10 Aralık 2012 Pazartesi

Bulunamayanların ötesinde, yolun öteki ucunda

Biliyorum, bu şarkıyı o güneşli sabahta ağaçların içerisinde döne döne ilerleyen yolda, arabanın açık camından yüzüme çarpan, beni nefessiz bırakan rüzgarın eşliğinde dinlemiştim. Nefessizliğim ile şarkının nefessizliği birbirine uyuyordu. Evet, bunu da biliyorum. Arabada tek başıma ilerlerken eve dönüş yolunu uzattığım gece trafik lambalarının sayaçlarına eşlik etmişti. Tıpkı sayaç gibi o şarkı da sayıyordu. Acelesi yok, telaşsız, bir yere yetişmeye çalışmıyor; sadece içten içe yiyip bitiriyor benden bir şeyleri. Radiohead’i seviyorum; sanki her bir köşesinde başka bir anımın olduğu evimmiş gibi seviyorum biraz da. Nerede olursam olayım evime taşınıyorum; o sıcak günün akşamında oturduğum eski yazlığımızın balkonunda oturuyorum yine, ya da ağaçların arasındaki o yolda ilerliyorum, ya da eve dönüş yolumu uzatıyorum, ya da başka şeyler. İnsanın fazla tekrar etmeyen, ama hep tekrar eden hayatı da böyle bir şey belki. Arka planda hep aynı tempo, üzerine giydiği notalar değişiyor. Kimi zaman atak, saldırgan, stresli, kimi zaman sakin, barışçıl, sevecen, yatıştırıcı. Sıfatlarla işimiz var bugün. Orta okuldaki Türkçe hocamı düşündüm dün, onu ne kadar özlediğimi fark ettim, bir resmini aradım, bulamadım; hatıramda kalan mimikleriyle, üst üste taktığı gümüş takılarıyla idare ettim. Bu sefer rüyama girmedi. Onu rüyamda görüyorum bazen. Boynuna sarılıyorum, mutluluktan ağlıyorum, onu ne kadar özlediğimi söylüyorum. Sanki hiç uzaklara gitmemiş gibi oluyor. Sonra uyanıyorum. Uyku sersemliğiyle ona hiç de ulaşmadığımı fark ediyorum. Okulu arayıp telefon numarasını öğrenmem gerektiğini düşünüyorum. Sonra bitiyor. Bir sonraki rüyaya kadar, ya da rüyadan önceki şeye kadar.

Uzun zamandır yolculuk yapmadım. Yolculuk müziklerini dinledikçe iş gibi nedenlerle de olsa yolculuk yapmayı özlediğimi fark ediyorum. Tıpkı geçen yaz annemle beraber İzmir’den dönerken yaptığımız gibi plaka oyunu oynamak istiyorum. 35 İzmir, 36 Kars, 37 Kastamonu, 38 Kayseri, 39 Malatya… Hayır… 39 Kırklareli, 40… Kocaeli… Hayır, 40 Kırşehir… K’lar hala bitmedi… Kütahya var. Afyon’daki çevre yolunda ilerliyoruz; yolun etrafındaki çorak topraklar uzaklara kadar gidiyor, yolun yakınlarında yapımı süren şekilsiz, renksiz, ruhsuz binalar var. Hava sıcak, camları kapalı tutuyoruz. Annem düz yolda arabayı bana vermek istiyor ama biraz üşendiğimden, biraz da düz vitesle boğuşmak istemediğim için reddediyorum. Güzel bir yaz günüydü. Evde biten her yolculuğun sonunda olduğu gibi, evin alışıklığımın kalktığı kokusunu tekrar duymaya başlıyorum; sadece kısa bir süre için. Güneş ışıkları balkondaki saksı bitkilerinin üstüne daha bir yumuşak düşüyor sanki. Sonra evde biten her yolculuğun sonunda olduğu gibi; akşam yemeğinde kahvaltı yapıyoruz. İzmir’den gelen boyozlar, tahinli çörekler buzdolabında kaskatı kalışlarına başlamadan önce, ilk birkaç tanesi ısıtılıp yeniyor.

Bu hafta sonu yolculuğa çıkacağım. Abant’a. Bu sefer sıcak değil, güneş ısıtmayacak, tatlı esintiler de yok. Sert rüzgarlar otobüsü sallayacak. Gri kayaların, koyu renkli çamların arasından ilerleyeceğiz. Belki birkaç şarkıyı daha yazacağım. Belki yazmayacağım. Belki uyuyacağım. Belki kitap okuyacağım. Aylar önce geçtiğim yollardan tekrar geçerken, büyük ihtimalle, o günleri tekrar düşüneceğim, o duyguyu hatırlıyorum, çok iyi hatırlıyorum, şu an bile yaşayabiliyorum. Sonra belki gözlerim kapanacak, uykuya dalacağım, boynum ağrıyacak. Belki yağmur yağacak, yağmur damlaları otobüsün camından çapraz çapraz inecek. Belki de güneş açacak. Hava durumuna bakmadım. Bilmiyorum. Fark etmez. Önemli değil. Kılıfına uydururuz.

3 Aralık 2012 Pazartesi

Alyuvarlar, akyuvarlar


Durdu. Aynadaki izdüşümünü seyretti. Dudaklarının kenarından taşmaya meyilli koyu renkli ruja baktı. Dışarıdan gelen sesleri duydu, sesin sahibini tanıdı. Kulak kesildi. Anlayamadı. Biraz daha dikkat kesilip dinledi. Yine anlayamadı. Dinlemeye devam etmeyi düşündü. Bir süre tarttıktan sonra hareketlendi, yürüdü, kapıyı açtı, çıktı, önünden geçti ve gitti. Eğer kalıp dinleseydi duyacaklarının hiçbirini bilemeden. Duyacakları onun hayatını değiştirecekti. Duymadıkları da hayatını değiştirdi.

Uzaklaştı. Yakınlaştı. Renkler arasında kayboldu. Umduğu gibi olmayan pek çok şey vardı, hepsini biliyordu. Hepsinin farkındaydı. Hayır; hepsinin farkında değildi; ama belirli bir kısmının farkındaydı ve bu da ona yetiyordu. Yine de o hiçbir şeyi değiştirmedi. Nedenini bilmiyordu. Belki de biliyordu. Etrafındaki sessizlikti onu buna iten. Sadece ne olduğu belirsiz fısıltılar vardı etrafında; hiçbirine anlam veremiyordu; hiçbirini olduramıyordu; boşa koysa dolmuyordu, doluya koysa taşıyordu. Fısıltıların arasından yavaşça yükselmesi gereken o melodik mırıltıyı bekliyordu. Onu Ay’a götürüp getirmesi için. Ses dalgalarının tepe noktasında yayılmak, yayılmak, yayılmak istiyordu. Ama o ses bir türlü çıkmıyordu.

İnsanların çalışma masalarının kişiliğini yansıttığını biliyor musunuz? Hayır, bununla ilgili bir makale okumadım, bir yerden duyduğum bir bilimsel çalışmadan da bahsetmiyorum. Mutlaka böyle bir çalışma vardır; ama onları bir yana bırakacak olursak, bu benim kendi tespitim.

***

Gördüm. Gece esen şiddetli rüzgarın dallardan koparıp yolun kenarında topladığı sarı yaprakları gördüm. Sabahın erken saatlerinde batının aydınlığı ve doğunun karanlığının ortasında ilerledim. Rüzgar otları, ağaçların dallarını, trafik lambalarının direklerini salladı; bu direklerin arkasında, uzaklarda, yükseklerde, bulutlar çılgın koşularına devam ettiler. Radyodaki müzik eski on yıllardan birinden kopup gelmişti; belki de sandığımdan daha yeniydi. Uykumu güzelce alamadığım için normalden bir saat önce keyifsizce açmıştım gözümü, karnımdaki hafriyat çalışması bir türlü rahat vermiyordu. Oysa, arabana binip sileceklerle ön camı temizlediğimde bu ruh halimden eser kalmamıştı. Sanki arabanın ön camıyla beraber ben de temizlenmiştim. Yol önüme açıldı, araba sanki yol üzerinde gitmiyor; yüzüyordu. Yeşil ışıklarda geçebildim, geçemediğimde üzülmedim. Trafiğe neredeyse hiç takılmadım; bir Pazartesi günü için bu fazlasıyla güzeldi. Eskişehir Yolu’nda önümdeki yol aydınlıktı; dikiz aynasından baktığımda arkadaki neredeyse bütün arabaların farlarının yanık olduğunu görebiliyordum. Hep beraber oradan oraya taşınıyorduk. Yol kenarındaki sarı yapraklar önümdeki minibüsün rüzgarıyla uçtu. Otopark bomboştu.

17 Kasım 2012 Cumartesi

"Sokaklar tekin değil"

Yine ben sustum, şehir konuştu.

İçleri çok başarılı dekore edilmiş kafeler, sonra kırılmış, bozulmuş kaldırım taşları, surata çarpan soğuk, ama acıtmayan sonbahar havası, ağzına kadar tıklım tıkış bir odada yapılan söyleşiden vazgeçiş, ikinci kafenin içindeki baharatlı, ağır yemek kokusu, kafenin girişindeki mutfak penceresinin önünde oturan adamın suratındaki sıkkın ifade. Tabaktaki karman çorman görünümlü, ama tadı güzel yemek. Duvarda asılı televizyonda geçen iç karartıcı haberler. Etraftaki çiçekler, saksılar, renkli sandalye minderleri.

İnsanlar, insanlar, insanlar, konuşmalar, sesler, gülüşmeler, birbirine yapışık dişler, gülüşmeler, konuşmalar, kahkahalar, konuşmalar, konuşmalar, ayrılıklar... Yollara düşüşle beraber müzik. Yanaklara çarpan açık hava. Temposuyla müziğin ritmine ayak uyduran adımlar. Parçaları karıştıran iPod. Geçilen onlarca, ama onlarca şarkı. Üzerinde durulan, kulaktan girip beynin girinti ve çıkıntılarına dolan melodiler, sözler, anlamlar, renkler...

Seçilen yollar, vazgeçilen yollar, uzatılan yollar, girilmeyen yollar. Uçsuz bucaksız insan kalabalığı. Poşetler, el ele tutuşan çiftler, müşteri kapmaya çalışan bar ve kafe çalışanları, broşür dağıtıcılar, mendil satmak için yoldan geçenlerin yakasına yapışan, pembe montlu küçük kız; biraz ilerde aynısından bir tane daha var, ama o çiftleri gözüne kestirmiş; çünkü mendil değil, gül satıyor. Çocuk inatla üç beş bozuk para verip  küçük kızdan kurtulmaya çalışıyor, yanındaki kızın suratında biraz ilginç bir gülümseme var. Her taraftan insanlar çıkıyor. Bazıları insan selinin orta yerinde durup yolu tıkıyor. Kenarda bir grup erkek kasıla kasıla etrafa bakışlar atarken testosteron patlaması yaşıyor. Yanlarında irice, kısa tüylü, oldukça kaslı, ama yine de sevimlice bir köpek duruyor. Adamlar ondan daha köpek gibi, bulldog gibiler hatta. Köpek bulldog değil.  Sanki köpek onlara bakıyor. Bazı genç adamlar sazlarını sırtlarına almış, parlak kösele ayakkabılarıyla hızlıca yürüyorlar, belli ki programlarına yetişmeye çalışıyorlar. Her gün tekrar tekrar çaldıkları şeyleri bir akşam daha çalmak için.

Yolu bitirmemeye çalışıyorum, ama yol uzadıkça karanlıklaşıyor. Daha sonra ileride bir yerden dönmek zorunda kalıyorum. Tam dönerken kısa boylu, topluca bir adam aceleci bir havayla bana sesleniyor. Bakmak istemiyorum ama önyargılı olmama isteğim beni bakmaya zorluyor. Kulaklıklarımı çıkarıyorum. Adamın renkli göz bebeklerinin etrafı kanlanmış. İyice açılmış gözlerle bana bakıyor, 2 liram olup olmadığını soruyor. Korkuyorum, düşünmeden "Yok, kusura bakmayın" diyorum. "Peki," diyor ve uzaklaşıyor. Sonra bir yandan para vermemekle doğru bir şey yapıp yapmadığımı düşünüyorum; öte yandan iPod'umda yeni bir şarkı bulmaya çalışıyorum; biraz ilerledikten sonra adamı biraz önümde tekrar görüyorum, bu kez başka birilerine aynı soruyu yöneltiyor.  Kadın da reddediyor. Daha sonra ilk baştakinden daha yavaş adımlarla sokağın aşağı taraflarına doğru ilerlemeye devam ediyor. Önümdekiler yavaş gittiği için adamı gözden kaybetmeye başlıyorum. Bir an çaktırmadan uzak mesafeden adamı izleyip ne yapacağını, etrafındakilerin ona nasıl cevap vereceğini gözlemlemeyi düşünüyorum. Sonra üşeniyorum, ilk başta gideceğim yoldan gitmeye devam ediyorum.

Devam eden insan seli. Bir iki dükkana giriyorum. Sonra yanlış yola dönüş. Sonra tekrar doğru yöne dönüş. Rengarenk meydan. Trafik lambası. Cebimden düşen şey. Sonra otobüs durağı. Sonrası sessizlik.

29 Ekim 2012 Pazartesi

Omuz ve ense arasında bir yerlerde

Çürümek de bir sanattır bazen, böyle olduğunda işleri çok farklı noktalara geçirebilir. Net konuşmayalım ki kimse uyanmasın. Sarı yapraklar kaldırımlarda desenler oluşturmaya başladı; yağmur damlaları çizdi bütün bu desenleri. Metrelerce yukarıdan hızlarını alarak alçaldılar, alçaldılar, alçaldılar; sonra bir yaprağa denk geldi biri belki, ötekisi arabanın tepesine düştü, bir diğerinin yolculuğu annesinin elinden tutarak çekiştirdiği bir çocuğun avucunda son buldu. Bazıları ise yerdeki sarı yaprakların üzerine düşüp onları betona yapıştırdılar; tıpkı anaokulundayken yaptığımız faaliyette arka bahçeden yaprak toplayıp yapıştırıcıyla plastik tabağa yapıştırdığımız gibi. Onun yapışkansızı. Ve daha kendiliğindeni. Ve arka bahçede olmayanı. Aslında arka yok, ön de yok. Aslında böyle bir şey de yok, çünkü ikisi de var. Biri diğerini var gibi gösterdi. Ya da aralarındaki binalardı belki bunu gösteren. Ya da bu binayı gören gözler. Ya da görüleni işleyen beyin. Ya da işleneni anlayan akıl.

***

Bugün günlerdir benle beraber sürünen kitabımın içinden fırladım, ondan çıktım; eskilerin radyo cızırtılarından, billur seslerinden taştım; ondan da çıktım, biraz daha yeni eskilere bulaştım, tatlar, kokular, sesler, ışık birbirine geçti; uykum geldi, başımı güvenle yasladım. Eskiyen, ama pas tutmayan şeylerin arasında güzelleştim, mutluluğu hissettim. Zamanında "Acaba olur mu ki" dediğim şeyler olmaya devam ediyor. Güven duygusu sardı etrafımı, o tanıdık, bildik seslerin içindeydim yine. Bilinenlerin üzerinden yıllar geçmişti, bilinen şeyler değişmişti, ama ben onları hala biliyordum, bilmeye devam ediyordum; bu yüzden güvendeydim, tanıyordum. Şu duyguyu o kadar seviyorum ki. Gözlerime külçeler bağladılar sanki; uykum var, üstelik saçım başımdan da sigara kokuları yükseliyor. Başka şeyler de var. Yine de mutluyum. Bunun adı "güven" duygusu. O noktalara bakınca anlıyorum. Yanılmayacağımı biliyorum. Uzaklardan... Kimsecikler alıp götürmezken... Güzelliklere sarılmak... Yaşamın getirdiği bütün o saçmalıkların arasındaki ufak tefek iyi niyete tutunmak... Elimde olan bu çünkü...

Bugün bu kadarız. Resim yok, Fırat karikatürü yok, müzik yok. Hepsi benim kafamda çünkü. Benimle beraber kalacaklar. ANLATAMAM. Çok uykum var. Silip tekrar yazamam. Silemem. Tekrar yazamam. Yazıyorum. Aslında gerçekten yazamam. Sadece kafanızı karıştırıyorum. Kafam karışmıyor. Kafam yok gibi. Kafam var tabi ki de. Ama size olmadığını söylüyorum. Olmadığını söylemiyorum, yok gibi olduğunu söylüyorum. Gözlerim kapanıyor. Kopyayı birinden aldım. Peki o da benim gibi beceriksiz miydi? Hiç sanmıyorum. Anlaşılmayı bekliyor muydu? Büyük ihtimalle hayır. Zeki bir adamdı. Bu yüzden kimse onu anlamadı. O da bunu biliyordu. Bunun için rahat davrandı. Atlanacak cümlelerle doldurdu paragrafları. Yine de yazdı. Yazmayı bırakmadı. Belki bıktı. Bölük pörçük oldu her şey, birleştirmekten nefret etti, en sona bölük pörçük cümleler bıraktı. Bitti sanıyordum, bitmedi. Bitmedi sanıyordum, sandığımdan daha kolay bitti. Bir gece öncesinin saçma sapan, prefrontal kortekssiz rüyalarını bir yana bırakalım ve bu akşamın saçma sapan, prefrontal kortekssiz rüyalarına geçelim. Fazla tekrar yapmadım. "Yapmadım" değil, "yapmadan". Ben bayadır tekrar ediyorum halbuki. Bu kopyayı birinden aldım ben, bir adamdan. Kır saçlı. Mavi gözlü. Delici bakışları var. Zeki bir adam; zekası gözlerinden okunuyor. Kendisini çok iyi tanımıyorum. Ama ondan çok önemli bir kopya aldım. Benim için çok önemli. Başkalarının umrunda bile olmayabilir. Sorun değil. Saat ilerledi. Dün bu saatte çoktan uyumuştum. Çoktan uyumamıştım aslında, yeni uyumuştum, belki bir yarım saat olmuştu. Uykuyla, uykusuzlukla ilgili şikayet etmek ya da bunlarla ilgili bir şikayeti okumak çok sıkıcı; çünkü çok sıradan. Bu yüzden sus. Bugün hep susturuldum. Saçlarım sigara kokuyor. Ellerim de. Büyük ihtimalle üstüm başım da sigara kokuyor. Giysilerimi havalandırmalıyım. Kitabımı da çantamdan çıkarmalıyım. Uyumam gerek, ama uyumakla ve uykusuzlukla ilgili şikayet etmek istemiyorum. Aslında biraz fazla uyuyorum, bu kadar uyumasam da her şey yolunda gidebilmeli. Sonra aniden aklıma İzmir'deki o "İzban" durağı geliyor; sanırım Semt Garajı durağıydı (delici bakışlı adamın aksine ben yer adlarını açıkça belirtmekten kaçınmıyorum, başka şeylerden kaçınıyorum). Cayır cayır yanan havada ayağımdaki topuklu, siyah ayakkabıların üzerinde uzun süre yürümüş, yürümüş ve yürümüş olmanın getirdiği yorgunlukla ayaklarımın yandığını hatırlıyorum. Topuklu ayakkabılarımı çantamdaki düz ayakkabılarla değiştirirken etrafımdaki insanlar garipsiyorlar biraz biraz; ama umrumda değil. Yine de topuklu ayakkabıları düz ayakkabılarla değiştirmek rahatlamak için yetmiyor, çünkü ayak tabanlarım sıkışmaktan, sıcaktan uyuşmuş, düz ayakkabıyla bile üzerine basamıyorum. Sonra İzban geliyor olsa gerek; yürürken ayaklarımı yan yan basıyorum tabanlarım acımasın diye; sonra da büyük ihtimalle klimayla serinletilmiş vagona binişim ve ardından anneannemin evine doğru yol alışım... Cümleleri yarım bıraktığımı görünce kendime kızıyorum; her şeyi yarım bırakacaksam yazmamın bir anlamı var mı? Yarım cümleleri sonunu başkaları getirsin diye yazıyoruz, ama aslında herkes anca kendi payına düşeni çıkarabiliyor; sadece bu yarım cümlelerden de değil, tam cümlelerden bile. Yine de tam cümleler yarım cümlelere göre biraz daha fazla tercih edilmeli gibi geliyor içinde bulunduğum durum için; ama ben tüm bunların aksine cümleden kat'iyen atılmaması gereken kelimeleri bile çıkarmaya başladım; neyse ki çok geçmeden fark edebiliyor ve düzeltebiliyorum; ve siz de okuduğunuzdan belki koca bir tuz gölünde bir tuz tanesi kadar daha fazla şey çıkarabiliyorsunuz. Ne büyük başarı, ne büyük şevk. Sonra Demirköprü'den geçtikten sonra Tansaş'ın önünden sahile çıkan yol düşüyor zihnime, bir yaz akşamı belli ki, arabaların farları yolun kenarındaki pembe çiçeklerle dolu ağaçları ve diğer ağaçları aydınlatıyor.

Açıkça görülüyor ki, uyumalıyım. Yazdığımı sonuca bağlayacak kadar bile uyanıklığım yok. Bundan faydalanmak istiyor bir yanım, öteki yanımın ise başı klavyeye düşmek üzere. "adsgggggggggggggggggggggggggggggg" gibi anlamsız ve takık bir yazı görürseniz bilin ki başım klavyeye düşmüştür ve uyuyakalmışımdır, sonra da bir şekilde uyku arasında "yayınla"ya basmışımdır ve sonra siz yazıyı okumaya başlamışsınızdır, hatta utanmadan sıkılmadan sonuna doğru da gelmişsinizdir (umuyorum ki artık sonu olur buralar bir yerler). Belki aralarda başka şeyler olmuştur, belki kapı çalmıştır ve gidip kapıya bakmışsınızdır, belki Facebook chat'ten biri sizi dürtmüştür, belki anneniz seslenmiştir, belki de bambaşka bir şey. "Uyusana artık ya!" dediğinizi duyar gibiyim, biliyorum, gerçekten uyusam iyi olacak ama bir yanım da susmuyor işte; anlatacak bir şeylerim var gibi, aslında yok gibi de, şimdiye kadar yazdıklarıma bakarsak; bilmiyorum, evet, sonradan tekrar bakarsak; bizi ne kadar tatmin edebilir bilemiyorum.

Biliyorum ama gerçekten biliyorum, bu gece için uyku vaktim geldi; çünkü hem gözlerim kapanıyor, hem hala üstüm başım sigara kokuyor (ki sigara içmem, sigaradan hiç ama hiç hoşlanmam, sigara kokmaktan da pek hoşnut sayılmam), hem yarın düzgün bir saatte uyanabilmem lazım. Başımın arkasından yukarı doğru hafif bir ağrı yükselmeye başladı; "çeneni kapat" diyor belli ki. Tamam. Tekrar görüşelim buralarda. Yeniden beklerim. Hem sizi, hem kendimi.

22 Ekim 2012 Pazartesi

Mavi gitar için bir başka şarkı

Günleri, geceleri geçireceğiz burada, bu perdelerin hafifçe karanlıklaştırdığı büyük odada, kurumaya yüz tutmuş ve henüz kurumamış rengarenk çiçeklerin arasında. Gün ışığı dışarıda başka hayatların üzerine parlayacak, biz ise bizi kalbimizden vuran şarkılarla kendimizi avutacağız. Umutlu konuşmak istiyorum yine de. Umutsuz konuşmaya uygun değil ruh halim. Kuruyan çiçeklere, odanın karanlığına, herkesin başını sessizce bilgisayara gömüp ayrı dünyalara dalıp gitmesine karşı şiirsel bir sevgi duyuyorum. Sanılandan daha güzel. Ayrıydık, bir araya geldik, birleşik olduk. Görünmeyen bağlantılar bağlıyor bizi birbirimize; bazen sanki her şey her yerde aynıymış gibi geliyor. İpin bir ucundaki nereye giderse diğerini de kendisiyle beraber çekiyor sanki. Burada oturmuyorum aslında; kapalı bulutların arasında, ılık bir havada, çimlere karışmış saçlarım; bulutların arasından sızan gün ışığı gözlerimi alıyor; uykumu getiriyor. Kahve benim uykumu açmaz öyle. Birbirimizi çekip, bırakıyoruz. Defalarca. Notalar bizi çekip, bırakıyor. Bizi birbirimize bağlayan iplerden oluşan bir denizin içinde yüzüp duruyoruz, bir o yana, bir bu yana sallanarak. Yalnızım sanıyorum, yalnız değilim sanıyorum; hepsinde yanılıyorum. Aslında hiçbir zaman yalnız olmadım. Belki yanlış oldum, ama yanlış olurken bile yalnız değildim. Hiçbir zaman beraber de olmadım. Eğer arada kalıp kalmadığımı merak ediyorsanız; o da değil. Ben hep aynı anda ikisini de oldum. Bütün sesler, görüntüler, fikirler kafamın içinde bir orkestra gibi aynı anda çınladı; sıraya girmelerini beklemedim. Bazı sesler daha baskın oldu bazen; bazılarıysa hep daha derinden geldi; varlıklarını bile fark etmedim ki, yokluklarını fark edeyim. Kilometrelerce uzakta havada özgürce uçuşan su buharı taneciklerinden etkilendim, ruh halim değişti; belki bir örtüye sarınmak istedim, belki bir kupa sıcak çay, hatta belki de televizyondaki aptal evlilik programları... Fakat hiçbir zaman bunları yapmak için uygun fırsatım olmadı. Yaptığımda ise hep yarım kaldım; işler hiç de umduğum gibi gitmedi. Hayallerimi o kadar sevmiştim ki, “gerçek” dediğim şeyler nefesimi tıkadı, elimi kolumu bağladı; belki de öylece kalakaldım. Satırlarca yazmak istedim belki, hiç durmadan, belki biraz duraksayarak, saatlerce, sayfalarca yazmak istedim; sonradan dönüp bakmaya değecek şeyler yazmak istedim. Özneler karıştı, nesneler hiç karışmadı; sonra harfler birbirine girdi. Yazdığım cümleyi sildim sonra. Sanki şimdiye kadar yazdıklarım ondan farklıymış gibi... Belki de gerçekten farklıydı. Belki de gerçekten onu silmeliydim. Belki de asla silmemeliydim. Beyin dalgalarım düzelsin diye müzik dinledim. Işıklar söndü, lambalar arızalandı, havalandırmalar temiz hava üflemez oldu. Boğulacak gibi olduk. Her şey birbirine geçti derken bile saçmalamıştım aslında; çünkü her şey zaten birbirine çoktan geçmişti, her zaman öyleydi ve bundan sonra da öyle olmaya devam edecekti. Belki her zaman böyle olmalıydı. Karanlığa gömülmeliydik. Belki gereksiz yere aydınlatılan odalardı bizi bizlikten çıkaran. Ama neyse ki unutmamıştım; ne yazacaklarımı, ne de dilbilgisi kurallarını.

Bardaklarca kahve gitti, florasan lambalar yandı, söndü, yandı, söndü, tekrar söndü, sonra tekrar yandı. Biz ise hep birbirimize benzedik. Gördüklerimizle şekillendik, görmediklerimizle de şekillendik. Sınırlandık, duvarlar sadece odaların etrafında sandık. Sonra o tatlı karanlık geldi. Pencereye bakmaktan bile kaçındım. Gereksiz cümleleri sevmiyorum.

Gözlerime ağrı giriyor. Işıksızlıktan değil, ışıktan bence. Niye hep kendimle uğraşıyorum? Artık başka isimler kullanmaya başlamamın zamanı geldi bence. Güzel isimler bulmalıyım, kitaplardaki gibi havalı olmalı. Amélie mesela, güzel olabilir. Berivan da diyebilirdim, ama olayı fazla etnik bir hale getirmek istemiyorum. Bakın işte, bir sınır daha kaldırdım. Bir dahaki sefere bir Japon adı bulmaya çalışırım belki; ya da Jamaika’dan bir isim; belki Meksika’dan, ya da ona benzer bir şekilde İspanya’dan... Pablo olabilir mesela. Hintli yapıp, soyadını Chopra koyabilirim. Annesini Faslı, babasını Fransız yapabilirim. Fas demişken, Albert Camus zamanlarının geldiğini hissediyorum.


***

Gerçeklikle hayal arasındaki sınır silinmeye başladığında insanlar korkar. Psikologlar, psikiyatrlar, ruh ve sinir hastalıkları hastaneleri, belki 8-10 hastanın bir arada kaldığı koğuşlar falan devreye girer. Bir yandan bunun gerekliliğini gözardı edemesem de, diğer yandan olayın vahim derecedeki gülünçlüğünü de arkamda bırakamıyorum. İşte teoriyle pratiğin, felsefeyle bilimin çatıştığı onlarca noktadan biri daha.

İlk defa Zamanın Kıyısındaki Kadın'ı okuduğumda durumun vahimliğini bu kadar net çakmıştım galiba. Kitapta akıl hastanesine düşen bir kadın bilinciyle geleceğe yolculuk yapıp duruyordu. Bu yolculuklar sırasında kadının bedeninin üzerinde birtakım şeyler olunca hastanenin psikopat hemşireleri ve onları aratmayan doktorları hastanın "gerçeklikten koptuğunu" iddia ediyorlardı; halbuki asıl gerçeklikten kopan onlardı. Düşünbilim (felsefe) gibi teorik temellerle ilgili yanı baskın bir alan yüzyıllardır "gerçeklik" kavramının içinden çıkamamışken, psikoloji (ruh bilimi) tüm pratikliğiyle felsefenin pratik yükleri kaldıramayacak kadar "iskambil kağıdından köprü" kıvamındaki teorik temellerinin üstünde zıp zıp zıplayarak, kişilerin "realiteden kopuş"unu bir anomali olarak gösteriyor ve bunu kendince "normal" sınırlarına çekmeye çalışıyor. İşin ilginç yanı, bu iki bakış açısı bir yerlerde birbirlerine ters düşüyor gibi olsa da; ayrı ayrı ele alındıklarında (ki çoğu zaman ayrı ayrı ele alınıyorlar benim gördüğüm kadarıyla; eğer daha sık beraber ele alınıyorlarsa da, uygulamaya geçtikleri yerlerde bir tıkanıklık var belki) ikisi de gayet tutarlı ve topluma ve insanlığa yararlı hale geliyor. Bu iki şey birbirlerini yıkıp geçecekken, bunların bir arada durmasını sağlayan harç ne o zaman? Belki de biraz kavram karmaşası yaşıyorum. Psikolojideki realite ile felsefedeki gerçeklik kavramlarının farkından mı kaynaklanıyor bu durum? Psikolojideki "realite"nin daha çok genelgeçer algılara dayalı olduğunu da düşünebiliriz; ama bu durumda olay yine dönüp dolaşıp aynı yere geliyor; algılar göreceli olabilir. Kendimizden başka hiçbir kimsenin/şeyin algılayışını bilemeyeceğimiz için, gerçekliğin nasıl olduğundan da hiçbir zaman emin olamayız gibi geliyor bana. Örneğin, sizin gördüğünüz yeşil ile benim gördüğüm yeşil farklı olabilir, gözlerimiz farklı algılıyor, ya da beynimiz farklı yorumluyor olabilir; ama mevcut bilgi seviyemizle bunu karşılaştırmamızın bir yolu olmadığı için, böyle bir fark olup olmadığını kesin olarak bilmemiz imkansız. Sadece daha önceki deneyimlerimize, beynimizin etrafımızda gördüklerimize daha önce yapıştırdığı etiketlere dayanarak karşımıza çıkan şeyleri anlamlandırabiliyoruz. Öte yandan eğer buralarda bir yerlerde aradığımız türden bir "gerçeklik" anlayışının peşinden koşuyorsak, aslında herkesin kendi "realite"si onun kendi çapındaki gerçekliğidir de. Hangisinin gerçek, hangisinin yanılsama olduğunu ölçmek bu noktada biraz da istatistiksel bir bakış açısı. Yine de, her ne olursa olsun, aslında kendimizi bildik bileli, hatta ondan da öncesinden beri içinde yüzdüğümüz bu şey hakkında hiçbir fikre sahip değiliz ve belki de bunu biraz kabul etmemiz, en azından böyle bir yaklaşımın olduğunun farkında olmamız gerekiyor, hatta işimize de oldukça fazla yarayacak olabilir.

***

Bitirmem gerektiğini bile bile bitirmiyorum. Bitirmekten kaçıyorum. Bitince ne olacağını kestiremiyorum. Önümde biraz daha zaman var. Limonu sonuna kadar sıkıp, çıkarabileceğim bütün suyunu çıkarmak istiyorum. Kahve içmemem gerekiyordu, ama onu da içiyorum. Neyse ki bardağı sadece yarısına kadar doldurdum. Şekersiz, sütsüz. Şekersiz çaya ve kahveye alışmaya çalışıyorum. Bir süre sonra şekerli çay ya da kahve içince midemin bulanacağını söylüyorlar. Henüz o raddede değilim, ama bitki çayları için artık şeker aramadığımı söyleyebilirim. Kahvenin sonunu getiremeyeceğim galiba.  Bunun da sonunu getiremiyorum. Hiçbir şeyin sonu gelmiyormuş gibi görünebilir, ama kesinlikle öyle değil. Dışarıda bulutlu, sarı bir hava var. Bilmiyorum, belki de hava bulutlu ve sarı değil, ama camlardan öyle yansıyor. Masanın üzerindeki eşyalara düşen yumuşak ışığı çok sevdim. Kulağımdaki müzikle, ağzımdaki acımtırak kahve tadıyla hoş bir ahenk içinde. Ben de üstüme düşeni yaparak tamamlıyorum bu ahengi. Bugün tam burada bunu yapmam gerekiyordu. İşte bazen böyle fark edersiniz; tam o anda orada olmanız gerekiyordur. Aslında her zaman olmanız gereken yerde, beraber olmanız gereken insanlarla, yapmanız gereken şeyleri yapıyorsunuzdur. Ama bunu her zaman fark edemezsiniz, sadece bazı değerli zamanlarda o size kendisini fark ettirir; anı oluşturan karelerin arasından size gülümser. O tatlı karanlık, onun gülümseyişinin ışıltısıdır belki. Herkes şikayet ederken, sonradan olacakları bile bile, içten içe gülümsemektir. Bazen bazı şeyleri olacağına bırakabilmektir. Sesleri duymamaktır. Görmek istemediğini görmemektir. İstediğini görmektir. Bunu yaparken de güzel şeyler görmektir, güzel şeyler duymaktır. Yanılmadan.


Bugün Yann Tiersen albümünden fırlamış sanki. Yukarıda bir yerde su buharı tanecikleri piyanodan çıkan notaların yaptığı gibi dönüp duruyorlar havada. Arada kalmadım ben. Ne buraya tıkıldım, ne başka bir yerdeyim. Her ikisinde yaşıyorum; buradayım ve içerilerdeki o yerdeyim ve hatta bunlardan ötedeki o yerdeyim de aynı zamanda. Ne kadar çok önyargıyı, etiketi kaldırırsam o kadar özgürleşiyorum. Sınırları kaldırmak için yola çıkıp, hiçbir yere/şeye ait olmadığımda, aslında her yere/her şeye ait oluyorum, ben onlara ait olduğumda onlar da bana ait oluyorlar; çünkü hepimiz birbirimize bağlıyız, hepimizin bu bütün içinde küçük, ama çok önemli yerleri var. Etiketler ise bizi sınırlandırıyor; her ne kadar biyolojik olarak beynimizin işleyişini hızlandırsalar da (evrimsel açıdan oldukça geçerli bir sebep), öyle zamanlar oluyor ki; acelesinin kurbanı oluyor insan.

***

Kafamın içindeki limonun bütün suyunu çıkardım. Midemde hafif bir bulantı var. Kahve soğudu, öylece bırakıyorum. Belki gitmeden lavaboya dökerim, tek kullanımlık bardağı da çöp kutusuna atarım. Bu sefer bunu da bitiriyorum burada.

6 Ekim 2012 Cumartesi

Düdüklü tenceredeki mellemecir fasulye

Evrenin değişik noktalarından hepinize merhaba.

Bugün atomlarımızı bir araya getiriyoruz. Devler ülkesinden kopup kaçan ruhumuz sığınağını buralarda bir yerlerde buldu; düşünmediğimiz için çok da zorlanmadık. Evlere, arabalara baktık; gözlerimiz öndeki aracın plakasına daldı. Varız, yokuz, varlıklıyız ama yokluklu değiliz. Var da değiliz, yok da değiliz. Sadece büyük büyük konuşuyoruz, kendimiz bile ne dediğimizi anlamıyorken... Yanılmak çok kolay. Yanılacağını fark etmemek ise bir nevi aptallık. Tatlar daha birleşmedi; çayın ve şekerin tadını alıyorum. Ağırlaşıyor göz kapaklarım, kaçışım yok; biliyorum. Her esneyişimde uykumun geçeceğine inanıyorum; çünkü ciğerlerim sonuna kadar havayla doluyor; ta ki bir sonraki esneyişime kadar. Uzaklardayım şimdi, çok uzaklardayım; atomlarımın toplanması biraz zaman alacak. Uyanıklıkla uyku arasındaki zaman dilimine gidip sınırlarımı aşabilirim belki bu fırsattan yararlanarak. Uyumadan hemen önce aklıma gelip, sonra tekrar unuttuğum için evrenin derinliklerine gömülen onlarca şeye karışmaz belki bu düşündüklerim.

Göz kapaklarım düşüyor.

En başta bütün sınırları, bütün yargıları, önyargıları, ne varsa hepsini kaldırıyorum. Kendiliğinden geliyor cümleler; mantıklı, mantıksız, sıralı, sırasız, önemli önemsiz; fark etmez. Sonra yavaş yavaş kendi haline bırakıyorum gidişatı; bir süre sonra yavaş yavaş bir kalıba girmeye başlıyor. Sıkışmıyor o kalıba, çünkü kalıbı da kendisi yapıyor ve o kalıp da kendisi. Esniyor, esniyor, genişliyor, bir iki yerde kıvrılıyor, sonra ani bir şekilde bükülüyor; tıpkı bahçe hortumları gibi; ama burada hortumun kırılmasına kızan bahçıvanlar da yok. Hepsi kendi kendine oluyor; ben dokunmuyorum bile. Sonra bir de bakıyorum; koskocaman bir tuval olmuş; anlatıyor da anlatıyor. Bazen hiçbir şey anlatmıyor; sadece kusuyor, rahatlıyor, sonra tekrar kusuyor. Bazen kusamıyor bir türlü, olduğu yerde debelenip duruyor; uyumaya gitse gidemez, tuvaletin başında dursa duramaz; kendi kendini böyle yiyip bitiriyor. Altı çiziliyor bazı şeylerin; dönüp bakmak istemiyor. Her defasında başka bir insan oluyor, bazen bir kişi oluyor, bazen birden çok kişi oluyor; sesi yükseliyor, alçalıyor, fısıldıyor, bağırıyor. Yine de bağırdığı pek görülmez. Kimseye anlatacağı bir şey yok aslında; anlatacak olduğu zaman boş boş konuşuyor. Bazen çok konuşuyor, bazen susması gerek, bazen dinlemesi gerek, bazen dinlememesi gerek, bazen sadece ama sadece konuşmaması gerek... Bazen kendisini tutamıyor, bazen sadece susuyor; sustuğu için kimse onu anlamıyor, o anlaşılmayı beklemekten vazgeçeli de baya uzun zaman oldu zaten. Artık anlaşılırsa seviniyor, diğer türlü susuyor, susmasını gerçekten iyi biliyor. Çok iyi öğrendi. Çok iyi öğrenci.

Uğur Gürsoy'un Fırat

4 Ekim 2012 Perşembe

Kareli defterden koparılan bir sayfa

Evleri uzaktaymış meğersem; oraya buraya taşıyacaklarmış meğersem; bir kaplumbağanın evini sırtında taşıyışı gibi. Seslerle zormuş, sessizlikle daha da zormuş; kendini dinliyormuş, kendini dinlemiyormuş; başkalarının dilinden konuşuyormuş; kişilerle, kişilikle oynuyormuş; sıkılıyormuş, bırakıyormuş, tekrar başlıyormuş, tuvalete gidiyormuş, ellerini yıkıyormuş... Gerilerden sesler geliyormuş; ellerini bırakıyormuş; bazen bırakacağı bir el de yokmuş; toz olup gidiyormuş, kayboluyormuş, tekrar buluyormuş; döngü sanmış ama dönmüyormuş; dönmüyor sanmış ama dönüyormuş; duruyormuş, durmuyormuş; tekrar dönüyormuş; yanıp yanıp sönüyormuş. Derinden müzik sesleri geliyormuş; neşeli insanların çaldığı şarkılar; huzurlu sesler yayılıyormuş mikrofondan. Sesler yükseliyormuş, alçalıyormuş; bu yükselmeler ve alçalmalar olmuyorsa hiç olmuyormuş. Sonra birden kesiliyormuş; anlaşılmaz bir şekilde yarım kalıyormuş her şey... Bütünün bütün bilgisi her parçasında ayrı ayrı varmış meğersem... Harflerle boğuşuyormuş, vazgeçiyormuş, sonra sesleri tanıyormuş; kulaklarına inanıyormuş; inanmaktan korkmuyormuş. Sonra dönüp bütün üç noktaları tek bir noktaya dönüştürüyormuş; çünkü uzatmayı ve sündürmeyi sevmiyormuş böyle yerlerde. Burası onun yuvasıymış, hakkında hiçbir şey bilmediği yuvası; öğrenmeye, keşfetmeye çalıştığı yuvası. Sıkıca kapatılmış pencerelere arkasını dönünce dışarıda yağmurlu bir hava var sanıyormuş; ama aslında yağmur yokmuş meğerse. Burası onun yuvasıymış; ona değer veriyormuş ve onun içinde sadece olması gereken şeylerin olması gerektiğine inanıyormuş; ama bunu kendisi de anlamıyormuş. Kulağında kulaklıkla etrafındaki insanlara bakıyormuş; bakıyor gibi yapıyormuş; bakmıyor gibi yapıp bakıyormuş. Dışarı çıkmak istiyormuş; ama herkes ona bakıyormuş, büyük biraderin gözleri onun da üzerindeymiş. Sadece hayal edebiliyormuş, sadece oraya dokunamıyorlarmış. Orası onun sığınağıymış meğerse. Medya oynatıcısı kulaklarını bal mumuyla örterken, araya Chopin karışıyormuş çokça. Sığınmaya sebep olacak birçok şey varmış ve hiçbir şey yokmuş. Beyazlar içindeymiş, siyahlar içindeymiş, renkler hep aynıymış. Işık aynıymış, renkler farklıymış. Eskilerden bir Zeki Müren şarkısı başlamış sonra. 

***

Acıktım. Django Reinhardt var kulağımda; çaldığı müzik “Artık yağmur yağmalı!” diye bağırıyor; arada pencerelere bakıyorum ama bulutların geçirdiği gri ışıktan çok, güneşli günün sarımtırak ışığı var duvarlarda; bu yüzden yağmur konusunda umutsuzum. Sessiz sakiniz bugün, kendi kendimeyim.

***

Yemek yedim. Yemekten dönerken yağmur atıştırmaya başladı, sonra birden indirdi. Renksizliğin arasındaki rengin içindeyiz; tıpkı masmavi bir tablonun ortasında göze takılan kırmızı bir nokta gibi. Eskilerden hatırlıyorum. Hala yağmur yağıyor; pencerelerin kenarındaki sarımtırak ışığın sebebi güneş değilmiş belli ki; belki binanın rengi yansıyordur; çünkü dışarıda sağanak yağmur yağmasına rağmen o ışığı duvarda hala görebiliyorum. Yine de bu yapay ışıkların altında bile yağmurun başladığı belli oluyor. Renklere bir kararlılık geldi; sanki kendileri oldular. Pencereye yüzümü dönmek istiyorum. Oda yapay ışıklarla karanlık. Gözlerim yağmurun karanlığını arıyor.

Yine Django Reinhardt geldi; çünkü şarkının adı “Nuages”*. Çıkıp gitmeme yardımcı oluyor; eski bir filmin içindeyim sanki; taşla kaplı sokakta yürüyoruz, yağmur damlaları taşların arasını dolduruyor mesela. Boş konuşup da rezil etmeyelim. Konuşan, bazen susmasını da bilmeli. 


Daha susmuyorum; kim demiş. Müziğe sarıldım.

***

İnsanların içinde bölük pörçük. Aslında yazılabilecek herhangi bir şeyin mantıklı gösterilebileceğini gösteriyorum. Bu yüzden doğru olmadığı halde doğru gibi görünen pek çok fikir var ortalarda; kimse ne yaptığından emin değil; belirsizlikten faydalanmasını bilen gününü kurtarıyor. Ne söylediğin değil, nasıl söylediğin önemli böyle zamanlarda. Bağırırsın, çağırırsın, yumruğunu masaya vurursun, ya da kemanlar çalarsın. Tamamen senin tarzın, senin bileceğin iş. Güzelce söylemek kabul edilebilirliği sağlamıyor. Çirkinlikler eşliğinde söylenense alkışlarla kabul ediliyor. Edilgenleri sevmiyorum böyle yerlerde; ama bunu düşünürken kafamdan geçen isimleri yazmak da istemiyorum; olayı kişilere indirgemek burada yapılabilecek en kötü şeylerden biri. Bir kişiyi kötülediğinizde onun karşıtı olan kötünün ekmeğine bal sürüyorsunuz; üstelik çok az kişi sizin gerçekten demek istediğinizi anlıyor. Sonra üç yüz defa anlatmak zorunda kalıyorsunuz. İşte bu yüzden; hem edilgenleri sevmediğim; hem de isimleri söylemekten kaçındığım için; yazmaktan tamamen vazgeçiyorum. Nasılsa herkes bildiğini okuyor. Beni anlamaya çalışan adam zaten benim diyeceklerimi az çok biliyor. Benim diyeceklerimi duyması gereken adamın ise buralarda işi yok. Onun sikleti bambaşka, ben onun kadar cesur değilim. Bilmiyorum, bilmediğimi biliyorum, ama buna rağmen; bilmediğimi bildiğimden dolayı bir korku da duymuyorum; sadece temkinli yaklaşıyorum; bir hata payı, bir tolerans bırakıyorum. Uzun cümleler kuracaksam da parçalara bölüyorum; anlaşılır olmak istiyorum, buna rağmen, yine, anlaşılmak amacı duyuyor muyum; emin değilim. Anlaşılmak amacı duyarsam sıradanlaşacağımı biliyorum; o yüzden bu amaçtan kurtulmak istiyorum. Zaten en nihayetinde ben ne kadar anlaşılmaya çalışsam da, bende bitmiyor bu süreç; ben sadece bir başlangıcım, süreci başlatan girdiyi sağlıyorum sisteme. Cümleleri eksiltiyorum. Sevmiyorum çünkü. Bazı şeyler söylendiğinde anlamlarını yitiriyor. Bazı şeyler, hiç söylenmemeli.

Az kaldı.



(*) nuages: Fr. bulutlar

3 Ekim 2012 Çarşamba

Buraya bişiy koymuştum dün belki...

Uzun zamandır açık bırakmaya çalıştığımız kapılar, bu sefer uykunun esiri olmayacak gibi... Daha çok kendi kendine bir espri de denebilir. Söylediklerim kimseye benim kadar komik ya da ciddi gelmiyor; biliyorum, ama bazı şeylerden de hiç vazgeçmek istemiyorum. Olmamış ve olmayacaklar için canını boşuna sıkma. Sadece ne varsa içinde; çıkar, at, gitsin. Artık bunları bırakamayacak kadar gözlüklüyüm; üstelik gözlüğümün siyah kemik çerçeveleri de var. Aynadaki görüntüsü hoşuma gidiyor. Noktalar anlamsızlaştırdığında olayları; bazen virgüller de işe yaramıyor; ama yine de umutsuz vaka değil; çünkü yapmamız gerekeni biliyoruz biraz biraz. "Fazlasıyla kareli" defterlere bozuk yazılarla alınmış notlar sonradan hiç okunmuyor. Neler varsa sayfaların arasında kaldı. Bana uzak kelimelere niye sataşayım? Kendi etrafımda dolanıp duruyorum; alakasızmış gibi gözükse de fazla uzağa gitmiyorum. Işıklar yapay; perdeler kapalı. Bazen anlamıyorum. Anlamaya çalışmıyorum ya da anlamaya çalışmadığımı sanıyorum; nereye kadar gideceğini bilmiyorum ama gideceği yeri merak ediyorum. Düğümler yavaş yavaş çözülmeye başlıyor; hiçbir şey boşuna değil; o kağıt havlu boşuna yırtılmadı. Belki bunu bilmek yeterli olabilir. Gözler üzerimizde; kendimizi iyi hissediyoruz. Savaş haberleri geliyor, başkalarıyla savaşmaktan kendimizle savaşımızda yenik düşüyoruz; haberimiz bile olmazken. Her şey anlık. Savaşlar, mutluluklar, evler, arabalar, analar, çocuklar... Sus artık; çünkü herkesin papağan gibi tekrarladığı şeyleri söylemekten hiç mi hiç hoşlanmıyorsun. Sen nefret etmezsin. Nefret ağır bir kelime. Nefreti kimse hak etmez. Çünkü nefret ettiğin şeye değer de veriyor olman gerekir; eğer değer vermiyorsan nefret de etmiyorsundur. Olumlu değer veriyorsan, nefret etmezsin. Fakat nefret ediyorsan, değer veriyorsundur; ama o değer negatiftir. Değerli dediğimiz şey ise güzeldir, olumludur; pozitif değerlidir; sayıların başında hiçbir işaret yokken bizim onu pozitif olarak kabul etmemiz gibi. Mutlak değildir. Nefret ise olumsuzdur, ama yine değer var olduğu için ortaya çıkar; çünkü yine mutlak değildir. Bu yüzden negatif değer varsa nefret vardır; nefret varsa da o şey her neyse değersiz görülmemelidir. Değerlerden kurtulmak için nefret bile etmemek gerekir. Mutlak sıfır, sıfırdır. Sıfır da mutlak sıfırdır. İşte o yüzden papağan gibi tekrarlamaktan kaçınmaya devam et. Söyleme, ama susma da. "Büyüktür", "küçüktür" ve "eşittir"de "eşittir"i kaybetme. Biliyorum, bırakmak istiyorsun; ama devam etmek de istiyorsun; aynı anda çok şey istiyorsun ve ne istediğini kendin de bilmiyorsun.

***

İşe girdim.

Güzel uyuyorum; sabah 06:58'de uyanıyorum. Her gün hava gittikçe daha karanlıklaşıyor; ama sorun değil. Güneş biraz yükselene kadar gözümü açık tutabilirsem yeterli. Annem sandviç hazırlıyor ben evden çıkmadan; saat 08:30-09:00 arası iş yerinde haberlere göz gezdirirken çay içip onu yiyorum.

Yılların nasıl böyle geçebileceğini az çok tahmin ediyorum. O kadar çok duydum ki bunu etrafımdan. Aynı böyle devam edersem aynı şeyin bana da olacağını biliyorum. Yine de yaşı büyük insanlar bunu anlatırken onların seslerinde duyduğum pişmanlıkları, üzüntüleri, iç çekişleri ileride kendimden duymamak için neler yapabilirim; bilmiyorum. Daha sekiz gün oldu.

Daha önce hiç tecrübe kazanmadığım, içeriği hakkında bilgi sahibi olmadığım bir sektörde sıfırdan işe başladım. Hiçbir şey bilmiyorum; hatta her açıdan tam olarak sudan çıkmış balık gibiyim. Bilişim sektörü gibi terminoloji, kısaltma ve İngilizceden direk kopyalama manyağı bir sektörde bilmediğim terimleri, kelimeleri, kısaltmaların anlamlarını açıp öğrenmem gerekiyor. Fakat sudan çıkmış balık gibi olmak beni korkutmuyor; aksine benim için hakkında neredeyse hiç bilgi sahibi olmadığım, bana tamamen yeni bir şeye adım atmış olmaktan dolayı mutluyum; bu bana çalışma isteği ve öğrenmek için heyecan veriyor. Öğrenme süreciyle ilgili olarak biraz üşengeçlik hissettiğim, "Bu böyle ne kadar gider ki, ne zaman bir şeyler bildiğimi hissetmeye başlarım ben" dediğim zamanlar oluyor; ama sorun değil; çünkü bir şekilde olacağını biliyorum ve bu bana yardımcı oluyor.

İşin en güzel yanı, etrafıma baktıkça insanlar ve insan davranışları konusunda etrafımdaki kişilere göre çok daha toleranslı olduğumu ve çok daha az sıkıntı yaşadığımı fark ediyorum. İnsan kendi kendine yaşayıp durduğu zaman bazı şeylerin farkına varmayabiliyor, ama geniş bir sosyal çevreye girince kendi davranışlarınızı başkalarınınkiyle karşılaştırma imkanınız oluyor. Başkalarını yargılamaya çalışmıyorum asla; herkes bildiğini yapmakta özgür ve herkesin tuttuğu kendi kişisel yoluna ve yöntemlerine saygım sonsuz; ama kendi sınırlarımın genişliğini ve bu açıdan istediğim, amaçladığım yolda gittiğimi görmek beni gerçekten mutlu ediyor. İnsanların davranışlarının nedenlerini az çok anlayabiliyorum, nedenleri daha iyi anlayabildiğim ya da daha objektif yorumlayabildiğim için verdiğim tepkiler de değişiyor.

Neyse yani, kısacası, kendi kendimi baya eğitmişim ben meğersem.

Uğur Gürsoy'dan Fırat

12 Eylül 2012 Çarşamba

Ailenizin dil bilgisi ve yazım kuralları profesörü iş başında

Hepimiz sosyal medyanın ne kadar hızlı geliştiğinin farkındayız. Sosyal medyanın büyüyüşü ile beraber herkes kendi dünyasıyla ilgili bir şeyler paylaşabilir hale geldi; bu gerçekten çok güzel bir gelişme. Fakat aynı zamanda bilgi havuzuna atlayan insanların çoğalmasıyla beraber, bilgi kirliliği de artmaya başladı. Örneğin kaynakların doğruluğu, güvenilirliği gibi konularda maalesef çok önemli sorunlar yaşanıyor. Yine de ben bunla ilgili düşüncelerimi başka bir güne saklıyorum; çünkü bu seferlik kafamda başka bir şey var. İnternette gazeteler, bloglar, twitter, Facebook gibi sosyal ağlar da dahil olmak üzere pek çok yerde dil bilgisi, gramer ve yazım kurallarının yanlış kullanıldığına sıkça şahit oluyorum, eminim siz de oluyorsunuzdur. Bununla ilgili olarak kendi çapımda ufak bir katkıda bulunmak istedim. Şimdiye kadar söylenen pek çok şey kafaları karıştırdı, insanlar aslında çok basit olan kuralları benimsemekte güçlük çekiyor. Ben bu kuralların en önemlilerini olabildiği kadar basit bir şekilde, kafaları fazla karıştırmadan anlatmak istedim. Dil bilgisi ve yazım kurallarını doğru kullanmak bir yük değildir; aksine yazılan şeyin daha kolay okunmasını, daha kolay ve doğru anlaşılmasını sağlar; bu şekilde siz de yazılarınızla daha fazla insana daha doğru şekilde ulaşabilir ve başkalarına aynısını yapmaları için örnek olabilirsiniz. Açıkça söylemek gerekirse, örneğin -da/-de'leri nasıl yazması gerektiğini bilmeyen insanlar ne kadar "koskocaman" olurlarsa olsunlar, yazdıkları benim gözümde 1-0 yenik başlıyor maça. Doğru dil bilgisi kullanımı gördüğüm zaman ise o yazıyı daha ciddiyetle okuyorum. Sizi dili doğru ve etkili kullanmanın iletişimi ne kadar olumlu etkilediği konusunda ikna etmek için daha çok şey yazabilirim, ama şimdilik lafı fazla uzatmasam daha iyi belki. İşte belli başlı noktalar:

Beyne hata verdiren -de/-da:
İki çeşidi var bu -de/-da'ların. Bir tanesi "ek", yani sözcüğe belli bir anlam katmak için sözcüğün sonuna ekleniyor ve sözcüğe bitişik yazılıyor. Diğeri ise "bağlaç"; yani  cümleye farklı bir anlam katmak için sözcükleri birbirine bağlıyor ve her zaman sözcükten ayrı yazılıyor.

Peki hangi -de/-da ek, hangi -de/-da bağlaç? Sandığınız gibi karışık değil. Eğer "bir yerde/zamanda/durumda bulunma" anlamı varsa hiç durmayın, yapıştırın ("Aman Allahhh, anahtarı kapının arkasında unuttum!"/"Kasımda Aşk Başkadır"/"Bu koşullarda çalışamam, istifa ediyorum!"). Bunun dışındaki durumlarda, mesela "dahi" anlamı varsa ("E artık o kazma da yaptıysa ben kesin yaparım bunu": "E artık o kazma dahi yaptıysa ben kesin yaparım bunu") o zaman da ayırın.

Ufacık bir nokta daha; ek olan, yani bulunma anlamı veren ve bitişik yazdığımız -de/-da'da ses değişimi olur; yani kendinden önce gelen harflere göre -te/-ta olabilir. Bağlaç olan, yani ayrı yazdığımız -de/-da'da ise hiçbir şekilde ses değişimi olmaz. Mesela "Anlat ta dinleyelim kanka" diyemeyiz. "Anlat da dinleyelim kanka" demeliyiz. Ama "Bağdat'ta kuş üzümü yedim geçen gün." demek doğruyken "Bağdat'da kuş üzümü yedim geçen gün." demek yanlıştır.

Bütün bunları yaparken şuna da dikkat etmemiz gerekiyor; asla Demet Akalın'ın dil bilgisi yeteneklerini kendimize örnek alıp, sırf uyak yapmak için ayrı yazılacak de'yi sözcüğün içinde getirip bir de etrafına başka ekler koymamalıyız. Komik oluyor: "Yeniden sevedebilirim/Sözümden dönedebilirim" değil; "Yeniden sevebilirim de/ Sözümden dönebilirim de" olmalıdır.

Devreleri yakan -mi:
Bunun da iki çeşidi var. Aslında ikisi de "ek" diye geçiyor, ama bir tanesi sözcüğe daima bitişik yazılırken, diğerinin daima ayrı yazılması gerek. Bakın ne kadar kolay:

Cümleye olumsuzluk anlamı katmak istediğimizde kullandığımız "-mi" eki sözcüğe her zaman bitişik yazılır, utanmadan sıkılmadan yapıştırabilirsiniz. Aşkın Nur Yengi'nin şarkısına gerdan kıra kıra eşlik ederken "Ay inanmıyorum, ay inanmıyorum, ay inanmıyoruuuum" şeklinde söylediğimiz gibi mesela. Bunun ayrı yazılanı yoktur. Soru sorarken kullandığımız "mi" ise her zaman sözcükten ayrı yazılır. Bunun da birleşik yazılanı yoktur, boşuna aramayın, ayırın efenim. "Değer mi hiç, değer mi hiç/Değer mi, değer mi, değer mi söyle/Bir rüya ömür boyu/Sürer mi, sürer mi, sürer mi böyle" gibi.

Bu iki ek de önündeki kelimenin sonundaki harfe göre ses değişimi geçirebilir. Mesela "Anlıyor musun beni?" deriz; "Anlıyor misin beni?" değil. Aynı zamanda Türkçenin güzel ses uyumu sağ olsun, "Unutamadım, unutamadım, ne olur anla beni" de daha komik bir hal almaz neyse ki. Gerek yok çünkü.

Olumsuzluk eki olan "mi" ile ilgili ufak bir ayrıntı daha var. Günlük hayatta pek çok kişi tarafından kullanılan "yapmamazlık", "etmemezlik" gibi kalıpların aslında yanlış olduğunu duymuştum hocamdan. İnceleyecek olursak, yap-ma-ma-z-lık derken iki tane olumsuzluk eki kullanarak hata yapmış oluyoruz. Bunun için doğrusu "yapmazlık", "etmezlik", "gitmezlik" gibi olmalı. Bunu da bilirseniz zaten kimse önünüzde duramaz artık.

Son bir hatırlatma, soru anlamı kattığınız cümlenizin sonuna soru işaretini koymayı unutmayın. Mis olur o zaman.

Yani soru ve olumsuzluk eki olan -mi'leri doğru şekilde yazdığınızda yazınızı okuyan kişinin cümlenin başındaki beklentileri ile sizin cümleye vermek istediğiniz anlam birbirini tutacaktır. Bu yüzden kişinin yazınızı okuması daha kolaylaşacak, bu şekilde yazınızın kalitesi tavan yaparken siz de "Ay İnanmıyorum" eşliğinde göbek atabileceksinizdir. Yaşasın.

Evlerden ırak -ki:

Bu arkadaşın da çok değil, sadece üç çeşidi var. İki tanesi sözcüklerin sonuna eklenen "ek", diğeri ise sözcükleri birleştiren ve bunu yaparken cümleye yeni bir anlam katan "bağlaç".

Önce ek olanlarından bahsedeyim. Bu eklerden bir tanesi beş yüz defa tekrar tekrar yazmak istemediğimiz bir sözcüğün yerine geçen ek olan -ki'dir. "Kanka seninki de dert mi be" derken, iki defa "dert" diyip cümlenin içine etmemek için "senin derdin" yerine "seninki" diyoruz. İşte buradaki "-ki" ektir ve daima bitişik yazılır. Yapıştırın.

Diğer ek de sıfat yapan bir yapım eki; mesela "Çatıdaki anten yine yerinden oynadı bey" diyen kendi halinde bir teyzemiz burada bu ekten bir tane kullanmış oluyor. Ya da "Ufff filmdeki çocuk çok yakışıklıydı yaea" diyen ergen kızımızın cümlesinde de başka bir örnek görebiliriz. Bu anlamda kullandığınız "-ki" de her zaman bitişik yazılır.

Bağlaç olan ki'nin ise belirgin bir anlamı yok. Cümleden çıkarsanız bir saçmalık olduğunuz sezersiniz, "Ne biçim bir şey oldu bu" diye düşünürsünüz; ama cümlenizin anlamını veya şeklini şemalini yukarıdaki ekleri çıkardığınızdaki kadar bozmaz. Mesela "Öyle sarhoş olsam ki/Bir daha ayılmasam" diyen Tanju Okan da durumun farkına varmış olsa gerek zamanında.

Bununla beraber ayrı yazılması gerekiyormuş gibi gözüküp, dile birleşik şekliyle yerleşen birkaç kelime var, bunları bilmek de klasınızı baya artırır bence: oysaki, halbuki, mademki, sanki, belki...

Hadi yine iyisiniz...

"Veya" ve "ya da" ("Oha bunlar da mı farklı!"):
Evet, farklılar. Yine çok kolay.

"Veya"nın içinde iki ayrı kelime var aslında: "ve" ve "ya". Yani "A veya B" dediğinizde üç olasılık var: (A), (B), (A ve B).

"Ya da" ise şöyle ayrılıyor: "A ya da B" dediğinizde iki olasılık var: (A), (B).

Bir ekleme: "veya" her zaman birleşik, "ya da" her zaman ayrı yazılıyor.

Bakın, zor olmadığını söylemiştim ve üstünüzden başınızdan klaslık akıyor şimdiden. Uff, çok karizmatik.

Beyin sulandıran birtakım zamirler ve sıfatlar:
Bunları direk böylece bilmekte yarar var. Kullandıkça ezberlemeye gerek kalmıyor. Tecrübeyle sabittir. Lisede öğrendim, hala hatırlıyorum. Hocama selam olsun buradan.

hiçbir şey, hiçbir yer, hiçbir zaman (bütün "hiçbir"ler birleşik, devamında gelen her zaman ayrı)
hiçbiri
her şey (bütün "her"ler ayrı, herkes hariç)
hiçkimse (daima bitişik)
herkes (z ile değil, s ile)
pek çok şey
pek çoğu
bir şey
birçok şey ("birçok" her zaman birleşik, devamında gelen her zaman ayrı)
birçoğu
birkaç şey ("birkaç" her zaman birleşik, devamında gelen her zaman ayrı)
birkaçı
birtakım (Gerçekten de Shakhtar Donetsk gibi "bir takım" dan bahsetmiyor da, bir grup nesneden bahsediyorsanız, aradığınız şey bu birleşik yazılan "birtakım")

Noktalama işaretleri noktanızı koymasın!:
İyice saçmalamaya başladım ama idare edin, az kaldı.

Elde yazı yazarken böyle bir şeye fazla dikkat etmesek de oluyor; ama dijital bir ortamda yazdığınız zamanlar için noktalama kurallarıyla ilgili olarak dikkatinizi çekmek istediğim ve yazınızı bambaşka bir yere taşıyacağını düşündüğüm bir konu daha var.

Yazılarda noktalama işaretlerinden önce boşluk bırakmayıp, noktalama işaretlerinden sonra bir boşluk bırakmamız gerekiyor. Bu durum noktalar, virgüller, üç noktalar, noktalı virgüller, soru işaretleri, ünlem işaretleri, artık aklınıza ne gelirse, hepsi için geçerli. Bir tek tırnak işareti ve kesme işareti için biraz farklı bir durum olduğunu hatırlıyorum şu an. Onda da "Aynalı kemer ince bele" şeklinde, tırnak içine aldığımız söz ile tırnak işaretleri arasında boşluk bırakmayacak şekilde yazmamız gerekiyor. Kesme işaretinden sonra da boşluk konmuyor; "Yüzbaşı Corelli'nin Mandolini" gibi. Bunlar gayet kolay ve okuyucunun gözüne hitap eden şeyler.

Bunun dışında cümlelerinizde virgül, noktalı virgül kullanmaktan çekinmeyin. Eğer bunları doğru yerlerde kullanmayı başarabilirseniz okuyucunuzun işini büyük ölçüde kolaylaştırabilirsiniz. Sadece nefes almanız gereken yerlere odaklanın. Yazarken kendinizi yazıyı ilk defa okuyacak insanların yerine koymaya çalışın; anlam karmaşasını, anlatım bozukluklarını önleyecek yerlere virgüllerinizi koymaya dikkat edin ("Oku, baban gibi eşek olma" ile "Oku baban gibi, eşek olma" şeklindeki tipik örnekte görüldüğü üzere).

Üç noktaları gereksiz yerlerde çarçur etmeyin. Her şey gibi üç noktanın da fazlası zarar. Eksik cümlelerde kullanabilirsiniz mesela, bazen tam cümlelerde de kullanabilirsiniz ama abartırsanız tadı kaçar, büyüsü bozulur, çikolatalı turşuya dönüşür. Bilmem anlatabiliyor muyum...

Bilgisayarınız denetlesin:
Bilgisayarlarda yazım ve dil bilgisi denetlemeye yarayan araçlar oldukça yaygınlaştı. Bunu bilgisayarınızdaki Word ya da Open Office gibi kelime işlemcilerde yapabileceğiniz gibi, aynı zamanda internet tarayıcınızda da yapabilirsiniz. Örneğin ben bu yazımı yazarken Chrome bir yandan kontrol ediyor yazımı, böylece yanlış yazdığım sözcükleri fark ediyor ve düzeltebiliyorum. Tabi şu an Chrome'da çalışan denetleyici çok güvenilir değil hala, doğru olan pek çok kelimenin de altını çiziyor ama yine de yardımcı olduğu kesin.


***

Benden şimdilik bu kadar. Umarım birilerine faydası dokunur.

11 Eylül 2012 Salı

Defterdarlar Sokağı'nda yüzü buruşmayanlar

Ne biliyorsak yutalım gitsin, herkes yoluna baksın ve kazandığımızı zannederek kendimizi avutalım. Yetinmesini bilmeyen, hep fazlasını isteyenin ıslak imzası... Ben yazdığım cümleleri hiç silmem ki buralarda. Koskoca bir kayıp olurdu, boşluk içinde bir kayıp. Eksiyle eksinin çarpımı artı yapmıyordur belki de; abartmayalım. Çöllerde dolduk taştık, etrafı görmez olduk, gözlerimize kum girdiği için görmüyoruz sandık; halbuki görecek bir şey de yoktu aslında, uçsuz bucaksız tepelerden başka. Onu gördüğümüzü neden saymıyoruz o zaman? Çünkü bize bir faydası yok. Faydası yoksa çöpe atarız, bir daha yüzüne bile bakmayız. Yüzüne bakmıyorsak gözüne neden bakalım? Ya yüzüne değil de, sadece gözüne bulaştırmışsa? O zaman bulanıklıklar arasında bir bulantı gelir bulur bizi; gözlerimizle kulağımız uyuşmaz; taşlar yerinden oynamıştır bir kere. Biyolojik dolambaçlardan geçip dünyaya baktık; yön tabelası işleri daha da karışık hale getirdi. Bilmedik, anlamadık, anlamaya çalışırken elimiz kolumuz bağlı oturduk. Sonrası ise çöllerden çıkış; vadilere iniş; çöken sis. Değişti sandık; ama değişmemişti. Değişmedi derken de değiştiğini biliyorduk. O zaman ağlayıp sızlanmak niye? Kelimelerden kaçalım, ellerimizi bağlayalım, ayaklarımızla yürümeye devam edelim. Yine bir şey değişmedi; yine yolumuzu bilmiyoruz. Boşu boşuna uğraşmadık yine de; bulunduğumuz yer değişiyor gibi sanki. Belki de hiç değişmiyor; belki biz değişiyoruz. Belki vadinin yukarısından uzatılan halatlar değişiyor zamanla; ama kancamız yok; ya ellerimiz kanaya kanaya; ya da boşlukta uğraşarak. Yazdıklarım gerçekten beni mi yansıtıyor; emin değilim. Başka biri oldum galiba; ya da bu kişi olmayı istemediğim için böyle söylüyorum. Bilmemin imkanı yok. Beckett'ın neden paragraf başı yapmadığını anlar gibi oldum biraz; aslında arada hiç boşluk yok ki. Baş yok, son yok, orta yok; her şey akışkan, kurabiye yaparken poşetten bardağın içine dökülen şeker gibi biri diğerini çağırıyor; binlercesi var; gördüğümüzü sanmıyoruz bile; halbuki sandığımızı sanmıştık. Kimiz biz? Anlık değişimler? Artık ben olmayan ben? Yeni bir ben? Ben bir yeni? Eller kollar uçuşuyor havada ama diskolarla alakası yok bunun; evet bu karmaşada disko kelimesi biraz şaşırtsın sizi; hafif iğrendirsin; hafif karıştırsın; biraz da hoşunuza gitsin belki. Sizler ve bizler diye ayırmışız nasılsa; oysa insan yalnız ki. Onu "başkası" olarak gören kimse olmasa bile o kendisini "başkası" olarak gördüğü için yalnız. Her şeye kendi açısından baktığı için yalnız; kendi bakışından başka açıları görmediği, göremediği için yalnız. Bunda korkulacak, garipsenecek bir şey yok. Hem birlikteyiz, hem yalnızız; üstelik şarkıdaki gibi arada "ama" bile yok; yani vaziyet bundan çok daha iyi. Kayıplarda buluştuk belki; biraz daha derini kazarsak "Dünyanın Merkezine Yolculuk". Dünyanın merkezine yolculuk da eski zamanlara yolculuk, tozlu bir otobüsteyiz; garip bir kumaş. Çöllerden çıktık, vadileri geçtik; şimdi tozlu bir otobüs bizi bekliyor; zamanın derinliklerine uçurmak için.

Cümleleri silmemek için hiç yazmıyorum artık. Arada bir paragraf başı herkesin hakkı; yoksa kimse okumaz artık beni. Uzun yazılar sevilmiyor; herkes benim kadar sabırlı değil. Bak; "Birilerinin okuması için yazmıyorum" derken, uzun yazılar okunmadığı için kısa kesmeye kalktım. Dolaplar boştu; koskoca bir leğen, içinde kirli bir su ve köpükler. Düşünmemem gereken şeyi düşünmemek için yapıyorum bunları. Sözde saçma gibi görünse de, gerçekte bir o kadar mantıklı. İnanamazsınız. Belki inanırsınız, çünkü inanmak mantık gerektirmez. Mantıklı düşündüğünüz zaman vardığınız sonuç inanmak değil, görmektir. Emin olmadığınız şeye inanırsınız. Yine de konuyu toparlamayalım bir yere. Belki daha sonra. Şimdi gittiği kadar böyle gitsin; hızlı yazdıkça beynim oyalanıyor. Bir noktadan sonra pes edecek; biliyorum. Arada yine ufak tefek ataklar yapıyor ama bastırmasını biliyorum; tek yapmam gereken tuşlara daha hızlı basmak. Buna rağmen, son cümlelerdeki akıcılığın farkına varmışsınızdır belki. Üstelik artık beğenmediğim kelimeleri silip yenileriyle de değiştirmeye başladım. Ne oluyor; açılıyor muyum? Bütün bunlar her şey başlamadan önce çıkmış sözcükler topluluğu muydu şimdi? Hani konsere çıkmadan önce yapılan ses alıştırmasında çıkan garip garip sesler gibi diyorum... Sanmıyorum. Yine de bu durum biraz daha farklı; ben belki bütün konseri böyle götürürüm. Belki benim konserle de işim yok; en nihayetinde hangi şarkıcı bütün konseri ses alıştırmaları sırasında çıkardığı garip seslerle geçirir ki? Belki bu aynı şey değildir ama, o kadarını bilemiyorum.

Açıklık istemiyorum, hiçbir şey açıklığa kavuşmasın hadi. Olasılıklar denizinde yüzmeye devam. Şu ana kadar şunu yazmamış olmam kabahat zaten. Niçin bu kadar bekledim? Ben de bilmiyorum. Komik değil; kolay da değil. Üstelik yavaşladım da. Ben kendimi ona açtıkça o daha yavaş geliyor sanki. Korkuyor mu? Ben daha kolay kabulleniyorum artık; belki gerçekten de tongaya düşmemişimdir bu sefer.

Biraz sussun şimdi. Tam şu an.

Vincent van Gogh, Vase With Fifteen Sunflowers (On Beş Ayçiçekli Vazo)

***

Komik olduğunu sanmışsın ama hiç de öyle sayılmaz. Daha iyiyim yalnız, daha az korkuyorum. Saf yanım daima biraz "çen çen"; onu susturmak istemiyorum ama bazen "E bi yavaş" da demem gerektiğini hissediyorum. Biraz daha anlaşılır olayım istiyorum bu sefer; yeter kendimle bu kadar uğraştığım. Sekiz yıllık emektar gözlüğümün vidaları yıprandı, artık tutmuyor. Bazen sadece kendimi başkalarının yerine koyuyorum; kabıma sığamıyorum. Sığmak da istemiyorum ki. Koskoca dünyada niye tek bir kişi olayım; empati kurup başka herhangi bir insan olabilmek varken... Yine doğru düzgün anlaşılır şeyler yazayım derken sosyal mesaj vermeye başladım; bu alışkanlığıma da biraz uyuz oluyorum hani... Siz beni bugün pek dinlemeyin bence, baya da bir bulamaç oldu bu zaten. Bu seferlik belirli bir sebep sonuç ya da özne nesne ya da nitelik ilişkisine bağlı bir şeyler yazmaktan vazgeçtim belki; ya aklıma gelmiyor, ya da uğraşmak istemiyorum, ya da başka bir şey. Başım ağrımaya başladı. Amacımın bu olmadığı kesin; ama beynime kısa devre yaptırmayı başardım galiba.

Her yaş için keyifli komedi

Bugün kendime yeni bir ajanda aldım. Okul bittiğinden beri ajanda kullanmıyordum; ama dün Ufuk'la sohbet ederken ajandanın insanın hayatımı nasıl düzenlediğini, tarih ve saatlerin, önemli günlerin ve hatırlanması gereken irili ufaklı şeylerin farkına varmamı sağladığını, zaman mevhumunu elde tutma konusunda bana ne kadar yardımcı olduğunu hatırladım. Bugün de kendimi dışarı atıp, D&R'da bulunca yeni ajandama kavuşmuş oldum.

İçini dolduracak fazla şeyim yok henüz, çünkü hayatımın büyük bir kısmı ajandanın barındıracağı bir boyutta plan gerektirmeyecek şekilde, belirsizliği tavan yapmış durumda ilerliyor. Ufak tefek eğlenceli şeyler yazdım şimdilik içine, mesela 21 Eylül'de Hobbit'in ilk basımının yıl dönümü şerefine bütün dünyada saat tam 11:00'de gerçekleştirilecek olan "Hobbit'in İkinci Kahvaltısı" etkinliğini yazdım. Onun dışında sevdiklerimin doğum günleri gibi tipik şeyleri ekledim. Ve ALES'in başvuru tarihi gibi daha genel şeyleri.

Üniversitede birinci sınıftan son sınıfa kadar gayet düzenli bir şekilde ajanda kullandım. Bu alışkanlığı kazanmamdaki en önemli sebep, okulda neresi olduğunu hatırlamadığım bir yerlerden bulduğum, Bilkent Üniversitesi'nin öğrenci ajandasının elime geçişi oldu. Önce sadece sınavları, ödevleri ve proje teslimlerini işaretledim, daha sonra bunlara ek olarak Operational Research Kulübü'nün toplantılarıyla doldu sayfalar. O zamanlar ajandalarım deli gibi dolardı. Bu çok güzel bir his. Mezun olduktan sonra ajanda kullanacak pek bir durumum olmadı. Yine de bugün o ajandayı satın alıp içini ufak tefek şeylerle doldurmaya başlayınca yeni bir başlangıç yapıyormuşum gibi hissettim. Okuldan kalma bir yönelim olsa gerek; Eylül ayı her ne kadar doğanın yavaş yavaş uykuya geçtiği bir ay olsa da, bana daha çok etrafın "cümbüşlük"ten arınıp şöyle bir silkelenişini, yeni bir şeylerin başlangıcını çağrıştırıyor. Yeni bir yaş, yeni bir dönem, doldurulacak bomboş bir ajanda... Eylül ayını sevmeyenleri hiç anlayamam. Temmuz'dan çok daha güzel olduğu açık mesela ("Bunu burada tartışmayacağız herhalde!"). İlkbahar aylarıyla sağlam bir kapışma olur.

***

Aman efendim, ne varmış yani şurada iki kelamda bulunacaksak? Bir şey olduğu da yok zaten, anca bir cümbüştür gelip gidiyor; bak, kelimeleri de tekrar tekrar kullanmaya başladım zaten. Hem, aklımdan geçenleri ve geçmeyenleri anlatmaya kalksam zaten batırmayacak mıyım? Büyük yazarlardan olup da, ne yazmak istediğimi onlar kadar iyi bilseydim ya şuracıkta. Ama çok büyük olasılıkla onlar benden daha kayıplar, çünkü her şey gibi bu da bataklık gibi kendi içine çekiyor insanı, çözüm bulmaya çalıştıkça daha fazla soru. O zaman cevapları sorgulasak? Yapmadığımız şey değil. O zaman bütün dişliler kendi kendilerine çalışadursunlar, biz de Modern Times'taki Charlie Chaplin gibi aralarından geçip duralım. Keşke o gülümseme bizde de olsa.

"Gülümse, umudunu kaybetme, başaracağız."

Charlie Chaplin olabilmek, dişlilerin arasında gülümseyebilmek demek midir o zaman? O yüzden mi bizim zamanımızda Charlie Chaplin gibi çok iyi bir aktör olmaktan öte insanlara umut veren, içlerini sevgiyle dolduran bir insan yoktur? Onun cesareti kimsede yok mu? Filmler sessizken daha çok mu konuşuyorlardı yoksa? Teknoloji bizi tembelleştirdi mi? Düşünmez, risk almaz mı olduk? Her şeyi bilgisayarlar yapınca yaratıcılığımız dibe mi vurdu? Yoksa kelimeler ağzımıza mı tıkıldı? Boğazımıza mı takıldı? Yoksa oraya bile hiç gelmedi mi? Soru işaretlerinin sonu yok, Charlie Chaplin'in takıldığı dişliler gibi dönüp dolaşıp aynı yerlere geliyoruz. Evet, belki de biz Charlie Chaplin değiliz, belki de biz onun takıldığı, İngiliz anahtarı ile sıkmaya çalıştığı dişlileriz. En nihayetinde, Charlie Chaplin ile dişliler de birbirinden ayrılmaz hale geldi. Üstelik her ikisi de bundan şikayetçi gözükmüyor. Fakat ikisinin şikayetçi gözükmemelerinin sebebi başka. Dişliler aslında şikayet de edemezler mesela; ama bu ufacık ayrıntıyı burada atlayalım. Zaten nasılsa bir şey anlatmaya çalışmıyorum. Şimdiye kadar hiçbir şey anlamadıysanız, bundan sonrasını anlamayı da beklemeyin, şimdilik çok değişeceğini sanmıyorum. Eğer bir değişiklik olursa size söylerim "Bunu anlamaya çalışın" diye. O zaman olacakları tekrar gözden geçiririz. Şimdiye kadar çoktan bıkmadıysanız tabi.


***

Daha da yokmuş ki bir şey. Şikayet etmeye meyilliyiz ya hep hani, başka bir şey yapmak, yeni düşünceler üretmek o kadar zor ki. Çözüm adamı olmak zor iş. Benim aklıma daha çok sorular geliyor şimdilik. O kadar çok soru soruyorum ki; biriktikçe birikiyorlar, bir kısmını unutuyorum, sonra yenileri geliyor. Aslına bakıldığında, "soru" ile "sorun" da birbirinden çok farklı şeyler, bu ikisini burada niye karıştırdığımı da anlamış değilim (yine de en sonunda bu karışıklığın farkına varabilmem içimde bir umut ışığı doğurmadı değil hani). Bir sorunu çözmek için çözüm bulmak, çözümü bulmak için ise doğru soruları sormak, soruların kesin olma zorunluluğu olmaksızın, en azından doğruya yakın cevabını almak ve bu cevapları bir daha sorgulayıp geçerliliğinden emin olmak lazım. Çok az insanın bu kadar vakti olur halbuki; hayat ilk çağlardan beri insanları alelade ama çabuk çözümler bulmaya itelemiştir. Örneğin bir ayıdan saklanması gereken insanoğlu için dört tarafı kapalı, dayanıklı bir sığınak elbette ki daha güvenlidir; ama insanoğlu harekete geçmesi gerektiğinde asla böyle bir çözüm yoluna gitmez, çünkü bu çözüm yolu çok uzun zaman alır, eğer ayı etraftayken o sığınağı inşa etmeye kalkarsa, adam o sığınağı inşa edene kadar ayının onu kapacağı kesin. Öte yandan, ayıyı atlatmak için ölü taklidi yapmak, ya da bir ağaca tırmanmak, ya da buna benzer başka bir şey; bunların hepsi çok kısa zamanda bulunup uygulanabilecek, ama güvenilirliği az ve geçici çözümlerdir. İşte bu ve bunun gibi pek çok şey, insanoğlunun dünya üzerindeki varlığının ilk zamanlarından bu yana içgüdülerinde ve düşünme sürecinde biyolojik ve psikolojik olarak yerini aldı. Binlerce yıldır insanoğlunda biriken bu "acil çözüm bulma" alışkanlığı beynimizdeki karar verme süreçlerine öyle kalıcı şekilde yerleşti ki, bugün hiçbir ani tehlike altında kalmadığımız ve çoğu zaman rahatça karar verip, kararımızı uzun dönemde uygulamaya sokabileceğimiz hallerde bile böyle yap(a)mayarak, ufak adımlarla kısa dönem çözümleri uygulamaya çalışıyoruz. Yani, insanın bir şeyin ona kısa vadede yarar sağlasa da uzun vadede zarar verebileceğini, ya da kısa vadede zarar verse de, uzun vadede büyük yarar sağlayacağını görmesi sürecin hemen başında meydana gelen bir şey değil, böyle davranmaya alışkın değiliz. Bunun hangisinin geçerli olacağını görmek için ise ciddi bir karar analizi gerekiyor. Olaya sistematik bir açıdan bakıldığında, bunun için çeşitli yöntemler mevcut; ben hepsini çok iyi bilmiyorum ama maliyet-kâr analizi (maliyeti kârdan fazlaysa yapma, değilse yap), SWOT analizi (güçlü yanların, zayıf yanların, fırsatların ve tehditlerin belirlenmesi), başabaş analizi (yaptığın şey belirli bir büyüklüğe -başabaş noktası- gelene kadar sana zarar getirir, belirli bir büyüklüğe eriştikten sonra fayda sağlamaya başlar) gibi pek çok şekli var ve inanılır gibi gelse de, gelmese de, bunlar sadece mühendislik dalında değil, belirli bir bakış açısıyla günlük hayatta da rahatlıkla kullanılabilecek ve sonuç verecek şeyler. Bunlara ek olarak, sistematik açıdan bakmadığımızı sandığımızda bile aslında süreç her ne kadar rastlantısal ilerliyor gibi gözükse de, bizim adımlarını teker teker göremediğimiz deterministik bir süreç mevcut onda da, yani bir karar verirken beynimiz yine birtakım verilerden yardım alıyor; ama biz bu verileri alıp da ne yaptığını bilmediğimiz için pek de sistematik gelmiyor bize. Zaten belki o verilerin ne olduğunu, onları beynimizde tam olarak hangi adımlarla, nasıl kullandığımızı ve çıktıların tam olarak ne anlama geldiğini bilseydik, bugün bilim büyük ihtimalle şimdikinden çok daha kolay olurdu. Bununla beraber tabi ki insanların yanlış kararlar verdiği, yani diğer bir deyişle karar verme sürecinden yanlış çıktı aldığı zamanlar da vardır; bunun sebebi en temel bakış açısıyla yanlış girdi veya yanlış işleme olabilir; ama yeteri kadar ölçüm yapıldığında bu hata payıyla ilgili olarak da istatistiksel boyutta bir çıkarım yapılabileceğini düşünüyorum. İşte hiç beklemediğim bir anda endüstri mühendisliğiyle sinirbilimin birleşebileceği noktalardan biri. Peki ben kendimi şu an nasıl hissediyorum? İşte böyle:


25 Ağustos 2012 Cumartesi

Aynı adam, aynı köpek

One Week filminden bir kare, sözler ise Alfred Lord Tennyson'ın Ulysses şiirinden bir parça
Toplumdaki kurallar, kuralların uygulanabilirliği, falan.

Kaldırımda sağdan gidilmesi gerektiği ilkokulda öğretilir. Oysaki Meclis'in kenarındaki yolda iç taraf daha düzensiz bir zemine sahip olduğu için, topuklu giymiş kadınların dıştaki düz yüzeyden yürümeleri daha mantıklı olabilir; böyle bir durumda siz yolun sağından yürüyorken karşınızdan sizle aynı hizada gelen, topuklu ayakkabı giymiş kadına kızmanız pek de doğru olmayabilir. Üstelik karşıdan gelen araçlar çoğu durumda yolun iç tarafından da takip edilebilir. Zaten cümle kuramıyorum.

Kurallara uyulmamasının sebebi onların durumlara göre içine düştüğü mantıksızlık çukuru olabilir mi o zaman?

Hız limiti, dümdüz yolda 70 km/sa olursa kimse uymuyor, ama 90 km/sa olursa bu durumun toplam sürücü havuzunun 70 ilâ 90 km/sa arası hızla giderek limitin içinde kalacak olan kısmının yarattığı etkinin dışında, kuralları artık en azından daha mantıklı bulduğu için onlara uyacak insanların da etkisiyle, kurallara uyan insan sayısının artacağını düşünüyorum. Aslında iyi bir set-up ile çok güzel bir psikoloji deneyi haline gelebilir bu. Belki denenmiştir daha önce, bilmiyorum. Henüz araştırmadım. Duyan, bilen varsa yorumla paylaşabilir.

Gereksiz konmuş veya dikkatlice konmamış kurallar da otoriteye inancı sarsar. Tabi eğer elinizde pek çok insanı etkileyen büyük güçler bulunduruyorsanız -ki bu düşük bir olasılık, ABC analizi gibi bir şey-, topluma ya da kişilere yarar sağlamayacak, daha da kötüsü zarar verecek bu kuralları her halükarda lehinize çevirebilecek gücü de getirir bu. İşte burada etik devreye girer, eğer oralarda bir yerlerde konuşuluyorsa tabi.

***

Ben şarkıları bulurum ama bazen de şarkılar beni bulur. Beatles eşlik etti yoluma; çok eskilerde gelişmiş ve ondan sonra da Ankara'nın durağan havasına kapılmış muhitlerden birinde ilerlerken Strawberry Fields Forever vardı kulağımda. Sonra düğün fotoğrafı çektiren gelin ve damatlar geçti; gelinler yüksek ve ince topuklu ayakkabıları ve yerlerde sürünen gelinlikleriyle yürüyemediler, damatlar ise çaresizce onları izledi, bir tanesi gelinin çiçeğini taşıdı. Evlilik hayatının küçük boy fotokopisi miydi bu?

***

Yazanlar Sokak'mış adı, ama onu öyle çağırmaya meyilli değilim pek. O kadar güzel bir sokak için fazlasıyla "alelade" bir isim. "Merdivenli yol" demiş biri, halbuki merdiven değil o bence, "basamak" denir belki. Etrafında demirlerle çevrilmiş, yeşillerin içinde binalar var, demirlerin karanlığı sokağa da yansıyor, ama nedense içimi boğmaktan çok, beni keyiflendiren bir havası var. Yukarı çıkarken sol tarafta Sırbistan-Karadağ Büyükelçiliği var, onun tabelasındaki kiril harflerini okudukça mutlu oluyorum. Biraz ileride sağda ise başka bir-iki bina bulunuyor, TSK'nın binası var bir tane ama çok dikkat etmedim açıkçası, seyredilecek çok değişik şeyler var o sokakta. En aşağısından her bakışımda onda beni ona çeken bir şeyler hakim. Sanırım renklerini, en güneşli havada bile taşıdığı o karanlık ve gizli saklı havayı, sonunda varıp etrafa baktığımda gördüklerimi seviyorum. Bugün güneşli bir havada geçtim o sokaktan, ama biliyorum ki gri basamaklara ve demirlerin ardından yükselen yeşil ağaçlara yakışacak hava bulutlu; kasvetli, belki yağmurlu, çünkü yerdeki taşların ıslak olması güzel olur. Tırmanırken biraz nefes nefese bırakır. Arada dönüp aşağıya bakabilirsiniz, en alttan yukarıya bakarkenki kadar güzel bir görüntü vardır. Önemli olan yolun sonunda ne olduğu değil, yolun kenarındakiler ve kendisi zaten. Yine de bu yolu yukarıdan aşağıya kat etmektense aşağıdan yukarıya doğru kat etmeyi tercih ederim; çünkü bu şekilde daha yavaş çıkabiliyorum ve yolun sonunda beni Paris Caddesi bekliyor oluyor. Fransız bir arkadaşım bir gün bana Paris'teki Rue d'Ankara'nın fotoğrafını yollamıştı, ben de bugün elçiliklerden, polislerden ve kamera yasaklarından uzak bir noktada cadde tabelasının fotoğrafını çekip ona gönderdim.



Paris Caddesi beni çekiyor; kısmen adı için, kısmen, çağrıştırdıkları için, kısmense etrafındakiler için. Kavaklıdere'yi seviyorum galiba; hele ki onu abartılı makyajlı yaşlı kadınların aristokrat havasından arındırıp, içine girebilirseniz çok güzel oluyor.