11 Eylül 2012 Salı

Her yaş için keyifli komedi

Bugün kendime yeni bir ajanda aldım. Okul bittiğinden beri ajanda kullanmıyordum; ama dün Ufuk'la sohbet ederken ajandanın insanın hayatımı nasıl düzenlediğini, tarih ve saatlerin, önemli günlerin ve hatırlanması gereken irili ufaklı şeylerin farkına varmamı sağladığını, zaman mevhumunu elde tutma konusunda bana ne kadar yardımcı olduğunu hatırladım. Bugün de kendimi dışarı atıp, D&R'da bulunca yeni ajandama kavuşmuş oldum.

İçini dolduracak fazla şeyim yok henüz, çünkü hayatımın büyük bir kısmı ajandanın barındıracağı bir boyutta plan gerektirmeyecek şekilde, belirsizliği tavan yapmış durumda ilerliyor. Ufak tefek eğlenceli şeyler yazdım şimdilik içine, mesela 21 Eylül'de Hobbit'in ilk basımının yıl dönümü şerefine bütün dünyada saat tam 11:00'de gerçekleştirilecek olan "Hobbit'in İkinci Kahvaltısı" etkinliğini yazdım. Onun dışında sevdiklerimin doğum günleri gibi tipik şeyleri ekledim. Ve ALES'in başvuru tarihi gibi daha genel şeyleri.

Üniversitede birinci sınıftan son sınıfa kadar gayet düzenli bir şekilde ajanda kullandım. Bu alışkanlığı kazanmamdaki en önemli sebep, okulda neresi olduğunu hatırlamadığım bir yerlerden bulduğum, Bilkent Üniversitesi'nin öğrenci ajandasının elime geçişi oldu. Önce sadece sınavları, ödevleri ve proje teslimlerini işaretledim, daha sonra bunlara ek olarak Operational Research Kulübü'nün toplantılarıyla doldu sayfalar. O zamanlar ajandalarım deli gibi dolardı. Bu çok güzel bir his. Mezun olduktan sonra ajanda kullanacak pek bir durumum olmadı. Yine de bugün o ajandayı satın alıp içini ufak tefek şeylerle doldurmaya başlayınca yeni bir başlangıç yapıyormuşum gibi hissettim. Okuldan kalma bir yönelim olsa gerek; Eylül ayı her ne kadar doğanın yavaş yavaş uykuya geçtiği bir ay olsa da, bana daha çok etrafın "cümbüşlük"ten arınıp şöyle bir silkelenişini, yeni bir şeylerin başlangıcını çağrıştırıyor. Yeni bir yaş, yeni bir dönem, doldurulacak bomboş bir ajanda... Eylül ayını sevmeyenleri hiç anlayamam. Temmuz'dan çok daha güzel olduğu açık mesela ("Bunu burada tartışmayacağız herhalde!"). İlkbahar aylarıyla sağlam bir kapışma olur.

***

Aman efendim, ne varmış yani şurada iki kelamda bulunacaksak? Bir şey olduğu da yok zaten, anca bir cümbüştür gelip gidiyor; bak, kelimeleri de tekrar tekrar kullanmaya başladım zaten. Hem, aklımdan geçenleri ve geçmeyenleri anlatmaya kalksam zaten batırmayacak mıyım? Büyük yazarlardan olup da, ne yazmak istediğimi onlar kadar iyi bilseydim ya şuracıkta. Ama çok büyük olasılıkla onlar benden daha kayıplar, çünkü her şey gibi bu da bataklık gibi kendi içine çekiyor insanı, çözüm bulmaya çalıştıkça daha fazla soru. O zaman cevapları sorgulasak? Yapmadığımız şey değil. O zaman bütün dişliler kendi kendilerine çalışadursunlar, biz de Modern Times'taki Charlie Chaplin gibi aralarından geçip duralım. Keşke o gülümseme bizde de olsa.

"Gülümse, umudunu kaybetme, başaracağız."

Charlie Chaplin olabilmek, dişlilerin arasında gülümseyebilmek demek midir o zaman? O yüzden mi bizim zamanımızda Charlie Chaplin gibi çok iyi bir aktör olmaktan öte insanlara umut veren, içlerini sevgiyle dolduran bir insan yoktur? Onun cesareti kimsede yok mu? Filmler sessizken daha çok mu konuşuyorlardı yoksa? Teknoloji bizi tembelleştirdi mi? Düşünmez, risk almaz mı olduk? Her şeyi bilgisayarlar yapınca yaratıcılığımız dibe mi vurdu? Yoksa kelimeler ağzımıza mı tıkıldı? Boğazımıza mı takıldı? Yoksa oraya bile hiç gelmedi mi? Soru işaretlerinin sonu yok, Charlie Chaplin'in takıldığı dişliler gibi dönüp dolaşıp aynı yerlere geliyoruz. Evet, belki de biz Charlie Chaplin değiliz, belki de biz onun takıldığı, İngiliz anahtarı ile sıkmaya çalıştığı dişlileriz. En nihayetinde, Charlie Chaplin ile dişliler de birbirinden ayrılmaz hale geldi. Üstelik her ikisi de bundan şikayetçi gözükmüyor. Fakat ikisinin şikayetçi gözükmemelerinin sebebi başka. Dişliler aslında şikayet de edemezler mesela; ama bu ufacık ayrıntıyı burada atlayalım. Zaten nasılsa bir şey anlatmaya çalışmıyorum. Şimdiye kadar hiçbir şey anlamadıysanız, bundan sonrasını anlamayı da beklemeyin, şimdilik çok değişeceğini sanmıyorum. Eğer bir değişiklik olursa size söylerim "Bunu anlamaya çalışın" diye. O zaman olacakları tekrar gözden geçiririz. Şimdiye kadar çoktan bıkmadıysanız tabi.


***

Daha da yokmuş ki bir şey. Şikayet etmeye meyilliyiz ya hep hani, başka bir şey yapmak, yeni düşünceler üretmek o kadar zor ki. Çözüm adamı olmak zor iş. Benim aklıma daha çok sorular geliyor şimdilik. O kadar çok soru soruyorum ki; biriktikçe birikiyorlar, bir kısmını unutuyorum, sonra yenileri geliyor. Aslına bakıldığında, "soru" ile "sorun" da birbirinden çok farklı şeyler, bu ikisini burada niye karıştırdığımı da anlamış değilim (yine de en sonunda bu karışıklığın farkına varabilmem içimde bir umut ışığı doğurmadı değil hani). Bir sorunu çözmek için çözüm bulmak, çözümü bulmak için ise doğru soruları sormak, soruların kesin olma zorunluluğu olmaksızın, en azından doğruya yakın cevabını almak ve bu cevapları bir daha sorgulayıp geçerliliğinden emin olmak lazım. Çok az insanın bu kadar vakti olur halbuki; hayat ilk çağlardan beri insanları alelade ama çabuk çözümler bulmaya itelemiştir. Örneğin bir ayıdan saklanması gereken insanoğlu için dört tarafı kapalı, dayanıklı bir sığınak elbette ki daha güvenlidir; ama insanoğlu harekete geçmesi gerektiğinde asla böyle bir çözüm yoluna gitmez, çünkü bu çözüm yolu çok uzun zaman alır, eğer ayı etraftayken o sığınağı inşa etmeye kalkarsa, adam o sığınağı inşa edene kadar ayının onu kapacağı kesin. Öte yandan, ayıyı atlatmak için ölü taklidi yapmak, ya da bir ağaca tırmanmak, ya da buna benzer başka bir şey; bunların hepsi çok kısa zamanda bulunup uygulanabilecek, ama güvenilirliği az ve geçici çözümlerdir. İşte bu ve bunun gibi pek çok şey, insanoğlunun dünya üzerindeki varlığının ilk zamanlarından bu yana içgüdülerinde ve düşünme sürecinde biyolojik ve psikolojik olarak yerini aldı. Binlerce yıldır insanoğlunda biriken bu "acil çözüm bulma" alışkanlığı beynimizdeki karar verme süreçlerine öyle kalıcı şekilde yerleşti ki, bugün hiçbir ani tehlike altında kalmadığımız ve çoğu zaman rahatça karar verip, kararımızı uzun dönemde uygulamaya sokabileceğimiz hallerde bile böyle yap(a)mayarak, ufak adımlarla kısa dönem çözümleri uygulamaya çalışıyoruz. Yani, insanın bir şeyin ona kısa vadede yarar sağlasa da uzun vadede zarar verebileceğini, ya da kısa vadede zarar verse de, uzun vadede büyük yarar sağlayacağını görmesi sürecin hemen başında meydana gelen bir şey değil, böyle davranmaya alışkın değiliz. Bunun hangisinin geçerli olacağını görmek için ise ciddi bir karar analizi gerekiyor. Olaya sistematik bir açıdan bakıldığında, bunun için çeşitli yöntemler mevcut; ben hepsini çok iyi bilmiyorum ama maliyet-kâr analizi (maliyeti kârdan fazlaysa yapma, değilse yap), SWOT analizi (güçlü yanların, zayıf yanların, fırsatların ve tehditlerin belirlenmesi), başabaş analizi (yaptığın şey belirli bir büyüklüğe -başabaş noktası- gelene kadar sana zarar getirir, belirli bir büyüklüğe eriştikten sonra fayda sağlamaya başlar) gibi pek çok şekli var ve inanılır gibi gelse de, gelmese de, bunlar sadece mühendislik dalında değil, belirli bir bakış açısıyla günlük hayatta da rahatlıkla kullanılabilecek ve sonuç verecek şeyler. Bunlara ek olarak, sistematik açıdan bakmadığımızı sandığımızda bile aslında süreç her ne kadar rastlantısal ilerliyor gibi gözükse de, bizim adımlarını teker teker göremediğimiz deterministik bir süreç mevcut onda da, yani bir karar verirken beynimiz yine birtakım verilerden yardım alıyor; ama biz bu verileri alıp da ne yaptığını bilmediğimiz için pek de sistematik gelmiyor bize. Zaten belki o verilerin ne olduğunu, onları beynimizde tam olarak hangi adımlarla, nasıl kullandığımızı ve çıktıların tam olarak ne anlama geldiğini bilseydik, bugün bilim büyük ihtimalle şimdikinden çok daha kolay olurdu. Bununla beraber tabi ki insanların yanlış kararlar verdiği, yani diğer bir deyişle karar verme sürecinden yanlış çıktı aldığı zamanlar da vardır; bunun sebebi en temel bakış açısıyla yanlış girdi veya yanlış işleme olabilir; ama yeteri kadar ölçüm yapıldığında bu hata payıyla ilgili olarak da istatistiksel boyutta bir çıkarım yapılabileceğini düşünüyorum. İşte hiç beklemediğim bir anda endüstri mühendisliğiyle sinirbilimin birleşebileceği noktalardan biri. Peki ben kendimi şu an nasıl hissediyorum? İşte böyle:


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder