dolmuşların hepsine el kol hareketiyle dolmuşa binmek istemediğinizi anlatmanız sizin için biraz problemli bir durum ortaya çıkarabilir. Yine de dolmuş trafiği bu yan yolda insanı fazla rahatsız edecek düzeyde değildir; çünkü büyük çoğunluğu yandaki alt geçidi kullanır. Trafik akışı çoğu zaman kaldırımdan inip yolun kenarında yürümeye gayet elverişlidir.

Eh, varacağım yere vardım, arada da oldu bir şeyler. E sonuçta Ankara'dan kalkıp bir gazla Tuzla'ya gitmemin bir nedeni vardı doğal olarak. Fakat bilirsiniz, "What happens in Tuzla stays in Tuzla" (ben yine bir kısmını anlattım, en azından anlatabileceğim kısmını). Dönüş yolunda yine aynı yerden bu sefer karşıdan gelen araçları görebilecek yönde yürürken, yaşlı bir amcanın kullandığı bir traktör, arkasındaki kocaman kocaman naylonları döke saça yanımdan geçti, topuklu ayakkabılarımla bu naylonlardan birinin üzerinden geçip yoluma devam ettim (neyse ki kazandığım deneyimlerle topuklu ayakkabı konusunda gitgide daha iyi duruma geliyorum). Bana daha önce bir defa çok verimsiz bir ulaşım tavsiyesi veren güvenlikten aldığım ikinci vasat tavsiye ile (tabi ki bunu denedikten sonra görecektim) "130Ş" isimli ilginç bir otobüs hattında buldum kendimi. Bir insan bir otobüs hattına niye "130Ş" ismini koyar? Hadi 130'u bir kenara bırakalım, "Ş" harfini seçmek için nasıl bir sebebe sahip olmuş olabilirler? 130Ş varsa, niye "845Ğ" yok? Gelecekte olması ne ölçüde olasıdır? Bütün bu sorularla beraber kendimi otobüsün içindeki onca boş yerin arasında, en güneşli yerlerden birine otururken buldum (kafamda neler dönüyordu, neler, otobüs hattının adı bunlardan sadece biri). Bir süre geçtikten sonra, ben kucağımda beş yüz ayrı eşyayla beraber telefonla konuşurken yanımdaki kadının kalkmak istemesiyle beraber eşyaları kucaklanıp yana dönmem gerektiği gerçeğiyle yüz yüze kaldım; ne kadar elimden geleni yapsam da bu dönüşüm kitabımın kucağımdan uçup içindeki kendi yapımım Doctor Who kitap ayracım ve yapışkan ayraçlarımın son hız giden otobüsün açık kapısının yakınına savrulmasıyla son buldu; neyse ki ben eşyalarımı yandaki koltuğa atana kadar teyze yere saçılan eşyaları topladı ve bana teslim etti. Doctor Who ayracım otobüsün açık kapısından uçup gitmediği için çok mutluyum.

Daha sonra cam kenarına geçmemle beraber güneşle kucak kucağa gitmeye başladık, bu arada otobüs doldukça doluyordu. İnmem gereken durağı az çok bilsem de yardıma ihtiyacım vardı, Bostancı'nın yakınlarında bir yere varmamın bu kadar uzun süreceğini tahmin etmemiştim. Yanımdaki abiyle beraber telefonumdaki harita üzerinde gerçekleştirdiğimiz kısa bir fikir alışverişinin ardından inmem gereken yeri kararlaştırdık. Otobüsten inip topuklularla bir üst geçit macerası daha atlattıktan sonra zar zor bulduğum taksiye binip, neyse ki bir servet ödemeden (daha önceki bir iş görüşmesi deneyimimden buraları biraz öğrenmiştim) otobüs şirketinin şubesine adımımı attım. Orada da biraz macera yaşamadım değil; "Yuh artık, otobüs şirketinin yazıhanesinde de ne macerası yaşadın!" diyebilirsiniz; ama binmem gereken servise yetişememişim mesela. Bir sonraki servise bindiğimde "Kolay bulabildiniz mi?" diye bir soruyla karşılaşınca bakışımı çevirdiğim yerde sabah beni bırakan servis şoförünü buldum.

Dudullu'daki hareket noktasına vardığımızda etraf normalin üzerinde kalabalıktı. Yazıhaneye gidip otobüsümün gelip gelmediğini sorunca "Bir saat rötar var" cevabını aldım. Dışarıdaki banklarda bir yerin boşalmasını bekleyip oturdum, daha sonra su almaya gittiğim zamanı saymazsak, yaklaşık iki saatlik bir süreyi bankta geçirdim. Bu sırada iki kızla muhabbet kıvamına geldim, Molloy'u okudum, bolca of çektim, etrafı gözledim, bir-iki defa telefonla konuştum. Otobüsüm gelmesi gereken saatten iki saat on dakika sonra geldiğinde kendimi koltuğuma attım. En önde, şoförün arkasındaki koltukta oturduğum için etraftakilerin yüzlerini gözlemleyip, suratlarındaki sıkkınlık ifadesini görme fırsatım da oldu.

Aslında daha önce hiç en ön koltukta uzun yolculuk yapmamıştım (genelde orta kapı civarlarında penceresi bölünmemiş sıralardan tercih ederim), her ne kadar herhangi bir aksilik durumunda oldukça tehlikeli bir yer olup, aynı zamanda da muavin-şoför geyiklerine ve şoför müziklerine kulak misafiri olma dezavantajlarını barındırsa da, yolculuğun gidişatı bakımından çok zevkliymiş bu koltukta seyahat etmek. Saat sekize yirmi kala anca otobüse binebilmemden ötürü, otobüste kitap okuyacak çok fazla "aydınlık" zamanım kalmadı, bu zamanı iyi değerlendirip güneş batana kadar Samuel Beckett'in Molloy'unu okudum. Yolda Samuel Beckett okumak çok zevkli. Bundan önce bir defasında da Murphy'yi bitirmiştim yolda, o kadar hoşuma gitmişti ki, gaza gelip kitabın arka kısmındaki tanıtımları da okumuştum. Bu sefer de gayet keyifli ve huzurlu oldu, hatta şunu söyleyebilirim ki, bunun keyfini kolay kolay unutabileceğimi pek sanmam.

Çok saçma bulabilirsiniz, ama güneş batıp da ortalık yavaş yavaş kararmaya başladığında kararsızlıktan kendi kendimi yiyordum: Biraz daha mı kitap okusaydım, yoksa yavaş yavaş müzik dinlemeye mi başlasaydım? Kitap okumaya başlamadan önce yolculuk sırasında beni idare etmek için canını dişine takan emektar iPod'umu otobüsün USB bellek çalıştırmayan USB girişine takıp biraz şarj etmeyi başarmıştım. Fakat müzik dinlemeye başlarsam bir süre sonra gözlerimin kapanacağından korkuyordum, bu gerçekten sinir bozucu. Evde de uyuyabilirdim, ama evde o manzaraları bulamazdım! Bir yandan kitap okumak da yavaş yavaş uykumu getiriyordu, uykum geldikçe de daha zor odaklanıyordum. Aynı zamanda otobüsün tavanından gelen yapay ışıkla kitap okumak da pek çekici gelmiyordu. Bir süre bu ışıkla kitap okuyup, moladan sonra muavin içecek servisi sırasında bütün ışıkları açtığı zaman devam etmek düşüncesiyle kitabı kapatıp müziğe geçiş yapmaya karar verdim. Zavallı iPod'um çok eskidi; kulaklık girişi jakı bozuk ve neredeyse hiç şarj olmuyor. Eğer tama yakın doldurup, önceden oluşturulmuş bir playlist'i fazla gidip gelmeden ve ekranı aydınlatmadan dinlersem üç-dört saat dayanıyor. Ben de bunun için çok eski zamanlardan kalma bir Pearl Jam playlistini açıp öylece bıraktım. O playlistteki şarkılar teker teker yolu doldurdu. İlk başlarda yine biraz uyukladım; mola yerine yaklaşmamızla beraber ışıkların açılmasıyla gözümü açtım. Mola yerinde alelacele ağzımı yakarak yediğim peynirli gözleme bütün yol boyunca düşüncelerimi süslemişti, sabahtan beri sadece küçük bir poğaça yemiştim.

Otobüse tekrar bindiğimizde karar verdiğim gibi kitaba gömüldüm, ışıklar kapandığında tekrar müziğe geçtim. Kitap okurken müzik dinlemeyi beceremiyorum zaten, ikisine de kafamı veremiyorum, böylece ikisini de doğru düzgün yapamamış oluyorum. Gecenin içinde ilerliyorduk, otoyolda giden araçların dışında neredeyse hiç ışık yoktu. Otobüs şoförünün farları nasıl kullandığını takip ettim; kamyonların yanından geçerken önce uzunca bir süre selektörle uyarıp, daha sonra hızlanıyordu. Uzun farların yeni dökülmüş asfaltın üzerindeki yeni boyanmış çizgileri ışıl ışıl ortaya çıkardığını izledim. Bolu civarlarındayken, Ay'ı göremesem de, uzakta aydınlattığı tepeleri görebiliyordum. Havadaki hafif sisin eşliğinde bu tepeler, uzaklıklarına göre kopkoyu yeşilin çeşitli tonlarına bürünmüşlerdi. Bu görüntü aklıma kazınmış durumda, otobüsün ön camının getirdiği kısıtlı görüş imkanıyla bile bir tablo gibiydi (aslında tablolar bu manzaralar gibidir, ama biz gerçeklerinden fazla uzaklaştık). Bir yandan kulağımda Pearl Jam vardı, zamanında o playlist'i bugün için hazırlamışım sanki. Around the Bend, I'm Open, Present Tense, Hard to Imagine geldi; sonra da başkaları. Dışımdan sadece dudaklarımı oynatsam da, içimde yüksek sesle eşlik ediyordum, hepsi de otobüsün yan ve arka taraflarında "Adını Feriha Koydum"u seyre dalmış o insanların kaçırdığı o büyüleyici manzara sebebiyleydi ve onun içindi.

Yirmi güzel şarkı boyunca devam etti bu; bu sırada Ankara'ya gittikçe yaklaşmıştık, saat de iyice ilerliyordu. Pearl Jam playlist'i bitince Radiohead'e geçiş yaptım, ama bunun için hazırladığım bir playlist yoktu (belki de bir sonraki yolculuk için hazırlamalıyım bir tane); bu yüzden bütün şarkı listesini açtım. Bir süre daha Radiohead eşlik etti; biraz daha şarjım olsaydı Sail to the Moon'u arardım, çünkü Ay otobüsün yandaki camdan arada sırada görünüp görünüp kaçıyordu. Fakat kalan yol gittikçe azalsa da, şarjım da gittikçe azalmıştı ve şarkılar arasında fazla gezinemezdim; bunun için listenin baş tarafındaki şarkılarda dolandım. AŞTİ'nin girişine geldiğimizde Fake Plastic Trees çalıyordu. Bu şarkıyı severim, özellikle de "He used to do surgery / For girls in the eighties / But gravity always wins" kısmını; neden bilmiyorum.

İşte gelmiştim. Saat gece 1'e doğru geliyordu, yolculuk bitmişti. Bu seferlik.