31 Ekim 2009 Cumartesi

The Tourist

http://fizy.com/s/16c71f

Dinle dinle, çekinme. Özellikle gecenin bu saatlerinde dinlemek lazım bu şarkıyı.
"Hey man, slow down, slow down..."
Temiz havanın, "lekesiz zihnin" anısı.

Saatlerimiz 01.47'yi gösterirken.

25 Ekim 2009 Pazar

Sakin...

Kış geldi artık, bak pazar akşamı da oldu. Hava karardı, karnım tok çok şükür. Biraz ders de çalıştım. Haydi yeter, biraz sakinleşelim, kalp atışlarımız yavaşlasın, üzerimize tatlı bir ağırlık çöksün. Gelsin Yann Tiersen, gelsin Jeff Buckley.

http://fizy.com/s/18ooa2

Renk: Hımmm. Açık bir renk. Çok açık, beyaza yakın, pembe gibi, mavi gibi, belki sarı gibi. Hani derler ya, "pastel" tonlarında, rahatsız etmeyen, batmayan, öne çıkmayan renklerden. "Sakin," diyor; "sakin olman gerek artık...".

Susuyorum, dinliyorum. Dinlemem gerektiğini biliyorum. Sonrası da böyle devam etsin istiyorum.

Fonda Amélie film müzikleri.

Ah Ghost Whisperer, ah!

Henüz seyretmeyenlere spoiler vermek gibi olmasın da, (eğer "Sonunu duymak istemiyorum, daha seyredeceğim bunu ben!" diyenlerdenseniz, yazının devamını okurmanız hâlinde üzülebilireceğinizi tam şu noktada belirtmek isterim; "Yok, öyle değil." diyorsanız, çekinmeyin, devam edin) Ghost Whisperer'ın 4. sezonunda Jim'in "ölmeksimsi" olayına gıcık oldum ben.

Çok sık seyrettiğim bir dizi değil Ghost Whisperer, arada bölük pörçük. Ama hikayeden az çok haberdar olacak kadar biliyorum diziyi.

Tamam, "Diziye heyecan katalım biraz" demişler, anladım; ama o adamın başına gelenler de ne öyle kardeşim. Hadi öldürdün adamı, çıkar diziden değil mi. Yok ama. Adam öteki tarafa geçseydi çok üzülecektim buna, ama senaryosuna da bir saygım kalacaktı. Şimdi adam başka birinin bedenine geçti, ama Melinda'yı tanımıyor. Bak şimdi. Arada kaldım yahu.

Böyle aşklar bitmesin arkadaşım. İyiydi onlar öyle. Bitirecekseniz de doğru düzgün bitirin, ağlatın, adamın ölmesi insanın midesine otursun mesela, insan bir süre etkisi altında kalsın falan. Böyle sakız etmeyin ya.

Nıçk nıçk.

23 Ekim 2009 Cuma

Astral seyahat-1

CSiki-sekiz-bir dersinde astral yolculuğa çıkan Bilkent IE öğrencileri nerede ne yaparken görüldü...

Yazarlar: Nil Tuncel, Emrecan Şenöz

1. Sertaç: New York'un arka sokaklarında gezinirken bir zenciyi 55 yerinden bıçaklayarak öldürmesinin ardından Alcatraz hapishanesinde demirleri kesmenin bir yolunu arıyor.
2. Emrecan: Batı Cephesi kumandanı İsmet Paşa'nın telgrafını okudu, cevap yazıyor.
3. Işıl: Maldivler'de hindistan cevizinden içeceğini yudumlarken hayatın ne kadar güzel olduğunu düşünüyor. Yine yalnız.
4. Bekir: Cenevre'deki Dünya Bilardo Şampiyonası'nda final maçını oynuyor.
5. Deniz: Özgür'le ikiz kızlarını parktaki salıncakta sallıyor.
6. Murat Işıklı: Britney Spears ile alışverişte, yeni yerleşeceği evin perdelerini seçiyor.
7. Cansu: Bilkent Üniversitesi Mühendislik Fakültesi EB204 numaralı sınıfta CS281 dersini dinliyor.
8. Hikmet: Louis Vuitton defilesinde baş manken olarak alkışları topluyor.
9. Hande: Somali'li çocuklara yiyecek yardımı yapan tırı kullanıyor.
10. Tunay: Tarihi eser kaçırdı, son model Ferrari'si ile New York'un arka sokaklarında CIA'den kaçıyor. Az önce mükemmel bir drift attı.
11. Alp: NBA'de Lakers'ın en gözde oyuncusu olarak maçın serbest atışını kullanıyor.
12. Cansu-2: "Thriller"ın klibinde oynamasının ardından, Michael Jackson'dan özel teşekkürü yeni malikanesinin anahtarlarını kabul ediyor.
13. Alp-2: Dünya Pes şampiyonu oldu. Okulu bıraktı. Cansu ile Papua Yeni Gine'de deniz kenarından aldıkları yeni evlerine yerleşiyorlar. Burger'a 5 dakika mesafede.
14. Selim: Fenerbahçe'den aldığı transfer parasını bankaya yıllık %8 faizle yatırmaya çalışırken bankacıyla konuşuyor. Bankacı kadın, 25 yaşında, sarışın, renkli gözlü, ince hatlı.
15. Sertaç-2: En sonunda Alcatraz'dan kaçmayı başardı. Hayatı Prison Break ve Dexter dizilerine konu oldu. Yeteneklerini ABD yararına kullanıyor. Biraz önce bir suçlunun yakalanmasını sağladı. Bu arada yan masadaki adamın tavırları onu sinirlendirmeye başladı, adamı her an boğabilir.
16. Ahmet: Newton fiziğini çürüttü. Evrenin maximum flow network problem ile açıklanabileceğini kanıtlayan teorisini ortaya atan basın açıklamasını yapıyor.
17. Gonca: Pekin'deki dans yarışmasında birinci çıktı, madalyasını kabul ediyor.
18. Merve Avcı: Hawaii'den yeni aldığı yazlığını döşetmek üzere iç mimarla görüşürken, duvarların renginin açık mavi olması gerektiğini ileri sürüyor.
19. Zeynep: Faber-Castell ailesine gelin gidiyor, nikah töreninde elinde çiçekle topluluğun arasından ilerlerken, yüzü gülüyor.
20. Halenur: Pınar'la Tayland'da, yöresel yemeklerin tadını çıkarıyor. İkisi de aynı yemekten yiyorlar.
21. Nil:
Az kaldı, Orta Dünya'yı kurtaracak; Arwen'i Ölmeyen Diyar'a postalayıp, Aragorn'a konacak.
22. Nehir: Kendisini belgesel çekimlerine vurdu, Güney Afrika topraklarında yaşayan aslan türlerinin hayatını filme alıyor.
23. Emre Çullu: 10.000 kişiye verdiği müthiş konserin ardından, kuliste içeceğini yudumluyor.
24. Hande-2: Domuz gribi testi yapmayan doktorları protesto etmek amacıyla kendisini Taksim Meydanı'nda zincirledi.

Astral seyahat haberlerimiz devam edecek, hatta bu gidişle baya bir devam edecek sanırsam. Bizden ayrılmayın...

Değişim...

Başka bir sıkıcı derste daha, yeniden merhaba!

Bugünkü programımızda production planning (üretim planlama), optimization (eniyileme) ve engineering econ (mühendislik ekonomisi) dışında hayatın bazen ne kadar da garip olabileceğini anlamak da yer alıyor.

İnsan bazen o kadar, o kadar saçmalıyor ki, elinde olmadan. "Anlamaya çalışacağım" derken kendi kalbini kendi kırıyor, kimsenin haberi yokken. Bunun gerçekten de böyle olduğunu fark ediyor, "Tamam, değişeceğim" diyor, ama değişmek zor.

Opti dersindeyiz. Jason Mraz'ın sabah dinlediğim "I'm Yours" şarkısının kafama takılmasıyla bir saman kağıda yaklaşık iki yüz elli defa "no more" yazdıktan sonra, kağıdın kalan kısmını başka derslere ayırmaya karar verdim. Hoca tahtada "unit change"den (birim değişim) bahsediyor. Bir birimlik değişimin giderde ne değişiklikler yapacağı, falan, filan.

Ama kimse sormuyor ki, değişmek, değiştirmek ne kadar mümkün? Gerçekten. Bence o kadar da kolay değil.

İnsanlar söz alıp soru soruyor. Ben konunun ne olduğunu bilmiyorum, kafam bambaşka yerlerde.

İnsan değişmeyi, daha doğrusu, içinde bulunduğu "somehow equilibrium" ("bir şekilde denge") hâlinden çıkıp çıkamayacağına, ya da bunu isteyip istemeyeceğine nasıl karar verir?

"Değişmeyen tek şey değişimdir," derler ama; bence bu olaya hangi ölçekte baktığımıza göre değişir.

Değişmesini istediğim bir şey var mı?

Ben bu şeyin değişmesini gerçekten istiyor muyum?

Hoca dersi dinlemiyoruz diye kızdı.

Biraz dinleyebiliyor taklidi yapalım.

21 Ekim 2009, 12:15

Her şeyin başlangıcı...

http://fizy.com/s/12dke0

Sabahın köründeki gıcık otobüs/dolmuş yolculuklarına hoş bir fon müziği. Napıyormuşuz, balıklama dalıyormuşuz. Akıntıya kapılıyormuşuz. Yüze yüze kıyıya varıyormuşuz. Bir dala tutunuyormuşuz. Tıpkı anahaber bültenlerindeki gibi. Ama daha bozunmamış, daha gerçekçi hâli. Yüze tokat gibi çarpan bir mutluluk, bizim beklediğimiz. Ne olacaksa olsun, beklemeye değer. Tıpkı her gün okula gidiş maceralarımda o servise bir an önce binmeyi umarak, depar modunda geçirdiğim tüm o zamanlar boyunca hissettiklerim gibi. Bir rüzgar esiyor saçlarımdan, ama hala sıcak hissediyorum, omzumdaki çanta gittikçe ağırlaşıyor. Amacımı hatırlatıyor. Odaklandığın şeyleri unutma, önemsiz ayrıntılara fazla takılma. Beklemeye değer.

7 Ekim, 2009.

Teori, pratik ve kontrol kurmaya çalışmak

Dünya çapındaki en sıkıcı dersler kümesinin en gözde elemanlarından birine daha hoşgeldiniz!

İnsan gördüğü şeyleri içselleştirmekte zorluk çekmiyorsa, onu öğreniyor demektir. Benim bu dersi öğrenmem için kim olduğunu bilmediğim birilerinin 6686437296 fırın ekmek yemesi lazım.

Dün neden bahsetmiştim, evet, şu insanın yüzüne tokat gibi çarpan mutluluktan. Bununla ilgili devam etmek istiyorum, bunun hakkında düşünmek istiyorum ama oturduğum sandalye çok rahatsız, belimi ve ayağımı ağrıtıyor. Hoca ne olduğu hakkında pek fikrimin olmadığı şeylerden bahsediyor. Sınıfça sıkılıyoruz. Sıkıntı hâli hepimizin yüzünde bir sıcaklık gibi yayılıyor, beyin ve kas hücrelerimizi ele geçiriyor, metabolizma hızımızı düşürüyor.

Empati insanı hayvanlardan ayıran özelliktir derler. Hak veriyorum.

O kadar sıkılıyoruz ki, demin arkamdaki sıradan "Alooo... Alooo..." diye bir ses geldi. Zeynep'in telefonundan biri sesleniyor.

Dersi dinleyebilmek için fazla sebebim yok, her şey "programlı".

Tokat gibi çarpan mutluluk diyordum; bugün stochastic dersinde yine karşıma çıktı. Uzun zamandır aradığım cevapları meğersem birileri formül yapıp kitaplara koymuş, "stochastic modeling" (rassal modelleme) adı altında satıyor. Teorik olarak her şey yolunda, ya pratikte ne yapmalı?

***

Dünyanın en sıkıcı dersi tüm sıkıcılığıyla devam ediyor, ilk kırk dakikayı nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde geride bıraktık.

Yol aramayı bırakıp, hedefe odaklanmak belki gerçekten de yapılması gereken şeydir. Hayatta bazen kendi kontrolümüz dışında gelişen olaylara da fırsat vermeliyiz. Çünkü kontrol sağlamaya çalışmak, bir yerden sonra insanı çığırdan çıkarabiliyor. Tıpkı çok konuşan öğrencilerle dolu bir sınıfta hakimiyet sağlamaya çalışan ezik, puskun bir öğretmen gibi. Kaotik evrenimizin her bir köşesinden milyonlarca, hatta sonsuz sayıda parametre, hayatımızın her t anında bir şeyleri belirliyor, onlara yön veriyor. Ben burada sıkılmış oturuyorken kimileri doğum yapıyor, kimileri hayata gözlerini açıyor, kimileri yumuyor, kimileri yemek pişiriyor, kimileri toplantıda, kimileri balık avlıyor, kimileri yaşamaya çalışıyor, kimilerinin başı mafyayla belada.

Ve bir kere daha aynı sonuca varıyorum, evrenin bilinmezliğine güvenmek gerek. Bunu fark ettikçe kazandığımı fark ediyorum.

Kazandığımı fark ediyorum, çünkü tüm gereksiz ayrıntılara rağmen umut, insan ruhunun kimyasıyla katalize oluyor ve mutluluğa dönüşüyor. İnsan ruhunun kimyası derken, kendimizi derinliklere bırakıyoruz. Çok değil, kısa bir süre. Alakasız yer ve zaman dinlemiyoruz. Tüm o olasılık bulutları bir anda gerçek oluyor. Maddi dünyanın sınırları kayboluyor. Çok kısa ama. Aniden uyanıyoruz. Yine saçma sapan bir ders, kıçı acıtan sıra. Ama tokat gibi çarpıyor mutluluk.

Aradığımız şey buydu işte. Arkana yaslan, belki biraz haberin olsun kuantum fiziği denen şeyden. Gerisi sana kalsın.

***

(Ders arası)

***

Dünyanın en sıkıcı anlatışıyla geçen ikinci derse de girmiş bulunuyoruz. Murat Işıklı, demin yazının buraya kadar olan kısmını okudu, sonunda sadece "Aferin" dedi, güldü. Galiba yazdıklarımdan pek bir şey anlamadı. Haksız da değil. Yine de, birilerinin beni anlaması durumunun güzel olacağını kabul ediyorum, ama illâ birilerinin beni anlamasını da beklemiyorum. Sadece yazarak çalışıyorum diyim.

Dışarıdan bir saksağanın sesi geliyor, inatla bağırıyor sanki hocaya; "Be adam, bırak şu çocukları, ya da adam gibi anlat!" diyor. Şimdi sustu, galiba pes etti. Hikmet yanımda ilaç kabının alüminyumunu yoluyor.

Dün ne diyordum, bugün nerelere geldim. Hoca demin sınıfa bir soru sordu, Alp cevap verdi. Demek ki dinleyebiliyorlar. Ben dinleyemiyorum, kabul etmiyorum, çünkü bu kadar detayın amacını, bu kafa karıştırmaların sebebini bilmiyorum.

Bu akşamüstü (yaklaşık 2.5 saat sonra) opti quizim var, çalışmalıyım, ezberlemeliyim.

15:05 - CS281 (Computers and Data Organization)

Sıkıcı ötesi.

Ayrıntılara takılmıyorum, farklı şekillerde de olsa yoluma devam ediyor olmalıyım.

8 Ekim, 2009.

İlk blogumun şerefine...

Yeter artık.

Uzun zamandan beri aklımda vardı bu olay. Tahtaya, duvara, sıraya, ayaklarıma, sonra yeniden tahtaya, sıraya, duvara boş boş bakarak geçirdiğim bütün o aptal ders saatleri artık daha verimli geçmeliydi. Bunu yapmaya başlamam için üçüncü sınıfa gelmem gerekiyormuş. Başlıyoruz işte.

Sınıftaki havanın ağırlaştığı, insanın kalp atışını yavaşlatan, gözbebeklerini küçülten, metabolizma hızını düşüren o sıkıcı dersler vardır ya hani... İşte o derslerde amaçsızca saatin buçuğu göstermesini beklerken, on dakikanın bilgisayar başında ne kadar çabuk geçtiğini görüp de, derste nasıl "saatler sürebileceğini" fark ederek zamanın göreceliği üzerinde düşünmek de bir yere kadardı. Sonra sonra, nasıl oldu hatırlamıyorum, iş yazı yazmaya geldi. Mantıklı da aslında; internet yok, cep telefonu hiçbir zaman sıkıntımı almadı, müzik yok, kitap desen hocanın gözünün içine bakarak okumak... yok yok, olmaz. Daha kibar bir sıkıntı giderme yolu bulmalı. "Ben bir yazı yazmaya çalışayım, bakalım sıkıntım geçecek mi?" diye başladım bu sıkıcı derslerden birinde, aklıma düşen tek bir cümle ile. Bir cümle diğerini getirdi sonra. Evet, işe yaradı da açıkçası. Keyifli oluyor, hocanın monoton ses tonunu arka plâna atıp, üzerinde saçmalamakta tamamen özgür olduğum şeyler hakkında düzenli düzensiz, aklıma gelen her şeyi yazabilmem. Kalem ve kağıt elimin altında, her şey "kendi çapında" gerçek. Bu blogu açmadan önce üç derste üç tane yazı yazmıştım. İlk ve sonuncusu database dersinde, ikincisi de opti dersinde. Onları buraya aktararak işe başlıyorum. Az veya çok benle ve tabi ki aynı zamanda da etrafımdakilerle ilgili şeyler bunlar, tamamen açığa vurmak veya vurmak istemediğim şekillerde, şifreli veya şifresiz olarak.

***

Evet, demin iki güzel bebeğin fotoğraflarını çekmeye gittim, geldim. Şimdi kaldığım yerden devam ediyorum. Ne diyordum, derste yazılar yazmak, evet, zamanı verimli kullanmak.

İnsan neden böyle bir şey yapar? (Böyle bir şey=yazı yazmak) Canı sıkılır, vakit geçirmek ister, belki para kazanma yoludur bu, belki derdini anlatacak kimse bulamaz, belki de amaçsızdır, sadece içini dökmek ister. Saçmalamak ister bazen, çünkü saçmalamak kimi zaman nötrleşmek anlamına da gelebilir, bu da insanın bir ihtiyacıdır. Bozulan dengeyi yeniden sağlamak. Doğamız bu yönde. Ben de şimdi ilk blogumun şerefine saçmalıyorum. Hadi saçmalayalım!

Hem bir nevi arşiv, hem de bir yayın olarak açmış bulunduğum çok sevgili blogum hayırlı ve uğurlu olsun.