23 Eylül 2013 Pazartesi

Tanıdık, tanımadık ve kadifeden bir uyuşukluk

Boğazımız şişince verilen antibiyotikler gıcıklığına mı bu kadar büyük? Her şeyin birkaç parça eşyadan ibaret olmadığı düşüncesi bünyeyi sarsıyor. Evlere şenlik şeyler oluyor içerilerde. Korkusunu bir kenara bırak, acısına sarıl, sevincine sarıl. Ağlamaklı kelimelerden vazgeç. Çünkü bu senin olmak istediğin kişi değil. Olmak istediğin kişiden uzaklardasın uzun bir süredir. Fakat işler değişiyor. Yavaş yavaş kendine geliyorsun. Sarılacak çok şey var. Sarılmak. Yine ağdalı sözcükler. "Ağdalı" kelimesinin kendisi bile ağdalı. Saçların kuru, odan soğuk, taşlar da soğuk, çoraplara rağmen ayakların üşüyor, biraz da burnun akıyor. Dudakların, burnun yanıyor biraz, bugün çok fazla sildin onları. Dönmek istiyorsun, masa lambanın sarı ışığı seni eski günlere çağırıyor, yerli ya da yersiz huzursuzluğa bulanmış o günlere. Renkler çağırıyor, o kedi resimleri çağırıyor biraz biraz, bulutlu, karlı günler. Ama şimdi bambaşka bir yerdesin, eskiden olduğu kadar yalnız değilsin artık, farklı oluşumlar var etrafında, insan var, insanlar var, gelenler var, gidenler var, koşturanlar var, havasız odalar var; ama aslında bunların hiçbiri önemli değil, gerçekten önemli değil. Bir insan var. Her şeyi değiştiren, şeylere anlam katan, daha önce hiç bilmediğin, görmediğin bir şeyler, mucizevi bir şeyler, anlaşılmaz bir şeyler, anlaşılması gerekmeyen bir şeyler, yaşanması gereken bir şeyler. Ağlatan bir şeyler, güldüren bir şeyler, dans ettiren bir şeyler. Sen de sarılıyorsun ona. Bunu söylemek bile gereksiz, çünkü ona sarılmaktan başka bir durum söz konusu bile değil. Biliyorsun, görüyorsun, daha önce görmediğin bir şeyler, bu sana inanılmaz geliyor, daima hatırlıyorsun, hiçbir zaman unutmuyorsun, kağıtlara sarılıyorsun, biletlere, kozalaklara, çiçeklere. Hatırlıyorsun, her zaman hatırlamak istiyorsun, unutmaktan korkuyorsun, eğer bunu taze tutabilecek biri varsa bu kişilerin sen ve o olduğunu biliyorsun. Korku üzerine düşünüyorsun ama saçma geliyor bu, düşündüğün şey havada asılı kalmış, parçaların hiçbirine uymuyor. Bu yüzden korkuyu bırakıyorsun, sonraya bırakıyorsun, sonranın ne zaman olduğunu bilmiyorsun, ama gerçekten önemli değil. Önemli olan korku değil. Önemli ne, onu da tanımlamak istemiyorsun, her şey tüm bulanıklığıyla daha güzel sanki. Bir an her şey uçup gitmiş gibi geliyor sana; sonra düşününce yanıldığını anlıyorsun. Her şey yerli yerinde. Gözlerini kapatıp görüyorsun. Gözlerin açıkken de görüyorsun. Nereye baktığın önemli değil. Görüyorsun. Biliyorsun. Hatırlıyorsun. Silinecek mi diye düşünüyorsun. Silinmesin istiyorsun. Her şey artık bir hayal ürününden ibaret belki; ama bu da bir açıdan bakıldığında önemli değil; çünkü her şey her zaman olduklarından sadece biraz daha fazla hayal ürünü. Yine de sen olaya bu açıdan bakıp bakmadığından emin değilsin. Park yerinde umarsız adımlarla arabayı arayışını hatırlıyorsun: "Ya hiç bulamazsam" düşüncesi tüm saçmalığıyla beynini kemiriyor. Arabanın o katlardan birinde olduğunu biliyorsun, arabanı dış hatlar gidiş için kullanılan kapıya yakın park ettiğini hatırlıyorsun, asansörle bir kat yukarı çıktığını hatırlıyorsun. Onu en sonunda bulacağını biliyorsun. Yine de onca arabanın içinde o tanıdık farları görememek zaten yıpranmış sinirlerini biraz daha bozuyor. Bütün havalimanında fonda klasik müzik çalıyor; her şey bir romandan uyarlanmamış bir filmin senaryosuna uygun şekilde gidiyor. Bunun bir Woody Allen filmi olmadığı zaman varsa o da o zamandı. Çiçekler yok, pastel tonlar yok, gri var, asker yeşili var, ve çok sayıda siyah ve beyaz arabalar. Bütün katları sırasıyla gezerek alt katlara iniyorsun. En alt katta tavandaki tabela "Gelen Yolcu" diyor. Senin yolcun gelmiyor. Senin yolcun gitti. Yukarı kata tekrar dönmek zorundasın. Bu katta olmayacağını bilmen gerekirdi. Yine de önemli değil. Yukarı katlar daha aydınlık. Yukarıya doğru gittiğine seviniyorsun. Havada dikkat çekici bir yanık kokusu var, otlardan geliyor gibi sanki. Havaalanının bulunduğu yere uygun bir koku. Samimi bir koku, ayak oyunları yapmıyor, neyse o. Yukarı kata çıkınca otoparkın girişi gözüne çarpıyor. Arabayla otoparka girdikten sonra aynı katta kaldığını hatırlıyorsun, o zaman nereye bakman gerektiği aklına geliyor. Adımlarını çeviriyorsun, ve tanıdık farlar işte orada.


3 Nisan 2013 Çarşamba

Bu sefer kahverengi, ama biraz yeşil gibi de.

İnsanlardan biraz akıllı ve özenli olmalarına yönelik beklentilerim asla son bulmuyor, ama bu beklentilerin son bulmasının da hiçbir önemi yok aslında. Önemsizim, önemsizsin, önemliler. Çünkü aslında hepimiz bir şekilde birbirimize benziyoruz, hepimizin yeri doldurulabilir ve diyeceğim o şey neyse onu şimdiden unuttum. Klavyede çok hızlı yazabildiğimi söylüyorlar, ama belli ki yeteri kadar hızlı değilim. Belki hafızam yeteri kadar kuvvetli değil. Belki de olanların ikisiyle de alakası yok, belki sadece kafam fazlasıyla dolu ya da burnum fazlasıyla akıyor. Olasılıklarda kaybolmuyorum, olasılıklar bende kayboluyor. Olasılıklar kayboldukça bazı şeylerin kesinleşmesi gerekmez mi? Hani şu yağmur sırasında camın üzerinde duran ve çekim kuvvetiyle bir süre sonra birleşip, bir anda arkasında bir çizgi bırakarak kaymaya başlayan su damlaları vardır ya, onlar gibi bir şeyden bahsediyorum. Ben aslında benzetme yapmayı bu kadar sevmiyorum; hiçbir zaman ağdalı benzetmeler kullanmayı sevmedim, bu yüzden belki yaptığım benzetmeler de hiçbir şeye benzemiyordur. Yine de istemsiz olarak benzemem garibime gidiyor. Sadece iki paragraf yazı okudum. Bilmiyorum, tanımıyorum. Görebildiğim tek şey otuz iki adet dişin önde kalan kısımları. Alakam bile olmadı. Neden bu kadar benziyorum? Benzemek hoş mu? Bilmiyorum. Bu kadar basit sorular sormak da canımı sıkıyor. Cevaplamaya bile değmez. Aslında uzun zamandır yazmak istiyorum. Beni yazmaya iten şeyin bu olmasına inanamıyorum. Bugün televizyonda gördüğüm o sevdiğim yazar aklıma geliyor. Sevdiğim yazarların delici bakışları var. Hayır, bu o mavi gözlü adam değil. Fakat benim gözümde ona çok benziyor. Zaten onun kitaplarına önsöz yazmışlığı da var. Niye isim kullanmaktan özenle kaçıyorum? Bilmiyorum. Önemli değil. Şu anda durmam, duramam. Belki de durmalıyım, bilmiyorum. Filmdeki o kadının saçlarına benziyor saçlarım şu an. Biraz fırça gibiler. Sonradan düzelip kafama yapışacağını sanıyorum. Unuttuğum şeyi hala hatırlayamadım. Hatırlamaya çalışmıyorum çünkü, galiba onu çoktan geçmişte bıraktım. Zamanın akışında yeni cümlelere ihtiyacım var, bunları daha iyi yapabilmek için de, daha önce kullanmadığım kelimelere. "Muşmula" derken kastettiğim de biraz böyle bir şeydi işte. Eskiden beri peşine düştüğüm o "ben"in hala içimde bir yerlerde durup durmadığını merak ediyorum. Belirtiler hala orada olduğunu gösteriyor; çünkü her ne kadar uyum sağlasam da, içimde başkaldıran, bana "Burada ne arıyorum" diye sorduran bir şeyler sezinleyebiliyorum. Sonra her şey devam ediyor, çünkü onu duymazlıktan geliyorum. Çünkü sorusunu duyduğum ve ne yapmak istediğimi bildiğim halde, oraya nasıl gideceğimi bilemiyorum. Günümüz gençliğinin sorunu bu değil halbuki. Etrafımda pek çok arkadaşım ne istediğini bile bilmiyor. Eskiden bunu diyen insanlara biraz da inanamadan yaklaşırdım. Zaman geçtikçe onları daha iyi anlıyorum. Anlıyorum, çünkü benim ne istediğimi bilmem de pek bir şey değiştirmiyor aslında. Olaylar zincirinin hangi parçasında takıldığımız çok da önemli değil, herhangi birinde takılınca takılmış oluyor insan. Yine de çok da olumsuz değilim, üstüne üstlük üzerimde benim için inanılması güç bir pervasızlık, bir vurdumduymazlık var. Ketum olduğumu söylüyorlar. Haklılar.

İnsan her gün aynı şeyleri yaşayınca farklı farklı konular üzerinde düşünmesi zorlaşıyor. Her gün bir diğerinin kopyası şekline bürünüyor; insanın sevdiği alışkanlıklar bile her gün yapıla yapıla normale dönüşüp tatsızlaşıyor. Durağan olmamalı insan, hareket ederken bile durağan olmamalı. Her gün hareket beklemek kadar saçma bir durağanlık yok. Fakat ben zaten böyle bir insan değilim. Ben gerçek durağanlıktan nasibini alanlardanım. Farklılık için deli danalar gibi koşturmuyorum (vurdumduymazlığımdan bahsetmiştim), bazen farklılıklar beni buluyor, bazen ben onları buluyorum; çoğu zaman oldukça durağanız. Durağanlıkta durağan. Beklentilerde durağan. Trafikte durağan. İşte durağan. Bunu bile hissetmiyorum.


23 Mart 2013 Cumartesi

California'yı hayal etmek

Zaman kısıtlı, okumakla yazmak arasında gidip geliyorum. Kütüphanem tozlanmış, üstelik in on beş sayfasını okuduğum kitabım hafta başında bıraktığım gibi duruyor. Mart sonunda olmamıza rağmen kar yağıyor dışarıda, bir miktar kar karşı apartmanın balkonuna yapışıp kalmış rüzgarla. Kendimi tekrar hayatın içine çekmek istiyorum, bunun için cümleler kurmak istiyorum; belki okuduğum o yazarların hissettikleri şeyden bir parça hissetmek istiyorum ben de. Belki siz de bilirsiniz; hayatta Radiohead dinlenmesi gereken anlar vardır. Ve hayatta Richard Brautigan okunması gereken anlar vardır. Bu anların sonunda kendinizi the Mamas & the Papas'tan California Dreamin'i dinlerken bulursunuz. Yazım kuralları bu noktada beklenmedik bir hal alır. California çok uzaktadır. California güneşi çok uzaktadır. Kıştan kalma bir bahar günüdür bugün; çünkü her gün yazdan kalma ya da bahardan kalma olamaz. Bazı günler kıştan kalma olmalıdır. Doğanın korunum yasası gibi bir şey belki.

Kitaplığımda üç tane Richard Brautigan kitabı var, üçünü de daha önce okudum. Aslında toplamda dört Richard Brautigan kitabı okudum, ama biri benim değildi, ödünç almıştım. Kitap artık sahibinde. Yenisini alıp kitaplığıma koymalıyım. Bütün bu kitaplarda etrafımda hiç görmediğim, ama bir zamanda bir yerlerde olduğunu bildiğim, bunu da mutlulukla karşıladığım bir şeyler var. Sanki evimin arka kapısı varmış ve her zaman açıkmış gibi, ya da karlara çıplak ayakla basıyormuşum gibi. Mars kadar uzakta olmayan, ama yine de önemli bir uzaklıkta olan şeyler. Kafamın içinde dönen, çoğu zaman da dönemeyen şeyler; çünkü çoğu zaman kafam olmuyor. Bazı taraflarımı hafta sonunda bırakıyorum, bazı taraflarımı da hafta içinde bırakıyorum. Bu ikisinin kesişim kümesi çok küçük. Soru sormanın yetip yetmediğini düşünüyorum. Bazı sorular o kadar güzel soruluyorlar ki, tek başlarına yetiyorlar. Ben o kadar güzel sorular soramıyorum.

Sadece güneşe dokunmak ve toprağın üzerinde yürümek istiyorum. Çim değil. biçimsiz, üzerinde kuru otların bittiği, basıldığında ufak ufak olan topraktan bahsediyorum. Saatlerce yürümek istiyorum. Hapishanemden çıkmak istiyorum; bunu yaparken başka bir hapishaneye girmeden.


22 Mart 2013 Cuma

Adlandırılabilen

Şarkılar kafamı karıştırıyor. Etrafta uçuşan sözler kafamı karıştırıyor. Gecenin bu saatindeki yorgunluğum ve bıkkınlığım her şeyin üzerine yapışmış, sigara kokusunun yapışıp kalması gibi. Anlatabileceğim bir iki şey olduğunu biliyorum. Yine de anlatmaya da mecalim yok. Bunu uyumaya bile mecalim olmamasından anlamalıydım ve belki de bu işe hiç bulaşmamalıydım. Yine de, yarın erken kalkınca başımın külçe gibi olacağını bile bile, bu işe kalkıştım; çünkü bugünden bir şeyler kalması gerekiyordu.

Boğazımdaki yumruk hala duruyor. Bu yumruk hevesime, öğrenme isteğime, arkadaşlarıma duyduğum sevgi ve güvene, başarma isteğime sıkılmış yumruğun ta kendisi; yapacağı her şeyi yaptıktan sonra, her şey bitince, gelip yerleşti boğazıma. Bu yumruk, uyumsuzluk. Uyumsuzluk. Kelimeleri anlamlarını doğru düzgün bilmeden kullanıyorum; bunu daha önce okumuş ve hakkında yazılandan en ufak bir şey anlayamamıştım. Üstelik bunların eve dönerken aklımdan geçenlerle en ufak bir ilgisi bile yok. Sadece her şey bir an önce olsun ve bitsin istemiştim; çünkü hepimizin bir şekilde yoluna devam etmesi gerekiyordu.

İnsan aslında sadece tutunacağı gerçek bir neden olmadığında kendisini kandırıyor. Bunu yaparken kendisini kandırmak zorunda olduğunu bilmesi ise olayı daha da trajikomik hale getiriyor. "Ağlamayın".

Çaresizliğimizin tam ortasında; yarınki sessizliğimizi, sessizliğin içindeki bağırışlarımızı şimdiden getirebiliyorum gözümün önüne.

Tam bu sırada Samuel Beckett'ın kitabının son kelimeleri geliyor aklıma; birden aydınlanıveriyor kelimeler:

"(...) ben olacağım, sessizlik olacak, sessizliğin içindeyim, bilmiyorum, hiçbir zaman bilmeyeceğim, sessizliğin ortasında bilmek mümkün değildir, devam etmek gerekiyor, devam edemem, devam edeceğim."


17 Şubat 2013 Pazar

Benim meskenim...

Bir şey diyeceğim. Bana yine bir mim paslandı, yaklaşık iki haftadır içine parça pinçik bir şeyler yazıp yayınlanacak hale getirmeye çalışıyorum; ama bu işin bu kadar uzamasının en büyük sebebi aslında biraz vakitsizliğim, biraz da yine mimi paslayacak kimse bulamamış olmam. Kuralları yine bozuyorum (normalde hiç yapmadığım bir şey gerçekten) ve mimi paslayacak kimse olmadan yayınlıyorum. İsteyenleriniz olursa seve seve paslayabilirim.

Yazının burasına kadar gelip de "Mim ne arar la bazarda" diyen okuyucular için mimi bana paslayan sevgili arkadaşımın sayfasından (ç)aldığım kurallar şöyle:

"* Mimi size paslayan blogger arkadaşın sorularını cevaplamak,
* Kendinizle ilgili on bir gerçeği açıklamak,
* On bir adet soru hazırlamak,
* Hazırladığınız soruları başka bir takipçizedeye -on bir kişi olması uygun görülmüş olsa da pek önemsenmiyor gördüğüm kadarıyla bu sayı- paslamak üzere mim haline getirmek."

#1: Sinemada ilk izlediğiniz filmin adı nedir?
Hatırlamıyorum! Çok eskilerden hatırladığım bir 101 Dalmaçyalı vardı sanki... Babamla ikimiz gitmiştik, gerçekten küçüktüm... Ondan önce gittiğimiz varsa da hatırlamıyorum.

#2: Kendi geleceğinize dair yalnız ve yalnız bir bilgi edinme imkanı verilseydi elinize ne ile ilgili olsun isterdiniz?
Çocuklarımla ilgili olsun isterdim. Çocuğum olmuşsa evlenebilmişim de demektir, o zaman kendimi kutlarım gerçekten.

#3: Herkes bunu okumalı dediğiniz bir kitap vardır muhtemelen. İsmi nedir?
Çok var. 1984, George Orwell. Bonus: Zorba, Nikos Kazancakis.

#4: En çok kullandığınız ünlem hangisidir?
"Vay arkadaş!"

#5: "Herkesin okuduğu kitapları okursanız sadece herkesin düşündüğü şeyleri düşünebilirsiniz." sözü kime aittir? (Kopya çekmek serbest. Zira ben amacıma çoktan ulaştım) 
Bilmiyorum. Haruki Murakami imiş. Sorunun sahibini düşündükçe sözün sahibinin en azından hangi milletten olduğunu tahmin edebilmeliydim diyorum.

#6: Size göre keyifli bir gün geçirmenin olmazsa olmaz koşulu nedir?
Havanın "güzel" olması. Güzelle kastım illa güneşli olması değil. Bulutlu olup insanın göğsünü kıpır kıpır yapan havalar da vardır. Fakat kasvetli grileri sevmiyorum. Böyle havalarda ne yaparsam yapayım, üzerimdeki negatif enerjiyi atmam kolay olmuyor. Gün biraz boşa gidiyor gibi hissediyorum. Onun dışında açık havada kulağımda kulaklıkla yürüyüş yapabildiğim, parkta durup kitabımı okuyabildiğim, sonra bir de utanmadan Tunalı'daki sevdiğim bir kafeye gidip kahve içerek kitabıma devam edebildiğim gün güzel bir gündür.

#7: Yıllarca konaklamak durumunda kaldığınız ıssız adayı terk ederken yanınıza alacağınız üç şey nedir?
Eğer ulaşım aracım hazırsa, anılarımla ilgili bir şey alırdım sanırım. Bir insan ıssız adayı terk ederken yanına ne alabilir ki... Taş, toprak, bitki falan. Belki ufak tefek işlere yarayan üç beş küçük gereç.

#8: En sevdiğiniz şarkı sözü nedir?
Sevdiğim çok fazla şarkı sözü olduğu için, bunlardan herhangi birini "en sevdiğim" olarak nitelendirmek benim için çok güç. Yine de bunların içinden şu an aklıma gelen bir tanesini seçip buraya yazmamda bir sakınca yok:. Jacques Brel'den geliyor; Seul: "On est mille contre mille à se croire les plus fortes, mais à l'heure imbécile où ça fait deux mille mortes; on se retrouve seul..." Çevirisini şu şekilde yapabilirim sanırım: "Kendisinin en güçlü olduğunu düşünmekte binlerin karşısında biniz, ama bunun iki bin ölü yaptığı şu aptal saatte kendimizi yalnız buluyoruz."

#9: Bir dizide rol alacak olsaydınız hangi diziyi ve karakteri seçerdiniz? Neden?
Doctor Who'yu seçip, daha önce diziye girmemiş bir companion (yol arkadaşı) olmak isterdim. Zaman yolculuğu, ötesi var mı...

#10: Yoksa siz hala anime denen şeyi çocuklara yönelik çizgi film sananlardan mısınız?
Öyle sanmıyorum ama, şimdiye kadar çok ilgimi çekmedi. Belki daha zamanı gelmemiştir... Yine de anime konusunda bir anım var. Anlatılanlara göre gözlerim büyük olduğu için;  ben bebekken doktorum anneme "Kızınızın gözleri animelerinkine benziyor" demiş.

#11: Kendinize en çok sorduğunuz soru nedir?
"What the flipping heck?"

#12: Bir abam var atarım, nerede olsam yatarım atasözünü açıklayınız.
Çok yaratıcı ve öğretici bir mim olmuş gerçekten. Şair burada göçebe hayatın zorluklarından bahsetmiş, "Bana yatacak yer bulmak sorun değil" demiş, kişinin özgürlüğünden dem vurarak, önemli olanın insanın içinin temiz olması olduğunu vurgulamış... Adeta!!!


Benimle ilgili 11 gerçek:
Pek çoğunu zaten buraya defalarca yazdım. Burada zaten yazılı olan şeylerden çok fazla bahsetmek istemiyorum. Evet, arada tekrar ettiklerim var; yine de üzerine yeni bir şeyler koymaya çalıştım.
  1. Ajanda tutuyorum. Ajandamı seviyorum. Ajandamı gerekli gereksiz şeylerle doldurmayı bile seviyorum.
  2. İçimde çok fazla şeyi sadece kendime tutuyorum. Başkalarına anlatmadığım, bilerek anlatmadığım çok fazla şey var. Fakat böyle kalmasını seviyorum. İşleri fazla karıştırmıyorum böylece.
  3. Solağım. Topa ayakla vurmak ve mouse kullanmak dışında her şeyde sol tarafımı kullanıyorum. Solak olmayı seviyorum. Bu beynimin dünyanın büyük çoğunluğundan farklı çalıştığının bir göstergesi.
  4. İnsanlarla beraber vakit geçirdiğimde, bir süre sonra onların davranışlarını istemsiz olarak yansıtmaya başlıyorum. Konuşma şeklim değişiyor. Bundan bazen hoşlanmıyorum ve kendi halime dönmek için özen gösteriyorum; yine de insanlarla iletişim kurabilmek için içgüdüsel olarak onların davranışlarını ayna gibi yansıtmam, onlarla empati kurabilmem de bir yandan hoşuma gidiyor.
  5. Çok hapşırırım. Dün gece uyanıp, iki defa hapşırıp, sonra tekrar uyudum.
  6. Evde vakit geçirmeyi seviyorum. Uzunca bir süre evde kendime vakit ayıramadığım zaman daha gergin oluyorum.
  7. Ne anneme, ne babama pek de benziyorum, kardeşim de bana benzemiyor. "Kız halaya oğlan dayıya" akımı temsilcileri; hayır efendim, halama da pek benzemiyorum.
  8. Endüstri mühendisi olmasaydım veya konuyla ilgili yeteneğim olsaydı seçeceğim meslekler arasında şunlar var: psikolog (nöropsikolog), fizikçi (Bir-iki şey daha vardı galiba, ama unuttum... Bir ara adli tıp doktoru olma hayalleri falan kuruyordum... Biraz psikopatmışım sanki)
  9. Gelecekte öğrenmek istediğim diller arasında Yunanca ve Fince var. Yunancanın harflerini biraz biraz sökmeye başladım.
  10. Finlandiya, görmek istediğim ülkeler sıralamasında en başlarda geliyor. Onun dışında İngiltere (Londra ve İskoçya özellikle), Fransa ve Amerika'yı merak ediyorum.
  11. Şehirlerarası yolculuklarda otobüs kullanırken cam kenarında, özellikle de otobüsün iskeletiyle bölünmemiş camların kenarında oturmak benim için çok önemli.
Şimdi benim sorularım:
  1. Anlaşıldığını düşünüyor musun? Anlaşılmak istiyor musun?
  2. O an içinde bulunulan vaziyetin gerektirdiği durumlar gibi bütün değişkenleri sabit tutarsak, kalabalığı mı, yalnızlığı mı seversin?
  3. Şu an bir film izleyecek olsan bu hangisi olurdu?
  4. Sence idealist misin, gerçekçi misin? (Biraz açmak gerekirse, günlük hayatta herhangi bir durumla karşılaştığında, olması gerekene mi, yoksa gerçekte olacağa mı odaklanırsın?)
  5. Bugün elimizde bir fırsat olsa ve dünya üzerindeki herhangi bir dili USB bellek ile beynimize atabilseydik, hangisini seçerdin? İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca, İspanyolca, Çince, Japonca, Arapça gibi en bilindik dilleri hariç tutuyorum.
  6. Çocukluğunda yapmaktan en çok zevk aldığım şey neydi?
  7. Çocuğun varsa ya da olursa onu yetiştirirken dikkat edeceğin şeyler neler olur?
  8. Sence göçebe misin, yerleşik mi? Sorunun açık olmadığını biliyorum, ama istediğin şekilde algılayabilirsin.
  9. Son zamanlarda "Hayatta yapmam!" diyip sonradan paşa paşa yaptığın ne oldu?
  10. Kuzey Kutbu diyince aklına gelen ilk şey ne?
  11. En sevdiğin Türk yazar kim? Hangi kitabını tavsiye edersin? (İtiraf ediyorum, bunu kendi faydam için sordum)

***

Mimi yollayacak insan bulmak düşüncesi yüzünden fenalık geçiriyorum, o yüzden bu sefer uğraşmayacağım. Sorularım, gördüğünüz gibi, hazır; isteyen olursa bana haber versin, hemen paslayayım.

16 Şubat 2013 Cumartesi

Çiftler dairesinde ufak bir noktadan geçen sonsuz sayıdaki doğrular bütünü

Aseton kokusunu sevmiyorum. Odamın aseton kokması hoş değil; çünkü aseton nefesimi daraltıyor. Bir daha akşam oje sürdüğümde odamı havalandırmaya dikkat edeceğim. Ojemi silmeden yapamayacağıma göre (tam bu noktada bazı kelimeleri kullanmaktan özenle kaçıyorum); oje kokusu yayıldıktan sonra ondan kurtulmanın bir yolunu bulmam gerek. Şu sahaf dükkanının sahibi gıcık adam ile asetonun benzer özelliklere sahip olduğuna dair bir önsezim var (belki de ön yargı), sanırım buldum: İkisiyle de uğraşmak istemememe rağmen, ikisine de belirli konular için ihtiyacım var. Bağlaç olan de'leri ayrı yazmaya duyduğum ihtiyaç gibi. Beni bunu yazmaya çalışırken dik tutacak şey gibi. Bu sağ elim de olabilir, ama içimden bir ses sol elimin de bu işte dolaylı yoldan parmağı olduğunu söylüyor. Yine de (her zamanki gibi) emin konuşmak istemiyorum. Belki de bu bir hata, bilmiyorum. Tek bildiğim şey, bunun bir hata olduğu zamanları gördüm, çokça gördüm. Fakat beni mutlu eden şey şu ki, bütün bu zamanların hepsinin bir ortak noktası vardı; sonuçlar üzerinde dolaylı yoldan etkilerim bulunsa da (hayır, hiçbir şey için geç sayılmaz), sonuçların sorumlusu direk ben değilim. Ya da belki de sadece kendimi kandırıyorum.

Kafamın genişleyip kafatasımdan çıkışını fark ediyorum, o sırada bacağımdaki bir kaşıntı beni kendime getiriyor. İşin daha da kötüsü, dün akşamki akıl almaz (saçmalık/etkileyicilik) katsayısı olan rüyamı hatırlıyorum, pek çok gece hemen uyumadan önce yaptığım gibi.

Bu sefer o eski binadaki biraz viktoryen, antika görünüşlü daire, hazırlamaya çalıştığım tatlı tabakları, eriyen dondurma ve keserken mundar ettiğim meyve (şeftali yada mango ya da onun gibi bir şey olduğunu sanıyorum) var aklımda. Belki de bir sonrakine hazırlık yapıyorum. Belki susmam gerektiği halde susmuyorum (ki bu gerçekten hiç önemli değil; tepelerin arasında yaptığımız tüm o yolculukların yanında). Burada kalışımız yoruyor bizi; gitmek konusunda hiçbir fikrimiz yok, belki daha sonra olacak.

***

Aslında her şey fazlasıyla pisleşebilir, bunu biliyoruz.

Geçen gün sevgililer günüydü. Yaklaşık bir haftadır mesaiden 6’da çıktığım için trafiğin en civcivli, en boğucu zamanına kalıyorum. O gün de otoparkın kapısından bile on beş dakikada anca çıkınca, yolumun üzerindeki alışveriş merkezine girip trafik biraz rahatlayana kadar vakit geçirmeye karar verdim (çünkü o gün henüz “yeteri kadar sevgililer günü muhabbeti görmemiştim”). Bir yandan da sevgililer günü münasebeti ile kendini alışveriş merkezine atmış çiftleri, çok gençleri, az gençleri, aşktan beklentisi çoktan karşılanmış olanları ve diğerlerini gözlemleme fırsatım oldu.

Bir kere şunu söylemeliyim; erkeklerin kadınlar hakkında genel olarak şikayet ettiği pek çok noktada onlara hak veriyorum. Alışveriş merkezinde gezen çiftler arasında en çok dikkatimi çekenler, çanta ve torbaları taşırken kabullenmiş gözlerle etrafı seyreden erkekler ile erkeğe ilgisiz, askıdaki kıyafetlere ise kesinlikle ilgili kadınlar oldu. Eve dönerken arabada bunu düşündüm; ilişkilerin bu kıvamını sevmiyorum işte. İnsanın “sevgilisinin olması” tek başına yeterli bir şey değil. “Aşk” konusunda insanların kafasının çok karışık olduğunu düşünüyorum; bunun temelinde toplumsal baskılar, medyanın şekillendirmeleri gibi çok şey var; bunlara girmeyeceğim. Aynı gün arkadaşlarımla benzer konulardan sohbet ederken, biri ilişkisinin bitmek üzere olmasına rağmen “kendini yalnız hissetme” duygusuna, bir kişinin getirdiği güven duygusunun yokluğuna alışkın olmadığı için ayrılamayacağını söyledi (ya da buna benzer bir şeydi, tam hatırlamıyorum). Bir kişiden tek başına gelen güven duygusu bana bir “aşk” ilişkisini yaşatmak için yeterli gözükmüyor. Evet, insanın aşık olduğu kişi kesinlikle ona güven duygusu verir, ama insana güven duygusu veren her şey aşk demek değildir. Şundan da eminim, hayatımda güven duyduğum, her zaman yanımda bulduğum, her zaman yanımda bulmak istediğim, her zaman yanımda olacağına inandığım ve her zaman da yanında olmak istediğim biri var; ama aşk değil bu. Aşkla karıştırılmaması gereken bazı şeyler elekten geçirilmeli; çünkü eğer bu duygular doğru şekilde anlaşılıp, gerektiğinde elenmezse, çok büyük karışıklıklar yaratabilir. İnsanların kişisel olarak duygularını yeteri kadar iyi tanıyamadığını düşünüyorum. En küçük bir güven kıvılcımı aşk olarak nitelendiriliyor; aslında bu koskocaman ve tehlikeli bir tümevarım. O kişide olmayabilecek pek çok şeyi (ki bunlar ne, bilmiyorum) olabilecekmiş gibi varsaymak biraz “desteksiz” bir atış bence.

Evet, ne diyordum; yolda giderken konu üzerinde düşüncelerim öyle güzel toparlandı ki, birden kendimle ilgili çok önemli bir gözlemin sonucuna vardım (maalesef şu an o kadar güzel toparlayamayacağım): Yanımda çok büyük güven duyduğum, çok sevdiğim bir insan var, ama ona aşık değilim. Bir insana güven duymakla bir insana aşık olmak arasındaki farklar neler? Bir insana aşık olmak gerekiyor mu gerçekten? Yoksa aşık olduğunu sanan insanların aradığı şey aslında biraz ilgi, biraz güven duygusu mu? Bu duyguları aşktan ya da aşk sandığımız şeyden başkası veremediği için mi kendilerini bu şekilde mutlu etmeye çalışıyor insanlar? Aşk buysa buna gerçekten gerek var mı? Bir hayli ilginç bir şekilde, görünürde ne kadar boş, mantıksız olursa olsun, insanların, ergenlerin ve duygusal açıdan ergen kalanların alışveriş merkezlerinde, sinemalarda yaşadığı o pıtırcıklı “aşk” kıvamını yaşamayı bu düşüncelerime rağmen, hâlâ isteyebileceğimi fark ettim. Bu bana çok ilginç geldi; çünkü aslında hayatımda güven duygusu zaten vardı. Demek ki, güven duygusundan farklı olarak o ilişkilerde bulunan ne varsa, insan o şeyi istiyor hayatında. Demek ki, orada farklı bir şeyler var ve işin daha da güzel yanı, ben saplantılara katlanmak yerine, o şeyi aramaya devam ediyorum.

Alışveriş merkezinden çıktığımda trafik aynı boğuculuğuyla devam ediyordu.

9 Şubat 2013 Cumartesi

Bir pazar muşmulası (buraya alengirli bir kelimenin gelmesi gerekiyordu ama hangisi, bulamadım)

Uzaklarda kaldım uzun uzun. Nereden neye başlayabileceğimi bilmiyorum (her zamanki gibi), ama bir şeyler bana buralarda biraz durmam gerektiğini söylüyor. Güzel, biraz boş bir Pazar akşamı. Günler gittikçe uzuyor, eve dönüşlerim aydınlanıyor. Yine de kıstırıldığımı hissediyorum bazen. Belki zaman kıstırıyor beni, belki insanlar. Yine de yazdığım şeyin gözüktüğü kadar kötü bir durumda değilim. Kendimi suyun üzerinde tutmayı öğrendim belki de. Hem bahar da geliyor. Son bir, iki haftadır hava fazlasıyla güzel. Dışarıda vakit geçirilebiliyor. Yürüyüşe çıkabildiğim bazı günler oldu. Yeni kitaplar aldım, kütüphanemden tam ruh halime uygun kitaplar seçip, çok hızlı okuyabiliyorum. Mesai sırasında daha fazla işim oluyor artık, üstelik çevremdeki birkaç sağlam arkadaşımla beraber gerçekten kahkaha attığım çok zaman oluyor. Ojem bozuldu, ama artık beşinci defa silip tekrar sürmeyeceğim. Hala insanları anlamaya çalışıyorum, hatta bazen onları belli kalıplara da sokuyorum, ama bu kalıp sürekli değişiyor, yeni bir şekil alıyor. Eskiden sinirleneceğim, kızıp bağıracağım çoğu zamanda artık olayla ilgileniyormuş gibi görünüp, içten içe olaya gülüp geçebiliyorum. Bulutlar hızlıca ilerliyor. Bir an  gökyüzüne baktığımda mavi boşluğu görebiliyorken, iki saat sonra kafamı kaldırdığımda gri bulutların toplanışını görebiliyorum. Fakat yine de bunların çoğunu göremiyorum, çünkü haftanın beş gününü bütün gündüz vaktini yapay ışıkların ve bir bilgisayar ekranının başında geçiriyorum. Çalışmak güzel bir şey, yine de gündüz vaktini kendime ayırabileceğim şekilde kopyalayabilmek isterdim. Her gün gündüz vaktinin biraz daha uzaması bir umut verse de, bütün gün çalışmak için de olsa beton duvarlarla çevrili havasız ofise kapanmak beni biraz huzursuz ediyor. Dışarıda daha fazla zaman geçirebilmeyi isterdim. Yine de baharın gelmesine daha çok var. Şubat ayını oldukça ılık geçiriyoruz; geçen gün öğle yemeğine giderken yol kenarındaki ağaçların utanmadan ufacık çiçeklerini patlattıklarını gördüm. Yine de mart ayının bütün soğukları tekrar taşıyabileceğinden korkuyorum. Kitaplığıma yeni kitaplar ekliyorum sürekli, kitaplığıma düşen gün ışığını izlemeyi seviyorum; çünkü kitaplığım beyaz renkli ve üzerine gün ışığı düştüğünde çok aydınlık oluyor. İyi mi değil mi bilmiyorum, ama kendimi hayatın akışına çok güzel bıraktım. Nereye gideceğimi bilmiyorum. Hayal ettiğim birtakım şeyler var; bunları yapamamaktan korksam da, bir yandan henüz bunları yapmak için bulunmam gereken yerde olmadığımı da düşünüyorum ve aynı zamanda da o yere yaklaştığımı düşünsem de, o noktayı kaçırmak fikri hoşuma gitmiyor. Bu fikirden korkmuyorum; sadece düşüncelerime takılıyor. Asetonun yapay, şekerli kokusunu hiç sevmiyorum. Sevmiyorum; zaten insanoğlu pek çok zaman durması gereken yerde duramıyor. Aseton, ucuz şeker gibi kokmamalı. Aseton, aseton gibi kokmalı ya da mümkünse hiç kokmamalı. Aseton kokusu konusunda seçim yapabilmeliyiz. Ben, asetonumun kokusuz olmasını tercih ediyorum. Başka kadınlar (ve belki bazı adamlar) asetonlarının yapay şeker kokmasından hoşnut olabilir, sırf bu kokuyu koklamak için her gün asetonla ojelerini silip tekrar sürebilir; ama ben asetondaki yapay şeker kokusunu sevmiyorum. Bu koku midemi bulandırıyor; üstelik ellerinizi sabunlasanız dahi kokunun uzun süre ellerinizden çıkmaması da cabası. Fakat plastik kutunun üzerinde "Asetonsuz Oje Temizleyici" yazıyor; yani bu yapay şeker kokulu, ojeyi çıkaran şey aslında aseton değil. Yine de aynı işlevi görüyor, görünüşü aynı. Bu oje temizleyicideki kokunun benzerleri asetonlarda da var. Asetonun (ya da oje temizleyicinin) kokusuz olması gerektiğini düşünüyorum. Ellerimde yapay şeker kokusu olmasını isteseydim bunun için özel bir parfüm ya da benzeri bir koku kullanabilirdim. Fakat asetonumun kokusunun olmasını istemiyorum. En azından, ellerime saatlerce sinip kalacak, odamdaki havayı solunmaz hale getirecek bu kokuyu kendi sevdiğim şekilde seçebilmeyi tercih ederdim (daha hafif, daha çiçeksi bir koku olurdu sanırım). Ellerime sinen koku belki yarına kadar gider. Yarın pazartesi, yine nasıl geçtiğini anlayamayacağım bir hafta daha başlıyor olacak. Çarşamba günü öğle yemeği vaktine kadar gelip haftayı yarılamayı umut ederken, kendimi cuma günü son bir buçuk saatin geçmesini beklerken bulacağım (ya da belki bulmayacağım). Hafta sonunun geldiğine sevinirken, bir anda bir pazar akşamı yatmadan önceki son saati umutsuzca "yaşamaya" çalışacağım, bunun için önce kitap okumaya karar verip bilgisayarı kapatacağım, daha sonra yatağa girip kitabımı elime alacağım ve bir buçuk sayfa okuduktan sonra göz kapaklarım ağırlaşmaya başlayacak, gözlerimi kırpıştırarak uyumamak için savaş verirken bir sayfa daha ilerleyeceğim ve en sonunda pes edip, kitabı kapatacağım ve ışığı söndürüp, vücudumu kulaklarımın üst kısmına kadar gelen yorganla düzgünce kapatmaya çalışarak sol tarafıma dönüp gözlerimi kapatacağım. Abuk sabuk, bazen de dahiyane düşünceler kafamın içinden geçerken (bazılarını not almak isteyeceğim, ama ışığı açıp, kalem kağıt bulmak çok zor gelecek, bu yüzden vazgeçeceğim) uykuya dalmam beş dakikamı almayacak. Bazen bu sırada yarın evden çıkarken yanıma almam gereken bir şeyi hatırlayacağım ve isteksizce ışığı açıp, kısık gözlerle ortalıkta bir yerlerde bir kalem ve bir kağıt arayacağım ve notumu yazıp, sabah evden çıkmadan görebileceğim bir yere bırakacağım. Tam yatağıma geri dönerken sarı ışıkla turuncu çarşafın (turuncu olması kafamda bazen soru işareti bırakıyor) üzerindeki gölgeli kıvrımlar dikkatimi çekecek. Ayaklarım soğuk laminant parkeden ayrılıp örtünün altına girdiğinde tekrar mutlu olacağım, kalp atışlarım eskisi kadar yavaşladıktan sonra her şey önceki gibi devam edecek ve ne olduğunu bile anlamadan uykuya dalacağım.

Yazının bu kısmına kadar gelmeyi başarabilmiş ya da bilinmeyenleri atlamayı cesaret edebilmişler için: Edith Piaf - Non, Je Ne Regrette Rien

5 Ocak 2013 Cumartesi

Uykunun sürükleyişi

Bilmiyorum, bunların hepsi sadece hayatın bizi parmağında oynatmasıyla mı ilgili, hiç bilmiyorum ama sabrımın taştığını hissediyorum; içimde köpüren sabırsızlığı, öfkeyi, heyecanı, kalbimi ağzıma getiren o şey her neyse; işte onu çok net bir şekilde hissediyorum. Her seferinde parmaklarımın arasından kayıp giden şeyleri fark ediyorum; bakışları fark ediyorum, uyumu fark ediyorum, duraklamaları fark ediyorum ve sonra sadece susuyorum; devam ediyorum, ilk başta önemsemiyorum, sonra kızıyorum, sonrası ise tekrar çaresizlik, sonra tekrar kızmalar, tekrar çaresizlik; yine kalıpları kıramama sorunu. İçimdeki tatlı öfkenin kahve köpüğü gibi kabarışını hissedebiliyorum. Sonra geri iniyor, hatırlayınca tekrar kabarıyor; ama ben o gözleri, o yürüyüşü, o yüklenişi, etrafımda söylenen o kelimenin bende bıraktığı bütün o izlenimi unutmak istemiyorum. Hafızama güvenmiyorum; unutmaya mahkumum. Hatırlamak istiyorum. Hatırlayabilmem için hiçbir sebep yok. Fakat o güven duygusunu asla unutmayacağım. Aradığım şeyin ne olduğunu bildiğimden emin değildim; ama artık onu bildiğimi biliyorum. Bu yüzden, onu bulana kadar "idare etmeyeceğim". Ne istediğimi biliyorum. O şey karşıma çıkmalı ve ben ona tutunabilmeliyim. Uykumun bana tutunduğu gibi. Bazen bırakmalıyım, zamanı gelince ise asla bırakmamalıyım. Uykum geliyor. Barbaros Hoca'nın anısına paylaşılmış bir şarkı listesi gördüm tesadüfen; onu dinliyorum. Düşünceliyim. Kalbim kırık. Kendi kendimi göz göre göre sürüklediğim büyük bir hayal kırıklığı yaşıyorum. Yine de tüm bunlar içeride hala bir şeylerin canlı olduğuna işaret. O duyguyu kaybetmek istemiyorum. Bu şarkılar beni iyice efkarlandırıyor. Üzgünüm. Bugün olan bazı şeyleri düşündükçe üzülüyorum. Belki gerçekten uyumalıyım. Belki de bu uyuma isteği aslında sadece bir kaçış ve ben kaçmamalıyım. Bilmiyorum. Hiçbir şey bilmiyorum. Birini seçmeliyim. Susmayı seçiyorum. Etiket yok.

4 Ocak 2013 Cuma

Kelimelere dikey ve yatay çizikler

Kaç defadır yazmak için başlayıp başlayıp, bomboş sayfayı kapatıp gidiyorum. Hoş değil. Söyleyecek şeylerim olduğunu biliyorum. Söylemem gerektiğini biliyorum. Söylemekten keyif alacağımı biliyorum. Söyleyeceğim şeyi nasıl söyleyeceğimi de büyük ihtimal fazla zorluk çekmeden bulabilirim. Tek sorun, ne söylemem gerektiğini tam olarak bilememem. Ne anlatmalıyım bilmiyorum. Bazen hatırlıyorum, aklıma bir şeyler geliyor; sonra unutuyorum, ya da tamamen işe yaramaz olduğunu düşünüyorum ve vazgeçiyorum. Bazen işe yarayacağını, ama benim onu işe yarar bir şekilde anlatamayacağımı; onu anlatmaya çalıştığımda işe yarar yanını alıp götüreceğini düşünüyorum; sonrası üşengeçlik, unutkanlık ve başka diğer yapım ve çekim ekleri. Yine de içimdeki bir şeyler anlatma isteği beni tekrar bu noktaya getiriyor. Sonuçta, anlatmak isteyip, ne anlatmak istediğini bilmediği için anlatamayan bir insan olup çıkıyorum. Emin olun, anlatmak istediğim şeyi bildiğimde çok daha iyiyim.

Aslında var aklımda şu an bir şey. Yine anlatırken her şeyi batıracağım gibi geliyor. Yine de denemek istiyorum. Çünkü dışarıda kabansız, eldivensiz, beresiz durabildiğimiz günleri özledim. Çünkü dışarı çıktığımda ürperiyorum. Yanaklarım üşüyor. Büzülüp kalıyorum.

"What I cannot create, I do not understand."
İnsanları gözlemliyorum, gözlemledikçe daha iyi anladığımı ve daha iyi anladıkça daha iyi gözlemlediğimi fark ediyorum. Son yıllarda ciddi tecrübe kazandım. Mesela, konularında "çok iyi" olduklarını düşünen birtakım insanların, gözlerinin önündeki ipuçlarını nasıl da kaçırdıklarını görebiliyorum. Karmaşık olduklarını düşünüyorlar, çözülmesi zor olduklarını düşünüyorlar, ulaşılmaz, anlaşılmayacak kadar büyük olduklarını düşünüyorlar. Yanılıyorlar; çünkü dördüncü sınıfta aldığım sosyal psikolojiye giriş dersindeki basit bir teori bütün davranışlarını açıklıyor: Grupiçi iltimas ve grupdışı homojenlik (İngilizceleriyle in-group favoritism ve out-group homogenity). Bunların hepsi de en sonunda gelip, ön yargıya bağlanıyor. Teorinin dediği çok basit; insanlar bir gruba dahil olmayı severler, başka bireylerle beraber olmak onlara kendilerini daha iyi, büyük olasılıkla da daha güvende hissettirir. Buna ek olarak, insanlar içlerinde bulundukları grubun üyelerine her zaman iltimasla yaklaşırlar. Grup üyelerinin olumlu yönlerini ön plana çıkarıp, olumsuz yönlerini arka plana atarlar. Aynı zamanda da onlar için grubun üyelerinin hepsi farklı farklı özelliklere sahipken, grubun dışında kalanların hepsi birbirine benzer. İşte benim çevremdeki mühendislik konulu akademik ve profesyonel (ama özellikle akademik) dünyada bunu gözlemlemek çok kolay. Şu noktada, profesyonel çevremi bir yana bırakıp, akademik çevreme odaklanmak istiyorum. Bununla kastım, üniversitede dersime giren ve girmeyen hocalarım, lisansüstü ve doktora öğrencisi arkadaşlarım, lisans öğrencisi arkadaşlarım, arkadaşım olmayan diğer lisans, lisansüstü ve doktora öğrencileri ve belki de başkaları. Bugün tadımızı kaçıran, bir bütün olarak performansımızı düşüren pek çok şeyin sebebi hiyerarşik bariyerlerin temelinde yatan şeylerden birinin bu olduğunu düşünüyorum. Özellikle mühendislik gibi sayısal bilimlerde bu kuralları gözlemlemek daha kolay. Hocalar kendi içlerinde bir birliktir. Bu birliğin içindeki her hocanın farklı özelliği vardır, hepsi de birbirinden iyidir. Öğrenciler için ise hocalar çoğu zaman bir "kara kutu"dur; içinde ne olduğunu merak ederler, ama keşfetmeleri çok sık mümkün olmaz; çünkü çok az kişinin o bariyerleri atlamasına izin verilir. Öğrenciler hocalara çoğu zaman korkuyla, endişeyle ve bıkkınlıkla yaklaşırlar. Hocaların büyük çoğunluğu için de aynısı geçerlidir; onlar da öğrencilerden korkarlar, öğrencilerden bıkarlar; tek bir farkla: Onlar öğrencileri merak etmezler. Bu yüzden iletişimi minimum seviyede tutarlar. Bu yüzden öğrenciler de hocalara ön yargılı yaklaşır, öğrenmeye hevesli davranmazlar; dersler onlar için formüllerden, sunumlardan, ders notlarından, finallerden ibarettir. Öğrenciler ve hocaların arasındaki iletişimin konusu çoğunlukla müfredatın belirlediği konulardan ibaret kalır. Bu konular çoğu zaman fazlasıyla teoriktir, pratikte olanlarla ilgili olarak ise söylenebilen fazla bir şey yoktur; çünkü söylenmesi gereken minimum şeylerden bir cümle fazlası bile söylenmez. "Bu aldığım dersten pratikte kullanmak için ne çıkarmalıyım?" diye kendime sorup da, cevapsız kaldığım çok anlar olmuştur. Aynı soruyu başka pek çok insanın da kendisine sorduğunu biliyorum. Cevapsız kalışımın sebebi benim anlatılanı doğru anlamamam da olabilir; ama anlamam gereken şeyin doğru anlatılamaması da olabilir. Yine de, iyi bir hocanın öğrencilerine harflerden ibaret kalmış formüllerin, problemlerin, hesaplamaların dışında, hayatta gerçek anlamda kullanabilecekleri bakış açıları bırakabilmesi ve öğrencinin ilgisini bunu yapabilecek kadar çekmesi gerektiğine inanıyorum. Ben üniversite hayatımda bu bakış açılarını kazandım mı? Evet, bir nebze kazandığımı söyleyebilirim. Daha fazla kazanabilir miydim? Kesinlikle evet. Burada daha fazla bir şey yazmayıp, yorumu size bırakıyorum. Paylaşmak isterseniz aşağıda yorum kutucuğu var.

Peki bu davranışın sebebi ne olabilir? Baştan söyleyeyim, bunların hepsi benim bugüne kadar okuduğum teorilerin ve gözlemlediğim olayların benim gözümden bir yorumu. Genel olarak mühendislikle ilgilenen bilim insanlarının önemli bir kısmı sosyal bilimlerden, sosyal bilimlerin kazandırdığı bakış açısından fazlasıyla uzak; üstüne üstlük de, yıllar yılı süren çalışmaların getirisi olarak gelişen matematiksel zekaya rağmen, fazla alıştırma yapılmadığı için sosyal zeka yerinde saymış oluyor ve kişi, yolda yürürken karşısındaki insana selam bile veremeyen, üyesi olduğu grubun dışında kalan her insana korku dolu gözlerle bakan bir bireye dönüşüyor. Beyin elastik bir yapı; kafanızın içinde sabit duruyormuş gibi gözükse de aslında sürekli değişim halinde. Beyne giren her bilgi, sinir hücreleri arasında yeni bağlantılar demek. Fakat bu bağlantıların oluşması kolay değil; bunun olabilmesi için o bağlantıyı gerektirecek durumun tekrar tekrar gerçekleşmesi gerekiyor. Bu da alıştırma demek. Alıştırma olmadığı zaman beynin ilgili kısmı (her neresiyse) yeteri kadar çalışmıyor ve bu da gelişmeyi yavaşlatıyor, sinir hücreleri arasında daha az bağlantı kuruluyor. Bunun için, matematik zekada olduğu gibi, sosyal zekayı geliştirmek için de alıştırma gerekiyor.

İşte bu yüzden; bugün yetiştirilen çocukların ileride doktor, mühendis, mimar olması kesinlikle başlı başına yeterli değil. Sosyal zeka da matematiksel zekaya benzer şekilde geliştirilmezse, birey yine eksik kalıyor; hatta benim gözümde sosyal zekası yüksek olup, matematiksel zekası düşük adamlardan (bunlar büyük olasılıkla ilkokul öğretmenlerinin haklarında "Zeki ama çalışmıyor" dedikleri kişiler) pek de farklı değil. Sosyal becerileri yetersiz, iletişim kuramayan, derdini doğru düzgün anlatamayan, ön yargılı yaklaşan, etrafına sosyal bariyerler çekerek etrafındakileri (dolayısıyla da kendisini) kısıtlayan insanlar, potansiyellerini hiçbir zaman tam anlamıyla açığa çıkaramayacak; bunun için kendileri her ne kadar iyi olduklarını düşünürlerse düşünsünler, her zaman yarım kalacaklar. Dikkat ederseniz, bugün "iyi akademisyen, iyi hoca" dediğimiz insanların çoğu bilgili olmalarının yanında, bilgilerini etkili bir şekilde iletebilen insanlar da aynı zamanda.

Sonuç olarak, matematiksel zeka her şey değildir. Sosyal zekayla tamamlandığı anda ne kadar büyük şeyler ortaya çıkabiliyorsa, tamamlanamadığı zaman da potansiyelini ortaya çıkarmaktan bir o kadar uzak kalır. Sosyal zeka da, matematiksel zeka da tek başına eksiktir; bunların ikisini dengeli ve etkili şekilde kullanabilen insanlar hayatın her alanında başarılı olur; hatta tarihe adlarını yazdırırlar. Ben bunlardan birkaç tanesini biliyorum.