26 Temmuz 2011 Salı

time and relative dimension in space.

Hiç belli olmaz, belki bir gün ona bilmeyi hak ettiği her şeyi, tüm o güzellikleri anlatırım. Nasıl da benzediğimizi.

TARDIS'i; onun nasıl "bigger on the inside than on the outside" olduğunu. Doktor'u, Rose'u.

Şimdilik sadece onu dinliyorum. Bir de yazının önce başıyla sonunu yazıp, o paragrafların arasını dolduruyorum. Paragraflar arasında dolanıyorum. Yeşiller, maviler, griler uçuşuyor kafamda.

25 Temmuz 2011 Pazartesi

başlık bile buldurtmuyor ki.

Hah, bir de gök gürlesin Temmuz ayının ortasında. Benim kafam yeteri kadar karışık değil ya... Ben zaaaaaten "Bir teeeeselli ver" modunda değilim ya... Odamın içine içine girsin o şimşeğin beyaz ışıkları gecenin bir vaktinde.

Bekliyorum, gözlüyorum öyle. İçimden film replikleri söylüyorum. Defalarca tekrarlıyorum, tekrarlıyorum. Hiç yabancı olmadığım o yerin ışıkları uzaklardan göz kırpıp duruyor o sırada. Ben bir kez daha tekrarlıyorum.

Bekliyorum, daha bir mutluyum bu sefer aslında. Yağmur taneleri dışarıda bir yerlere vuruyor gecenin karanlığında. Karşı apartmanın ışıkları biraz önce söndü.

"Breath... Keep breathing..." diyor şarkı.

Buraya kadar gelmişken bırakmak istemiyorum.

Kaybedecek hiçbir şey yok. Ve ben hiç de mutsuz ve umutsuz değilim.

21 Temmuz 2011 Perşembe

at a thousand feet per second.

I feel fine, because this time the dark light of the night backs me up.

Dün gece gibi bu gece de elektrikler kesildi, bu seferki çok daha kısa sürdü ama.

Bu sefer daha çabuk attım kendimi balkona, hem kesinti daha büyük bir alanı kapsadığı için daha da karanlıktı etraf. Yıldızlar şehrin üzerini kaplayan rutubete rağmen daha belirgindi.

Balkona çıktım, annemin rengarenk saksıları içindeki sandalyeye oturdum, ayaklarımı topladım. Kafamı gökyüzüne diktim.

Yıldızları gördüm. Onların bize uzaklıkları üzerine düşündüm. Uzaklıklar üzerine düşündüm. "Ne kadar uzaklar" dedim.

Tam orada evrenin kim bilir nerelerini dolaşmış bir meteor geldi, Dünya'nın çekim alanına girdi, yaklaştı, yaklaştı... Tam o sırada atmosfere girdi, bir anda parlak bir çizgi belirdi gökyüzünde, usul usul uzadı, uzadı, yandı. Aynı anda gözlerimi güldürebilecek kadar uzun bir süre parladı. Yandıkça atmosfere karıştı, Dünya'nın çekim gücüyle her bir taneciği onun parçası hâline geldi. Sonra o parlak çizgi göründüğü gibi yine kayboldu gözümün önünden. Gökyüzü yine eski karanlık, gizemli, ciğerlerimin sınırlarını genişleten hâline büründü.

Güzel bir yaz gecesi yine. Radiohead şarkıları ve derin düşünceler ile etkisinin artırılması gerekenlerden.

Demin eve dönerken gece 1'de Eskişehir Yolu'nda bağıra bağıra The Tourist'i söyleyerek geldim. Daha gitsem, daha da söylerdim. Söylerim belki bir gün. Yine söylerim.

20 Temmuz 2011 Çarşamba

fade out again.

Yakmıyorum bu sefer lambaları. İstesem de yakamam ki zaten, elektrikler gitti. İyi ki de gitti.

Dışarıda baya geniş bir alanda yumuşak, varla yok arası ay ışığından başka bir şey vurmuyor binaların yüzlerine. O pis, alakasız pembeleri, sarıları usulca saklıyor. Kuaförlerin, anahtarcıların gözümüzün içine içine işleyen o led tabelalarına elektrik gitmiyor. Her şey koyu renkli, siyahlara, lacivertlere, kopkoyu yeşillere bürünmüş. Aynen olması gerektiği gibi.

Gece karanlığını severim, her şey o kadar doğal, "gerçek" ve sonuç olarak da uyumlu olur ki... Sokak lambaları tarafından artık umutsuzca aydınlatılmaya çalışılmayan o dış cepheleri garip apartmanların karanlığa gömülmesi ile koca, saçma sapan bir mahallenin neredeyse insancıl hallere bürünmesi durumu var bir yandan. Diğer yandan da, kafamı kaldırıp baktığımda Jüpiter ile beraber tonlarca yıldızı görebiliyorum mesela. İnsanoğlunun neyse ki henüz dokunamadığı, bozamadığı yerlere.

Kendimizden ne kaldı ki elimizde? Yabani otları yolunmuş çimler mi? Karasal iklimin göbeğinde kafeslerine kapattığımız tropikal bölge kuşları mı? Ya biz? Bizim görünmez kafeslerimiz?

Bir Ay kaldı, bir de yıldızlar.

Elektrikler geldi. Uyku vakti.

18 Temmuz 2011 Pazartesi

you watch your feet for cracks in the pavement.

Bazen hayat sana önceden söylediklerini öyle güzel de yutturuyor ki. Ben bugün önceden kendime söylediklerimi bir kez daha yutuyorum. Önceden söylediklerimi bıraktım, gelecekte eğer koşullar elverirse yine söyleyeceklerimi de şimdiden yutuyorum. Hem de büyük bir mutlulukla.

Evet, açıkça görülüyor ki bir dengesizlik var ama hep pozitif taraflarda dolanıyoruz.

Ben mi abartıyorum, yoksa hayat karşımıza bir şekilde gerçekten de karşılaşmamız gereken insanları çıkarıyor mu bir şekilde? Yollarımızı bir şekilde bağlıyor mu?

Tatil dönüşü boşluğa düşmelerim yüzünden mi böyleyim, bilemedim ama çokça düşünme vaktim oluyor şu sıralar. Kaptırıyorum fonda Radiohead'i, zaten Doctor Who ile yaşıyorum bir yandan da... CNBC-e yayın akışı tadında bir "İngiliz istilâsı" var ki bende şu sıralar, sormayın gitsin.

Biraz daha Radiohead dinleyip uyuyorum ben o zaman. En temizi. Zaten rüyada Doctor Who izlemeye devam etmek banko bir olay.

4 Temmuz 2011 Pazartesi

how to disappear completely (ingiliz aksanıyla okunacak)

Yine gecenin bir vakti Radiohead - Sail to the Moon dinleyerek beynimin işitsel motor kısımlarıyla hafıza kısımları arasındaki o müthiş bağdan yararlanıyorum; kendimi serin bir yaz akşamında bir daha adımımı atmamın bile büyük ihtimalle mümkün olmayacağı o sakin, huzurlu, güzel kokulu yerin ortasında buluveriyorum.

Gökyüzü orada bir şeyler anlatmaya çalışıyor sanki, Thom Yorke'un ağzından.

Oysa ki o kadar güzel bir dünyada yaşıyoruz ki. Saklı kaldığımız sürece. Saklandığımız yerlerde. Saklanmak her zaman kötü değildir.

Pyramid Song'a geçiyorum. Sonra da belki the Tourist gelir. Bunlar benim gece şarkılarım. Bunlar "huzur" denen şeyin bir parçası. Hafızayla birleştiklerinde çok daha yakıcı.

Saat baya ilerlemiş. Dışarıda koca caddede tek tük geçen arabaların dışında hiçbir ses yok.

Biraz gökyüzüne bakabilsem keşke, kendimle kalsam, yıldızlarla konuşsam, sonra sussam, onları dinlesem... Thom Yorke'u dinlesem, sonra belki biraz Pearl Jam; Around the Bend olabilir mesela. Birkaç yıl önce kalabalık evdeki terasta kimseye çaktırmadan yaptığım müzikle terapi seanslarında olduğu gibi.

Biraz kendimi dinlemeye, kendimle konuşmaya ihtiyacım var belli ki. Şimdiye kadar hep daha çok insan tanımak için, insanları daha çok tanımak için uğraştım, bunu kendime "ödev" olarak gördüm. Biz, hepimizin çözmesi gereken bir şifre idik. Hâla da öyleyiz. Yine de buna arada ara vermek gerek; çünkü daha fazla insan tanımak onları daha çok gözlemlemek, daha çok dinlemek demektir. Bu da bir süre sonra insanın başını baya ağrıtır, kulaklarını çınlatır, tıpkı bir konserden sonra eve geldiğinizde olduğu gibi. İşte bu yüzden insan bazen sadece kendi iç sesini duymalıdır.

İnsan kendi sesinden kaçamaz.

Başkalarının sesinden kurtulabilir isterse; kulaklarını tıkar, kulaklarını tıkamak yetmezse "LALALALALALAAA, DUYMUYORUM Kİİİİ" diye bağırıp o başka sesleri arka plana atar.

Ama kendi sesinden kaçamaz.

Kulaklarını tıkasa da, ses tellerinden çıkan dalgalar kemiklerle, etlerle kulağa ulaşır. Bunu engelleyebilecek bir yol yoktur. İnsan kendi sesini duymalıdır.

Thom Yorke the Tourist'te bağırıyor;

"Hey man, slow down, slow down..."

1 Temmuz 2011 Cuma

hayat, sen planlar yaparken başına gelenlerdir.

Yazmaya çalışayım mı? Hadi çalışayım.

Dünyanın en mutsuz insanı değilim, çünkü dünyanın sonu değil. Fakat kocaman, baya büyük bir hayal kırıklığım var.

Bu "çok sevilen şeylerden/insanlardan kazık yemiş" hissi hiç de yabancı değil aslında, daha önce yaşamışlığım ve de başarıyla atlatmışlığım oldu. Yine de, ne kadar olgun davranmaya çalışırsam çalışayım her defasında bir ölçüde canımı sıkmayı başarıyor.


Kime kızacağımı da pek bilmiyorum. Kendime çok kızamıyorum en başta, zira elimden geleni baya baya yaptım. Birilerinin aldığı yanlış kararlarla beraber birtakım çevresel faktörler etkili oldu gibi gözüküyor, yine de çevresel faktörler için kime kızabilirsin ki? Evet, ben kızacak bir şey arıyorum çünkü bu şekilde, parçaları yerine oturtmadan kafam rahat etmiyor. Yine de yapılacak fazla bir şey yok, bir şekilde gümbürtüye gitti olaylar.


Dediğim gibi, dünyanın en mutsuz insanı değilim, ama işin sonunda beklentilerimin oldukça dışında bir tabloyla karşılaştım. Her zaman her şeyin olabileceğinin de her zaman farkındaydım; yine de yapabileceğime gerçekten inanıyordum (hala da inanıyorum) ve olasılıkların düşük olması bana bir umut vermişti hep. Belki de gözümde bu beklentiyi oluşturacak kadar fazla büyütmüşüm bazı şeyleri/insanları (hayır, kendimi bu "insanlar"a dahil etmiyorum çünkü kendimi büyük görmüyorum, göstermeye de çalışmıyorum).


Bir de en nihayetinde varılması gereken o karardaki trade-off'un (ödünleşim) öteki ucu var ki buradaki fırsat maliyetini ödemek zorunda kalmayacağım için de bir nevi mutluyum denebilir.


Gelgelelim, biz ne planlar yaparsak yapalım, nelerin hayalini kurarsak kuralım, ne yönde adımlar atarsak atalım; hayat nasılsa bizleri kendi kafasına göre bir yerlere sürüklüyor. Bunu şu an bir başkasına söylüyormuşcasına yazıyorum ve o duygusal tarafım bir başkasıymışcasına beni pek sallamıyor (amigdalam hala olması gerekenden daha baskın). Zaman içinde (prefrontal korteksim amigdalamı iyice baskılamaya başladığında) ciddi anlamda farkına varacağımı düşünüyorum. Biraz zamana ihtiyacım var yeniden enikonu düşünmeye başlamadan önce; keşke bu zaman aralığında abartılı duyguları susturabilecek bir mekanizma olsaydı.


Bundan sonra ne olacak bilmiyorum, hayata dair bir B planım var elbet, çalışacak mı onu da bilmiyorum. Artık işler eskisinden çok daha belirsiz, planlamacılar için belirsizlik iyi bir şey değildir. Hayat beni daha "tam-zamanında" hareket etmeye yönlendirirken, ben de artık zihnimin olduğu yerde çırpınmasını engelleyip o (büyük ihtimalle) sub-optimal yolu bulmak istiyorum.