31 Ağustos 2010 Salı

solitaire. dikkat dikkat, mantık konuşuyor.

Salak mıyım ben ya? Niye kasıyorum ki!

Biraz saçma, biraz da bir insanın hak etmeyeceği kadar "bir arkadaşlığa özlem dolu" bir yazı yazmıştım. Sonra solitaire oynamaya başladım. Solitaire oynarken kafam çok güzel dağılıyor, hem rahat rahat müzik dinleyebiliyorum, hem de üzerinde düşünmem gereken şeyler hakkında kafa yorabiliyorum. İşte demin de solitaire'e gömülmüşken, arka planda AC/DC'den Highway to Hell çalmaya başladı. Bir anda dank etti kafama: Salak mıyım ben ya, bunca şeyden sonra niye ben söylüyorum ki bunları? Hayır, neden yani? Yok öyle bir dünya.

Kural neyse ona göre oynuyorum. Hatta şu agresif oyun tarzı içinde baya fairplay takılıyorum bile denebilir. Devamı beni ilgilendirmiyor. Üstelik, gerçekler benim düşlediğim ve olmalarını umduğum gibi değiller diye oturup ağlayacak da değilim. Neyse ne.

İnsanlar garip yaratıklar, ama 21 yaşımda hafiften hafiften çözmeye başlıyorum ben de.

Hatta şöyle bir düşünüyorum da, eskisi gibi bulamayacağım şeyler için hiçbir şey yapmak zorunda olmamak beni baya baya rahatlatıyor.

Kalan kısmını kısa bir süre sonra görmeye başlarız.

28 Ağustos 2010 Cumartesi

şafak vakti büyüsü.

Bambaşka bir yazıya başlamıştım, baya da ilerlemiştim. Yaz tatillerinin uzun ve sıkıcılığından bahsediyordum, falan filan.

Windows Media Player susunca yeni bir şarkı açmak istedim. Listede biraz dolandım, aşağı, aşağı, biraz daha aşağı, biraz; çok az yukarı, sonra yine aşağı. Sonra gözüme Debussy'den Clair de Lune takıldı. Bugünün temasına uyar diye düşündüm. Çift tıklamamdan itibaren ise, tamamen farklı bir ruh haline büründüm. Son yazdıklarıma baktım, baktım. Şu anki ruh halimle ne kadar alakasız olduğunu gördüm. Bu konu üzerinde daha sonra saçmalamaya karar verdim ve bütün yazdıklarımı kesip, belki sonra devam etmek üzere bir not defterine yapıştırdım.

Son 2-3 gündür gökyüzü ile haşır neşirim biraz. "Çoban yıldızı"nı arıyorum; yani Venüs'ü. Gökyüzünde çizdiği rota Güneş'inkine benzermiş; o yüzden sadece gün doğuşu ve batışına yakın saatlerde, ufka yakın yerlerde görülürmüş. Gökyüzünde Güneş ve Ay'dan sonra en parlak gökcismiymiş. Hiç şaşırmadım bu bilgilere. Ona da bu yakışırdı bence zaten. Hiç tanımadım ama, içimden öyle geliyor işte.

Sonra, Jüpiter ve Ay var bir de. Annem kaç gündür söylüyordu, şafak vaktinde Ay bizim apartmanın tepesinden Jüpiter'le beraber çıkıyormuş, fotoğraf çekmelikmiş. Sabah onu görmem için beni uyandırdı. Rüyamda saçma bir şeyler oluyordu, kendimle bir savaş veriyordum. Hani bazen olur da irkiliriz ya uykumuzda, tam o olacaktı ki; annem yatağımın başında bana seslenince ikisinin de etkisiyle hoplayarak uyandım. Annemin tatlı tatlı "tamam kızım, korkma korkma" tarzı bir şeyler dediğini hayal meyal hatırlıyorum, şafak vakti büyüsünün başlangıcı.

Zaten şafak vakitlerini oldum olası sevmişimdir. Günün içinde hayatın asıl büyüsünü kazandığı zaman benim için. Bir kere, şafak vakitleri hava daima çok güzeldir; gökyüzü alabildiğine bütün masum renklerini boyanır. İnsanların her türlü pisliklerinden arınmıştır. Arabaların sesi çıkmaz, vort-vortçu apaçiler ise 3405983245. rüyalarındadır. İnsanların bedenleri günün bu saatinde ölüme daha bir savunmasız olur, ilginç bir şekilde. En çok o zaman üşürüz yataklarımızda, örtüleri, pikeleri kafamıza kadar çekeriz. Rüzgardan pencereler, kapılar çarpar bazen, uyanırız. Birkaç saniye sonra yeniden rüyaya dalarız. Belki de hayatın o alışılmadık büyüsünü kaldıramaz bünyeler, o yüzden uyuruz, uyuruz. O saatte ezan sesi bile bir başka gelir insanın kulağına.

Neyse... Ben eğilmiş jaluzilerle daha bir karanlık kalmış odamda yatağımdan kalktım, yarı kapalı gözlerle balkona, annemin yanına gittim. İrkilerek uyanıp hemen kalkmamdan dolayı da belki; hayal meyal hatırlıyorum, rüyayla karışık. Ankara gibi bir şehrin bürünebileceği en güzel, en alışılmadık renkler belki. Keşke hep böyle olsa, dedim içimden. Böyle sessiz, huzurlu, güvenli, değeri bilinir.

Annem tam bizim apartmanın köşesinden çıkan Ay'ı ve altlarında gezinen Jüpiter'i işaret etti. Bütün geceye sahip çıkmış, görevlerini yapmanın verdiği gururla batıda çatıların arasında kaybolmak üzere artık rengi gittikçe açılmış mavi yollarında sessizce ilerliyorlardı ikisi de. Yarı uyur yarı uyanık bir şekilde içeri koşup, Rus malı emektar dürbünümüzü kaptım. Malum apartmanın 8. katı; başım falan dönerse diye sandalyeye oturdum, dürbünle Ay'ı aramaya başladım. Hemen yanındaki maviliğe karışan kraterlerine baktım, hayranlık duydum. Sonra Jüpiter'e baktım. Hava iyice aydınlandığından, parlak bir noktadan başka bir şey göremedim.

Sonra sonra istemeye istemeye yeniden yatağa yattım. Tam kafamı yastığa koydum, aklıma çoban yıldızı geldi. Acaba görebilir miyim diye kalkıp penceremi açtım, doğuya doğru baktım, ama o yönde pek görüş mümkün değil, gün doğuşunun müthiş renkleri ve karşıdaki binanın çatısı dışında hiçbir şey göremeden penceremi kapattım. O an içimden Bon Iver & St. Vincent'tan Roslyn dinlemek geldi, New Moon'un enfes soundtracklerinden biri. Yine de bütün gece uyanık kalıp sahuru beklemiş, sahuru yaptıktan sonra biraz daha oyalanmış olmamdan ötürü uyku anlamında şansımı fazla zorlamak istemedim. Yine de öğlen saat ikide uyandım, o da ayrı bir mesele.

İşte bu şekilde oldu, şafak vaktinin büyüsüne kapılışım.

Bu akşamüstü biraz daha hazırlıklıydım, gün batımında Çoban Yıldızı'nı görme imkanım oldu. Güneş battıktan sonra yine annem seslendi. Ay ve Jüpiter, Dünya'ya göz kulak olma işinin bugünkü kısmına başlamışlardı. Yine dürbünü kaptım. Bu sefer daha şanslıydım. Dürbünden anlamlı bir şeyler görmek hiç kolay olmadı, ama en sonunda Jüpiter'in 4 büyük uydusunu fark edebildim: Io, Europa, Ganymede ve Callisto. Jüpiter'in etrafında sıraya dizilmiş, saygıya duruyorlardı sanki. Milyonlarca kilometre ötede bir yerlerde bir şeyler oluyordu ve ben bunu oturduğum yerden, evimin balkonundan gözlemliyordum. O uyduların Jüpiter'in etrafında nasıl dizildiklerini gördüm. Belki emektar dürbünümüz biraz daha gelişmiş teknik özelliklere sahip olabilseydi, ilerleyen zamanlarda Jüpiter'deki tutulmaları görme imkanımız da olurdu. Ama bu teknik şartlar altında, oralarda bir yerlerde 4 tane uyduyu Jüpiter'in etrafında görmek bile beni çok mutlu etti.

Hala insanların elleriyle kirletemedikleri bazı güzellikler var. Umarım bir gün bu güzellikleri çok daha farklı ortamlarda tatma şansım olur. Eğer böyle bir şansım olsaydı, değerini bileceğime neredeyse eminim ("neredeyse" sözünü sadece büyük konuşmuş olmamak için söyledim).

Çünkü... bu "çünkü"nün devamını yazmıştım ama sildim, "comment" içine aldım. Onu da belki başka bir yazıda anlatırım.

27 Ağustos 2010 Cuma

çoban yıldızı.

İnsanlar manyak manyak şeylerden zevk alırken, başka birileri bu dünyadan göç ediyor. Bütün bu işleyişin bir amacı olduğuna inanmasam, yanmıştım.

Söyleyecek fazla sözüm yok. Deniz Gönenç Sümer'i kaybetmişiz birkaç gün önce. Hiç tanımadım kendisini. Oyunlarına gitmedim hiç, hatta kan arayışlarını görmeden önce adını bile bilmiyordum. Ne zaman ki webmail'den ve Okan Bayülgen'in programından kan bağışı çağrısı yapıldı, o zaman öğrendim kim olduğunu ve durumunu. 26 yaşındaymış, 2006'da Bilkent Tiyatro'dan mezun olmuş. Bir süre önce virüs kaynaklı bir hastalığa yakalanmış, Hacettepe Üni. Tıp Fak. Hastanesi'nde tedavi görmüş, bu sırada kana ihtiyaç duyulmuş. Hayatımda daha önce hiç kan vermeyi denememiş olmama rağmen ilk defa gidip kan vermeyi bile düşündüm, ama yakın zamanda geçirdiğim hastalık sırasında aldığım ilaçları düşününce gitmekten vazgeçtim. Yine de, o günden itibaren her gün onun için ve ailesi için, hatta onun gibi hastanelerde şifa bekleyen herkes için dua ettim. Ne tanıyordum, ne de başka bir şey. Yine de içimden bir ses onun iyileşmesini gerçekten istemişti. Yüzünün aydınlığından kalbinin temizliğine dair bir şeyler çıkarmışımdır belki, kim bilir.

Sonra sonra çağrılar işe yaramış, yeterli miktarda kan toplanmış. Okuduklarıma göre biraz toparlamış da hatta, hastaneden çıkmış bir süre sonra. Ama sonra kaybetmişiz işte.

Birçok rol almış daha önce, ama bilenler Teoman'ın Çoban Yıldızı klibindeki enfes performansıyla hatırlayacaklardır kendisini. Ben severdim o şarkıyı, çok dokunurdu zaten önceden de. Şimdi ise gözlerim dolmadan, burnumun direği sızlamadan dinleyemiyorum, bambaşka bir anlam kazandı durumu bilen herkesin yüreğinde.

Kısacası, 26 yaşında gencecik bir insan, yetenekli, gelecek vaadeden bir oyuncu hayata gözlerini yumdu, tıpkı pek çok diğer genç insan gibi. Üzülüyorum diyecek oluyorum ama demiyorum, çünkü üzülmüyorum aslında onun için. Sadece, hikayesi çok, çok fazla burkuyor içimi. Arkasında bıraktığı anlamlı hikayesi için ona teşekkür ve bol bol dua ediyorum, bütün iyi dileklerimi yolluyorum.

Burada Romeo & Juliet'in olduğu iki parça video var, seyredip bu genç oyuncuyu sevgiyle anmak isteyenler için:
Parça 1
Parça 2

Mekanı cennet olsun, Allah rahmet eylesin. Sevenlerine, yakınlarına, ailesine sabırlar versin.

Mekanın cennet olsun, çoban yıldızı.

Birazdan balkona çıkıp bakacağım, belki gökyüzündeki yerini almışsındır.

25 Ağustos 2010 Çarşamba

tecrübe ile ilgili, önemli bence.

"Tecrübe".

7 harfli. Arapça "tecribe" kelimesinden dilimize yerleşmiş. Bulmacalarda çok çıkar mı, bilmiyorum. Ama bazı iş ilanlarının anahtar kelimesi. Bizim yaşımızdaki bireylerde fazla bulunmaz şu an için, ya da belki bir yere kadar bulunur.

İlk bakışta insanın gözüne hiç de fena gelmiyor, değil mi... Yalnız, ben bugün çok önemli bir ayrıntı yakaladım. Hani, uzun zamandır aklımda bir yerlerde olan, ama bir türlü toparlayıp adam edemediğim bir düşünce.

Çok tehlikeli bir şey de aynı zamanda bu "tecrübe".

Öyle ki, insanı; kişisel gelişimi çok feciiiii uyuşturabilecek bir kapasiteye sahip.

Bir sosyal ortam düşünelim, o sosyal ortamın içinde "diğerlerinden daha tecrübeli" bir kişiyi getirin gözlerinizin önüne. Diğer bireylerle olan konuşmasını, diyaloglarını düşünün. Jest ve mimiklerini, ses tonunu, kullandığı kelimeleri, cümleleri... Sanki biraz... Şşşeeeey... Küçümseyici? Bazen olsun, böyle hissedenler var mı aranızda?

Herhangi bir konuda sizden daha tecrübeli bir insanla aynı ortamda bulunduğunuzda karşınızdaki kişinin tavırlarından dolayı küçümsenmiş hissettiğiniz zamanların sıklığı ne kadardır? Eğer bu yazıyı okuyan birileri olursa bu sorunun cevabını yazıya yorum olarak yazabilir ya da mail atabilirler; düşüncelerinizi gerçekten merak ediyorum.

Neyse. Ben böyle ortamların çoğunda kendimi minimum "biraz" küçümsenmiş hissediyorum ve fikirlerimin o tecrübeli kişilerin (ki bundan sonra TK diye kısaltıyor olacağım kişiler bunlar) gözünde pek değerli olmadığını düşünüyorum. İşin bende uyumsuzluk (dissonance- Allah'ııııım, olaya hafiften sosyal psikoloji mi katıyorum, ne!) yaratan kısmı ise şu; bazen, karşıdan gördüğüm tavırların aksine, ciddi anlamda inandığım ve destekleyebileceğim fikirlerim oluyor ve bu fikirlerin, "tecrübe" kelimesine dayandırılarak ciddi anlamda gümbürtüye gittiğini düşünüyorum.

Gelmeye çalıştığım noktaya yavaş yavaş geliyorum.

Bazı durumlarda, sadece o kişi benden daha tecrübeli olduğu için fikirlerimi savunmamın boşa gittiğini düşünüyorum. Karşımdaki kişiyi ikna etmeye çalışmak gittikçe anlamsızlaşıyor; çünkü bunu yapmanın imkansız olduğuna inanmaya başlıyorum. Çünkü karşımdaki kişiler, belki yıllar öncesinden kalmış hayat tecrübelerine bakarak bugün ve yarın için karar veriyorlar. Ben ise, iki gün önce öğrendiğimi bugün kullanmaya çalışıyorum, aradaki zaman farkı daha az. Bu yüzden de belki zamana biraz daha kolay ayak uydurma konusunda biraz daha avantajlı olabilirim.

Yani, "tecrübe" bazı durumlarda insanların kendilerini yeni ya da farklı düşüncelere, yeniliklere, değişimlere kapatmalarına sebep oluyor. Araya biraz da yaş girince bu durum ya "gençlik bunalımı", ya "kavak yelleri", ya da başka bir şey oluyor; ama sonuçta olay bir şekilde büyük olasılıkla "kabak tadı" veriyor.

Buradan yetkililere, bugünün ve geleceğin TK'larına sesleniyorum:

Aman diyim, n'olursunuz, o kadar yıl tecrübe kazandıktan sonra kendinizi 20-30 sene önce hayata yeni atıldığınız dönemlere sıkıştırıp kalmayın. Tamam, sizden daha az tecrübeliler olarak arada sırada saçmalıyoruz. Hadi tamam, "arada sırada"dan biraz daha sık gerçekleşiyor olabilir bu durum. Ama lütfen, n'olur; yine de kendinizi yeni düşüncelere, yeni şeyler öğrenmeye, yeni bakış açılarına kapatmayın. Kapatmamayı bırakın, alıcıları sürekli açık tutun. Bir durun, küçümsemeden dinleyin, tartışın. Sorular sorun, karşıt görüş bildirin, geliştirin. Beyin bedava... Bedava ya... Niye hamallık yapayım... değil mi.

Bugün zaten başımıza ne geliyorsa yeni fikirler üretemeyen, doğru düzgün argüman bulamayan, argümansızlıktan olduk olmadık konularda olduk olmadık adamlara saran politikacılardan; hadi fikir üretmeyi bıraktım, yeni fikirleri dinlemeyen, desteklemeyen; iş yerine gelip, emirler yağdırıp sonra odasında kahvesini yudumlayan; işçisiyle, çalışanıyla adam gibi iletişim kurmayan iş adamlarından vs vs gelmiyor mu?

Bu adamlar yıllardır politikada, ötekiler yıllardır işlerinin içindeler. Gözümün önünde tonlarca şey görüyorum. Birisi sorsa, şakır şakır anlatacağım. Ama kimse sormuyor. Feci bir çekinme hali var. Herkes birilerinden korkuyor. Ben bir kağıdı alıp arkama bakmadan kaçma düşüncesindeyim. Halbuki anlatabileceğim o kadar çok şey var ki. Gözümün önünde duruyorlar. Ve başkalarının gözünün önünde başka şeyler. Ama birileri bizden daha tecrübeli ya... o kişi eğer tecrübelerinin arasında yeni fikirlere sürekli açık kalmayı katamamışsa, ne desek boş işte.

Aman diyim, n'olur ya; düşmeyin bu hataya. Gözünüzü seveyim. Bu da bana gelecekte okumam için bir not; size de benden bir öneri, bir rica, ya da ona benzer bir şey olsun. Birbirimizin hayatını kolaylaştıralım, sürekli gelişelim, geliştirelim. İş hayatı insanların birbirlerinin arkasından kuyu kazdıkları bir yer olmaktan çıksın. Siyaset adam olsun. Beyin bedava... Bedava ya. Niye hamallık yapalım.

23 Ağustos 2010 Pazartesi

merkür rötarı günlükleri-1

O kadar korkuyorum ki aklımdan geçenlerin hepsini burada sıralamaya.

Aklımdakilerin %30'unu buraya yazsaydım, yapabilseydim eğer öyle bir şeyi, beynimde olacak patlamaları düşünüyorum.

Bir hikaye gibi anlatmak istiyorum, sanki başkasının hikayesiymiş gibi, hatta başkasının ağzından belki. Yine de korkuyorum sizden. prefrontal korteksim amigdalamı yenemiyor bir türlü. Kafamdakilerin "oksijen"le gerçekleştireceği tepkimeden çıkan ürünleri düşünmek bile istemiyorum.

Bu yüzden kendi içimde kalıyorum. kafamdakileri dışavurmanın rahatlığından ödün vermek pahasıyla da olsa, onları oldukları gibi korumak istiyorum şu an.

Zaten anlatmaya kalksam da ne anlatabilirim ki. hadi anlattım diyelim, siz onu ne ölçüde "decode" edebilirsiniz, o da ayrı bir mesele.

Fazla mı mükemmelliyetçiyim, ne.

Merkür rötardaymış yine, hem de başak burcunda. Ah ülen aaah, yaktın yıktın beni Merkür.

19 Ağustos 2010 Perşembe

söyleyecek çok şey var ve hiçbir şey yok.

Bazen, böyle; anlatmayı istiyorsun da, bir bakıyorsun ki söyleyebileceğin hiçbir şey yok. Boğazına kadar dolusun halbuki. Ama yazmaya başladığını düşününce, söyleyebileceğin hiçbir şey olmadığını görüyorsun.

Fazla boş durmak iyi gelmiyor bünyeye. Dinlenmek, falan; bunlar güzel şeyler ama, bir süre sonra fazla derinlere dalmaman gereken sularda kulaç atmaya başlıyorsun. İşin gücün yok ya, yapacak aptal bir ödevin yok ya. İşsizlikten aklın duvarlara tırmanmaya başlıyor. Çırpınıyor, çırpınıyor.

Boş kalmak, bir süre sonra, hiç iyi gelmiyor bünyeye.

Saat 00:09, biraz serin bir akşam yine, balkonda oturuyorum. Karşımda alabildiğine Ankara manzarası var, uzaklarda bir yerlerde Gençlik Parkı'ndaki dönme dolabın ışıklarını, Anıtkabir'i falan görüyorum. Biraz serin. Sandalyenin üstüne top şeklini aldım, büzüldüm, büzüldüm, oturuyorum. Hangi alakasız şeyi yazsam, diyorum.

Upuzun, başı sonu belli olan, belirli bir kompozisyon oluşturan bir şeyler yazayım diyorum. Hakkında yazmak istediğim şeyleri burada yazmam, burada bahsedebileceğim şeyler üzerine yazacak onlarca satırım yok.

Ve bu arada demin Facebook'ta mükemmel bir şey gördüm, o kadar şaşırdım ki, çok aptal bir tepki verdim. Neyse ki kimse görmedi. Sanırsam.

Radiohead - 2+2=5 çalıyor. Biraz fazla üşüdüm, üzerime bir şey aldım, geldim.

Yazdıklarımın günlük yazılarına gereğinden fazla benzeyip benzemediğiyle ilgili olarak düşünüyorum.

Derken derken, Street Spirit çalmaya başlıyor. Radiohead'i her dinleyişimde gittikçe daha çok sevdiğimi düşünüyorum.

Uzaklara bakıyorum, ilgimi çeken yollara. "Buralardan geçiyordum" dediğim yerlere. Yine geçmek istediğim yerlere.

Hani, ne yaptığımı biraz daha iyi biliyorum sanki; bu sanki olay biraz daha deterministikmiş gibi bir izlenim uyandırıyor ilk başta. Yine de öyle değil, bazı Markov zincirleri var ki, kendilerini saygıyla anıyoruz.

Sabrediyorum, bundan önce sabretmenin, ilk anda aceleyle adım atmamanın ne kadar önemli olduğunu gördüm. O yüzden, sabırla bekliyorum gelecek cevabı.

Bir yanık kokusu geliyor burnuma, nereden olduğu belli değil. Nedense hoşuma gitti.

Ayak parmaklarım yavaştan buz kesmeye başladı, ama gidip çorap giymeye üşeniyorum.

Cevap için sabırla bekliyorum ama bu durum heyecanlanmamı engellemiyor. Heyecanlanıyorum, aklıma saçma sapan şeyler geliyor, o kadar küçük ve önemsiz ayrıntılara takılıyorum ki... Hatta sonra kendime bunun için kızıyorum. Biraz geçiyor, sonra yine aynı şeyleri yapıyorum, yine kendime kızıyorum, sonra yine devam.

Thom Yorke "Silence..." diyor. No Surprises; House'un 6. sezon 1. bölümünde benim için çok daha güzel anlamlar kazanmış şarkı arka fonda.

Sandalyenin üzerine iki büklüm tünemekten, bacaklarım uyuşuyor. Aşağıda sokakta bir köpek bomboş turuncu yolda sallana sallana yürüyor.

Ben şu anda, günlük olayları çiğ, tatsız tutsuz cümleler halinden çıkarıp, usulca güzel kelimeler topluluğu haline getirmenin mutluluğunu yaşıyorum. Fazla cümleleri siliyorum, eksikleri tamamlamaya çalışıyorum. Elimden geldiğince.

10 Ağustos 2010 Salı

back to life.

Silinen yazılar, yorucu bir staj ve yorucu bir tatilden sonra yine evimdeyim. Hhhaaalleluuuujah...

1,5 hafta önce stajımı bitirdim. Sonra apar topar tatile gittim, dün akşam kendimi evime attım.

Fazla boşluk iyi gelmiyor bünyeye. Alışkın değilim; sıkıntı, kaşıntı, çarpıntı yapıyor. Dayanamıyorum.

Anlatacak çok şey var aslında, ama ne kadarını burada anlatabilirim, ya da anlatırım, bilmiyorum.

Tek bildiğim; şu anda ne olduğunu bilmeden yapmak istediğim pek çok şey var. Ve hakkında ne olacağını bilmediğim, ama bilmeyi gerçekten istediğim, merak ettiğim pek çok şey. Artık biraz daha tatlı bir rutine bağlamış bir hayatım olsun istiyorum. İşlerimi yoluna koyup, güzel haberler almam gerek.

House M.D.'yi bitirdim, tadı damağımda kaldı, yeni sezonu şimdiden iple çekiyorum. Yeni dizi önerilerine de açığım.

İşte böyle.

Özlediğim insanlar var, ama özlediğim insanların özlediğim hallerini bir daha aynı şekilde bulacağımdan emin değilim. Çünkü o zamanlar kendimi daha kolay kandırıyordum. Böyle olsun hiç istemezdim, hiç.

House M.D.'nin 6. sezon 16. bölümünde çok sevdiğim bir sahne. Güzel anlatıyor.

Şimdilik bu kadar. Biraz rutin güzeldir, tamamen dağılmış konsantrasyondan sonra iyidir.