9 Haziran 2012 Cumartesi

Gün ışığı ve çiçek tozları

Hep şu "çay ya da kahve eşliğinde kitap okuma" olayını yapmak istemişimdir, ama şimdiye kadar pek de başarılı olduğum söylenemez. Takıntılıyım biraz galiba, ne zaman bunu yapmaya yeltensem, önce çay/kahve biter, sonra kitaba devam ederim. Çünkü bir yandan kupayı tutarken diğer yandan kitabı açık tutmaya çalışmak konusunda başarılı değilim. Aynı zamanda çayı (çoğunlukla çay içerim, ama bu aralar bir kahve sevgisi de başladı) çabuk bitiririm, ben zevkini çıkaramadan boğazımdan akıp gitmiş olur. Nadiren diğer türlüsü olduğu zamanlarda ise çay ben içmeye başlayana kadar çoktan soğumuştur, soğuduktan sonra da "sıvı alma" maksatlı kafama dikerim, öyle gider. Aslında kupanın dibinde beklemiş ve soğumuş çaya özel bir sevgim yoktur; ama nedense o çay bazı kritik noktalarda (örneğin, bilgisayarın açılmasını beklerken) hep orada, elimin altında olur ve ben onu mutlaka içer, bitiririm. İçtikten sonra da "Niye içtim ki şimdi ben bunu?" diye sorarım kendime. Bir cevabı gelmez, gelmek zorunda değildir, çünkü soğuk çayın buruk, bayat ve paslı tadı çoktan dilimin üstündeki pütürcüklere geçmiştir bile. O arada olanlar da (çayın tadının dilimdeki pütürcüklere nasıl geçtiği, benim çayı neden o tatta algıladığım da döner tadında algılamadığım gibi şeyler) bilimsel anlamda tam bir muamma.

Çay ve kitaptan bahsediyordum; evet bunu beceremiyorum; belki de buna uygun bir yerleşimi yok odamın. Kitabı genelde yatağın üstüne tüneyerek okuyorum, çayı da Friends eşliğinde yatağımın üzerine tüneyerek içebiliyorum; ama yatağımın üzerinde hem kitap, hem de çayımla duramam; bu fazla riskli. Annem yorganımı temiz tutmam konusunda son derece ısrarcı; söylediğine göre kolay temizlenmiyormuş.

Tam bu paragrafı yazarken yukarıdaki odada piyano çalmaya başladılar. Sanatı severim, sanatın ve sanatçının destekçisiyim, ama ben burada yazdığım şey her neyse ona odaklanmaya çalışırken, umarsız bir havada defalarca aynı notaya basılması biraz sinirime dokunuyor. Halbuki bir Yann Tiersen ya da Hugh Laurie olsaydı nasıl da kulak verirdim! Bu müziğe hayranlık duymasam da onu bir ölçüde sevebilirdim belki; piyanoyu çalan her kimse bir yerde takılıp, o yeri sürekli tekrar etmeseydi...

Çay içerken kitap okuyamadığım gibi, müzik dinlerken de kitap okuyamıyorum. Bunun için çoğunlukla günün sessiz zamanlarını seçerim kitap okumak için; ya da onlar beni seçer de denebilir aslında. Bu öğlen de piyanonun ilk sesleri gelmeye başladığında yine yatağıma tünemiş, Malone Ölüyor'un sayfaları arasına gömülmüştüm. Beckett zaten anlaşılması zor bir yazar; arabada hız ile vites arasındaki ilişki misali, onun kitaplarını okurken hız kazanmak için önce belirli bir süre inatla yüklenmek, gaz vermek gerekiyor; anca belirli bir hız kazandıktan sonra cümleler bir şey ifade etmeye başlıyor. İşte o zaman gerçekten, ama gerçekten zevk alıyorum. Yani kısaca, haz almak için gaz vermek gerek (Bu cümle ikinci bakışımda tesadüfen g yerine h'ye basmamla karşıma çıktı, sonra yazmaya karar verdim, sonra ondan bütünüyle nefret ettim, ama yazıdan çıkarmamaya yönelik büyük bir istek duyuyorum; çünkü nefretler de sevgiler gibi hayatın bir parçası, hayatımdan söküp atmıyorsam, yazımdan neden çıkarayım ki?). İşte ben de Üçleme'nin ilk kitabı olan Molloy'dan sonra düşürdüğüm o hızı bu öğlen ikinci kitap Malone Ölüyor'da yeniden kazanmaya çalışıyordum ki; yukarıdan gelen kulak tırmalayıcı, ama her nasılsa bir şekilde insanı gıcık ede ede kendisini dinleten piyano sesiyle irkildim. Baya bir süre devam etti bu ses, ben de inatla okumaya devam ettim. Bir süre sonra kulağımı tıkadım, ama pek işe yaradığı söylenemez, çünkü o zaman da kulağım tıkalı bir şekilde bağdaş kurmuşken, oturduğum yerde kalp atışımla vücudumun belli belirsiz sarsılışını fark ettim, bir süre de bunu dinleyip bunla kendi çapımda eğlendim. Sonra tekrar başımı kitabıma eğdim ama, hala odaklanamıyor, bir türlü kalkışa geçemiyordum (zaten düz vitesli arabayı da yerinden kaldırmayı beceremiyorum ben, ha bire stop!). Gözümün "Ama" diye bir sözcüğün üzerine takılı kaldığını fark ettiğimde kitabımı alıp, akşam üstü güneşinde cayır cayır olmuş balkona attım kendimi. Fakat burada da fazla kalamadım, sırtımı dönmeme rağmen kitabın sayfalarından yansıyıp gözümün içine içine işleyen güneş ile etraftaki çiçek tozlarının getirdiği hapşırık ve burun kaşıntısı beni orada da rahat bırakmadı.

Bir süre kitap okuyup, biraz boş boş dolandıktan sonra, biraz önce girdim içeri, ama hala aynı notalar tekrar ediyor. Aslında neşeli bir tınısı var çalınan şeyin; ama akışı çok kötü; kesilmemesi gereken yerlerde kesiliyor, yavaş gitmesi gerekirken hızlanıyor, hızlanması gereken yerde yavaşlıyor, bazen aksıyor. Başak burcunun bana getirdiği mükemmeliyetçi kafamı bir yana bırakıp, dikkatimi odaklanmam gereken yere toparlama konusunda daha iyi olmam gerek. Kitap okurken aradığım o sessizliği her yerde bulamayabilirim; ama eğer daha geniş koşullarda odaklanabilmeyi başarırsam, daha çok yerde kitap okuyabilirim ve kim bilir daha neler neler. Bu da galiba bir mesaj kaygısı. Bu da mesaj kaygısının tersi. Mesaj kaygısını öküzler tepmeli mi, bunu daha sonra düşünürüz, belki.

Ben yemek yiyip, bu yazıya baştan sonra tekrar bakana kadar akşam ezanı okundu. Piyano çoktan sustu, istek şarkı yapmak için artık çok geç. Ama ben zaten istek parçası yapmak istemiyorum. Aklımda dün Samuel Beckett'in Vikipedi sayfasında gördüğüm, bu adamın bana "şimdiye kadar gördüğüm yüzler içinde yaşlılığın en çok yakıştığı" dedirten fotoğrafını buraya koymak var. Sonra Malone ("o zaman adı oydu")...




3 Haziran 2012 Pazar

Bak, gece oldu!

Sabah yolculuklarını sevmem, çünkü uykulu olurum.

Akşamüstü yolculuklarını severim, çünkü varış noktasına gittikçe yaklaşırken, alçalan güneşin yumuşak ışığıyla kitap okumak çok zevklidir.

Gece yolculuklarını da severim, kulakta güzel bir müzikle (şu sıralar kişisel seçimim Pearl Jam ve Radiohead'den yana) ay ışığının düştüğü ağaçlı tepeleri seyrederek ilerlemek beni çok rahatlatır, algılarımı, düşüncelerimi açar. Açtı da, nitekim.

Dün İstanbul'a gidip geldim. Sabahki yolculuk hakkında söyleyebileceğim pek bir şey yok; nasıl olduysa saat 6'da pek zorluk çekmeden gözlerimi açabildim, 8'e doğru otobüsteydim. Otobüste USB girişi yoktu, böylece getirdiğim bir sezon Friends işime anca dönüş yolunda yarayabilirdi, o da belki. Gayet konuşkan, biraz da sakar bir muavinle (servis arabasının ayaklarını tam kaldırmamış, ayaklar birden yere kapanınca üstündeki poğaça kutusundan üç poğaça yuvarlanıverdi yere) yola çıktık. Biraz kitap, biraz müzikten sonra uyuklamaya başladım. Mola yerinde hava gayet güzeldi, otobüsün kalkmasını beklerken arka taraftaki koruya takıldı gözüm. Sonra otobüsün kalkış zamanı geldi, sonrasıyla ilgili ise pek ilginç bir şey yok. Yalnız yolda giderken aklıma geçen seferki İstanbul-Ankara yolculuğumda önümde oturan iki kız çocuklu aile geldi; kızlardan biri 4-5 yaşlarında sarışın, hafif toparlak yüzlü, saçları iki yandan tepeden at kuyruğu yapılmış bir çocuktu, diğeri de anca 5-6 aylıktı, kafasında daha tüy tüy saçları vardı ama ablasının bir kopyası olacağı düğme burnundan ve meraklı bakışlarından belliydi. İkisi de gayet sevimli çocuklardı. Tünellerden birine girdiğimizde anne-babasından biri (hangisi hatırlamıyorum) büyük çocuğa "Bak, gece oldu..." dedi ve kız da buna inandı, gayet şaşırmıştı. Aynı şeyi bizimkilerin de bana yaptığını hatırlıyorum (düşünerek çıkarıyorum da denebilir aslında) ve inanır mısınız, 15 yıl vardır belki bana bu olalı ve o kadar küçük bir olay olmasına rağmen hafızama nasıl kazınmışsa, yanlış veya eksik de olsa hatırlıyorum. Ben çok küçükken, büyük ihtimalle bu kız kadarken bir yolculuğumuzda biz de büyük ihtimalle bir köprüden geçmiştik ve bu benim aklımda yıldızlı bir gece olarak kalmış. Fakat şimdi düşününce o kadar çabuk gece ve gündüz olamayacağını ve hem gece hem de gündüz sürecek kadar uzun bir yolculuk yapmadığımızı hatırlıyorum; bu yüzden büyük ihtimalle ya rüya görmüştüm, ya da annemler bana da bu kıza anne-babasının yaptığı şeyi yapmışlardı ve ben yıllardır aklıma geldikçe bu durumu çözmeye çalışıyordum. Çok çılgın. O kızın kafasına takılır mı acaba, o da benim gibi yıllar sonra bir gün hala bu konu üzerinde düşünüyor olabilir mi? Bence gayet mümkün. Söylediğiniz şeylerin çocuklarınızın üzerindeki etkisi böyle olabiliyor işte; dikkat etmek lazım.


Dudullu'da inip kendimi Tuzla servisine attım; adam beni Tuzla'da otoyolun kenarında biraz garip bir yerde bıraktı, işte resmi elbisem ve topuklu ayakkabılarımla yine otoyol kenarındaydım. Yaklaşan neredeyse ağzına kadar dolu Harem-Gebze dolmuşuna isteksiz bir şekilde işaret ettim (bu dolmuşlardan ilk nasibimi geçen sene almıştım); binip, gideceğim yerden geçip geçmediğinden emin oldum. Geçtiğini öğrenince paramı uzattım, neyse ki bu tip durumlarda genellikle hazırlıklı davranırım; dolmuş paramı yolculuktan dolayı iyice çıfıtçı çarşısı kıvamına gelen çantamın içinden çoktan çıkarmıştım; böylece topuklularla Harem-Gebze dolmuşunun basamaklarında demirlere asılı yaşama konusunda yaşayacağım sıkıntıları biraz hafifletmeyi başarmış oldum. Harem-Gebze dolmuş yolculuğum sadece 3-4 dakika gibi kısa bir zaman dilimini kapsamış olsa da ruhsal olarak yarattığı çöküntüyü bu kadar basite indirmenin pek de doğru olmayacağını sanıyorum. Kenarında bıraktığı üst geçitten geçerken kafamda bu konuya dair pek bir şey barındırmamak için içten içte bir savaş verdiğimi itiraf ediyorum.

Üst geçidi geçip biraz yürüdükten sonra daha önceki gelişlerimde teptiğim yola gelmiş oldum. Bu daracık yola alıştım artık; hatta biraz biraz sevdiğim bile söylenebilir. Bu yola bir de şarkı ataçladı benim beynim; sanırım ikinci ya da üçüncü geçişimdi; giderken mi, dönerken miydi tam hatırlamıyorum ama, kulağımda Midnight in Paris filminin müziklerinden (ne gece yarısıydı, ne de Paris'ti halbuki, gün ortasıydı ve Tuzla'ydı; ama bazen olur böyle şeyler) biri olan La Conga Blicoti eşliğinde kenardan kenardan "strutting Leo" misali yürümüştüm. Öylece kazındı beynime, bir sonraki gidişlerimde de hep aynı şarkıyı aradım yürürken, dinlemediysem de mırıldandım. Biraz yoldan bahsedeyim, uzun ve dar ama gayet aydınlık bir yoldur bu yol, özellikle yan tarafındaki E5 kara yoluyla karşılaştırıldığında fazla işlek değildir. Yan tarafında dar bir kaldırım vardır, bu kaldırım çoğu yerlerde eğri büğrüdür ve belirli aralıklarla yerleştirilmiş lambalar ile kaldırımın kenarından fışkıran çalı çırpı yürümeyi, özellikle de topuklu ayakkabı ve tekerlekli bavul ikilisiyle yürümeyi zorlaştırır (bu ikiliyle bundan çok daha zorlu ortamlarda uğraştım, o ayrı). Bu yüzden bazen kaldırımı kullanmam, taşıt yolunun kenarındaki beyaz çizgiyle kaldırımın arasındaki dar şeritte yürürüm, bu sırada arkamdan gelen araçları dikkatli takip etmem gerekir; çünkü bu yol başta Gebze-Harem dolmuşları olmak üzere traktör, otomobil gibi pek çok araç tarafından kullanılır. Bu yürüyüş sırasında "Bu kızın böyle iki dirhem bir çekirdek ne işi var buralarda, olsa olsa dolmuş arıyordur" mantığıyla "Dolmuş geldi, bilgine" havasında korna çalan dolmuş şoförleri gerçeği de söz konusudur; yapılabilecek en iyi şey kaale almamaktır; çünkü bu dolmuşların hepsine el kol hareketiyle dolmuşa binmek istemediğinizi anlatmanız sizin için biraz problemli bir durum ortaya çıkarabilir. Yine de dolmuş trafiği bu yan yolda insanı fazla rahatsız edecek düzeyde değildir; çünkü büyük çoğunluğu yandaki alt geçidi kullanır. Trafik akışı çoğu zaman kaldırımdan inip yolun kenarında yürümeye gayet elverişlidir.

Eh, varacağım yere vardım, arada da oldu bir şeyler. E sonuçta Ankara'dan kalkıp bir gazla Tuzla'ya gitmemin bir nedeni vardı doğal olarak. Fakat bilirsiniz, "What happens in Tuzla stays in Tuzla" (ben yine bir kısmını anlattım, en azından anlatabileceğim kısmını). Dönüş yolunda yine aynı yerden bu sefer karşıdan gelen araçları görebilecek yönde yürürken, yaşlı bir amcanın kullandığı bir traktör, arkasındaki kocaman kocaman naylonları döke saça yanımdan geçti, topuklu ayakkabılarımla bu naylonlardan birinin üzerinden geçip yoluma devam ettim (neyse ki kazandığım deneyimlerle topuklu ayakkabı konusunda gitgide daha iyi duruma geliyorum). Bana daha önce bir defa çok verimsiz bir ulaşım tavsiyesi veren güvenlikten aldığım ikinci vasat tavsiye ile (tabi ki bunu denedikten sonra görecektim) "130Ş" isimli ilginç bir otobüs hattında buldum kendimi. Bir insan bir otobüs hattına niye "130Ş" ismini koyar? Hadi 130'u bir kenara bırakalım, "Ş" harfini seçmek için nasıl bir sebebe sahip olmuş olabilirler? 130Ş varsa, niye "845Ğ" yok? Gelecekte olması ne ölçüde olasıdır? Bütün bu sorularla beraber kendimi otobüsün içindeki onca boş yerin arasında, en güneşli yerlerden birine otururken buldum (kafamda neler dönüyordu, neler, otobüs hattının adı bunlardan sadece biri). Bir süre geçtikten sonra, ben kucağımda beş yüz ayrı eşyayla beraber telefonla konuşurken yanımdaki kadının kalkmak istemesiyle beraber eşyaları kucaklanıp yana dönmem gerektiği gerçeğiyle yüz yüze kaldım; ne kadar elimden geleni yapsam da bu dönüşüm kitabımın kucağımdan uçup içindeki kendi yapımım Doctor Who kitap ayracım ve yapışkan ayraçlarımın son hız giden otobüsün açık kapısının yakınına savrulmasıyla son buldu; neyse ki ben eşyalarımı yandaki koltuğa atana kadar teyze yere saçılan eşyaları topladı ve bana teslim etti. Doctor Who ayracım otobüsün açık kapısından uçup gitmediği için çok mutluyum.

Daha sonra cam kenarına geçmemle beraber güneşle kucak kucağa gitmeye başladık, bu arada otobüs doldukça doluyordu. İnmem gereken durağı az çok bilsem de yardıma ihtiyacım vardı, Bostancı'nın yakınlarında bir yere varmamın bu kadar uzun süreceğini tahmin etmemiştim. Yanımdaki abiyle beraber telefonumdaki harita üzerinde gerçekleştirdiğimiz kısa bir fikir alışverişinin ardından inmem gereken yeri kararlaştırdık. Otobüsten inip topuklularla bir üst geçit macerası daha atlattıktan sonra zar zor bulduğum taksiye binip, neyse ki bir servet ödemeden (daha önceki bir iş görüşmesi deneyimimden buraları biraz öğrenmiştim) otobüs şirketinin şubesine adımımı attım. Orada da biraz macera yaşamadım değil; "Yuh artık, otobüs şirketinin yazıhanesinde de ne macerası yaşadın!" diyebilirsiniz; ama binmem gereken servise yetişememişim mesela. Bir sonraki servise bindiğimde "Kolay bulabildiniz mi?" diye bir soruyla karşılaşınca bakışımı çevirdiğim yerde sabah beni bırakan servis şoförünü buldum.

Dudullu'daki hareket noktasına vardığımızda etraf normalin üzerinde kalabalıktı. Yazıhaneye gidip otobüsümün gelip gelmediğini sorunca "Bir saat rötar var" cevabını aldım. Dışarıdaki banklarda bir yerin boşalmasını bekleyip oturdum, daha sonra su almaya gittiğim zamanı saymazsak, yaklaşık iki saatlik bir süreyi bankta geçirdim. Bu sırada iki kızla muhabbet kıvamına geldim, Molloy'u okudum, bolca of çektim, etrafı gözledim, bir-iki defa telefonla konuştum. Otobüsüm gelmesi gereken saatten iki saat on dakika sonra geldiğinde kendimi koltuğuma attım. En önde, şoförün arkasındaki koltukta oturduğum için etraftakilerin yüzlerini gözlemleyip, suratlarındaki sıkkınlık ifadesini görme fırsatım da oldu.

Aslında daha önce hiç en ön koltukta uzun yolculuk yapmamıştım (genelde orta kapı civarlarında penceresi bölünmemiş sıralardan tercih ederim), her ne kadar herhangi bir aksilik durumunda oldukça tehlikeli bir yer olup, aynı zamanda da muavin-şoför geyiklerine ve şoför müziklerine kulak misafiri olma dezavantajlarını barındırsa da, yolculuğun gidişatı bakımından çok zevkliymiş bu koltukta seyahat etmek. Saat sekize yirmi kala anca otobüse binebilmemden ötürü, otobüste kitap okuyacak çok fazla "aydınlık" zamanım kalmadı, bu zamanı iyi değerlendirip güneş batana kadar Samuel Beckett'in Molloy'unu okudum. Yolda Samuel Beckett okumak çok zevkli. Bundan önce bir defasında da Murphy'yi bitirmiştim yolda, o kadar hoşuma gitmişti ki, gaza gelip kitabın arka kısmındaki tanıtımları da okumuştum. Bu sefer de gayet keyifli ve huzurlu oldu, hatta şunu söyleyebilirim ki, bunun keyfini kolay kolay unutabileceğimi pek sanmam.

Çok saçma bulabilirsiniz, ama güneş batıp da ortalık yavaş yavaş kararmaya başladığında kararsızlıktan kendi kendimi yiyordum: Biraz daha mı kitap okusaydım, yoksa yavaş yavaş müzik dinlemeye mi başlasaydım? Kitap okumaya başlamadan önce yolculuk sırasında beni idare etmek için canını dişine takan emektar iPod'umu otobüsün USB bellek çalıştırmayan USB girişine takıp biraz şarj etmeyi başarmıştım. Fakat müzik dinlemeye başlarsam bir süre sonra gözlerimin kapanacağından korkuyordum, bu gerçekten sinir bozucu. Evde de uyuyabilirdim, ama evde o manzaraları bulamazdım! Bir yandan kitap okumak da yavaş yavaş uykumu getiriyordu, uykum geldikçe de daha zor odaklanıyordum. Aynı zamanda otobüsün tavanından gelen yapay ışıkla kitap okumak da pek çekici gelmiyordu. Bir süre bu ışıkla kitap okuyup, moladan sonra muavin içecek servisi sırasında bütün ışıkları açtığı zaman devam etmek düşüncesiyle kitabı kapatıp müziğe geçiş yapmaya karar verdim. Zavallı iPod'um çok eskidi; kulaklık girişi jakı bozuk ve neredeyse hiç şarj olmuyor. Eğer tama yakın doldurup, önceden oluşturulmuş bir playlist'i fazla gidip gelmeden ve ekranı aydınlatmadan dinlersem üç-dört saat dayanıyor. Ben de bunun için çok eski zamanlardan kalma bir Pearl Jam playlistini açıp öylece bıraktım. O playlistteki şarkılar teker teker yolu doldurdu. İlk başlarda yine biraz uyukladım; mola yerine yaklaşmamızla beraber ışıkların açılmasıyla gözümü açtım. Mola yerinde alelacele ağzımı yakarak yediğim peynirli gözleme bütün yol boyunca düşüncelerimi süslemişti, sabahtan beri sadece küçük bir poğaça yemiştim.

Otobüse tekrar bindiğimizde karar verdiğim gibi kitaba gömüldüm, ışıklar kapandığında tekrar müziğe geçtim. Kitap okurken müzik dinlemeyi beceremiyorum zaten, ikisine de kafamı veremiyorum, böylece ikisini de doğru düzgün yapamamış oluyorum. Gecenin içinde ilerliyorduk, otoyolda giden araçların dışında neredeyse hiç ışık yoktu. Otobüs şoförünün farları nasıl kullandığını takip ettim; kamyonların yanından geçerken önce uzunca bir süre selektörle uyarıp, daha sonra hızlanıyordu. Uzun farların yeni dökülmüş asfaltın üzerindeki yeni boyanmış çizgileri ışıl ışıl ortaya çıkardığını izledim. Bolu civarlarındayken, Ay'ı göremesem de, uzakta aydınlattığı tepeleri görebiliyordum. Havadaki hafif sisin eşliğinde bu tepeler, uzaklıklarına göre kopkoyu yeşilin çeşitli tonlarına bürünmüşlerdi. Bu görüntü aklıma kazınmış durumda, otobüsün ön camının getirdiği kısıtlı görüş imkanıyla bile bir tablo gibiydi (aslında tablolar bu manzaralar gibidir, ama biz gerçeklerinden fazla uzaklaştık). Bir yandan kulağımda Pearl Jam vardı, zamanında o playlist'i bugün için hazırlamışım sanki. Around the Bend, I'm Open, Present Tense, Hard to Imagine geldi; sonra da başkaları. Dışımdan sadece dudaklarımı oynatsam da, içimde yüksek sesle eşlik ediyordum, hepsi de otobüsün yan ve arka taraflarında "Adını Feriha Koydum"u seyre dalmış o insanların kaçırdığı o büyüleyici manzara sebebiyleydi ve onun içindi.

Yirmi güzel şarkı boyunca devam etti bu; bu sırada Ankara'ya gittikçe yaklaşmıştık, saat de iyice ilerliyordu. Pearl Jam playlist'i bitince Radiohead'e geçiş yaptım, ama bunun için hazırladığım bir playlist yoktu (belki de bir sonraki yolculuk için hazırlamalıyım bir tane); bu yüzden bütün şarkı listesini açtım. Bir süre daha Radiohead eşlik etti; biraz daha şarjım olsaydı Sail to the Moon'u arardım, çünkü Ay otobüsün yandaki camdan arada sırada görünüp görünüp kaçıyordu. Fakat kalan yol gittikçe azalsa da, şarjım da gittikçe azalmıştı ve şarkılar arasında fazla gezinemezdim; bunun için listenin baş tarafındaki şarkılarda dolandım. AŞTİ'nin girişine geldiğimizde Fake Plastic Trees çalıyordu. Bu şarkıyı severim, özellikle de "He used to do surgery / For girls in the eighties / But gravity always wins" kısmını; neden bilmiyorum.

İşte gelmiştim. Saat gece 1'e doğru geliyordu, yolculuk bitmişti. Bu seferlik.