14 Ağustos 2011 Pazar

gri, kocaman taşlar

Şekiller, renkler, kaldırımlar, taşlar, griler, tarihi eserler, köprüler... Bunların hiçbirinin tek başına anlamı yok. Hepsi, hatıralarla, henüz hatıra olmamış hafıza parçacıklarıyla, bana yaşattıkları duygularla beraber anlam kazanıyorlar.

O duygular ise, değişken. Duygular değiştikçe, o şekillere yüklediğim anlam değişiyor. İki gün önce yaşadığım kırgınlığı unutuyorum, yeniden kollarımı açıp; yüzümde affedici bir ifadeyle beklemeye koyuluyorum.

O şekillerin, yerlerin üzerindeki tüm o anıları, o duyguları overwrite edip duruyorum.

Beynin rewritable bir bellek depolama aracı olması güzel bir şey.

8 Ağustos 2011 Pazartesi

here comes the sun.

Basit insanların basit eylemlerine odaklanıp kendi kendimi yiyip bitirebilirdim şu an. Fakat ben tam tersini seçiyorum; kalpleri dopdolu insanları hatırlayıp, dünya üzerinde samimiyetini kaybetmemiş şeylerin hâla varlığını sürdürdüğünü hatırlatıyorum kendime. Ve yine başrolde aynı kişi var:

"Bazı insanlar vardır ki, canlı, ıslak çayırlar üzerindeki sisli, ama güneşle aydınlanmış, açık pembe-açık sarı-yavruağzı renkteki temiz, ferah öğleden sonra havası gibidirler."

"Pisliğe batmış bir sürü yer; ve bir sürü zihin kendi üzerine kilitler vurduğu dar, ışıksız zindanlarda çürümeye bırakmış kendi kendini" diyebilirdim; çok güzel söylenir, söylenirdim. Söylenmek için çok sağlam sebeplerim var. Yine de yapmıyorum bunu. Belki bana "Aptalsın sen" diyeceksiniz, ya da yarın öbür gün bu yazıyı okuduğumda ben kendime söyleyeceğim bunu; ama yine de odaklanabileceğim güzellikler var hayatımda. Güzel şarkılar var, güzel doğa fotoğrafları var; insanın hafızasına kazınan renkleriyle. En önemlisi de, insanı hayal kırıklığına uğratmayan o güzel, temiz "akıl"lar var. Bazılarının benim için önemli olduklarını bildikleri, ama bazılarının da ne kadar önemli olduklarının farkında oldukları şüpheli olan o güzel akıllar.

Ben o akıllar sayesinde gördüğüm bütün o pis, bulanık zihinlere rağmen gerçek sevginin, güvenin, aşkın, dostluğun bir yerlerde bir şekilde hâla var olduğuna inanıyorum. Bu durum, bana bütün o oyunların, sığ fikirlerin, temellerinde bu sığ fikirlerin olduğu sığ eylemlerin hepsini bir kenara bırakıp, sevilesi olanı "sevmeye inanabilmek" için güç veriyor. Hatta o kadar seviyorum ki, bunları yazarken bile midemde kelebekler uçuşuyor. İster inanın, ister inanmayın.

"Here comes the sun
Here comes the sun, and I say
It's alright"

(Bu blog Beatles - Here Comes the Sun eşliğinde geçirilmiş bir günün ardından, yine aynı şarkı eşliğinde yazılmıştır.)

26 Temmuz 2011 Salı

time and relative dimension in space.

Hiç belli olmaz, belki bir gün ona bilmeyi hak ettiği her şeyi, tüm o güzellikleri anlatırım. Nasıl da benzediğimizi.

TARDIS'i; onun nasıl "bigger on the inside than on the outside" olduğunu. Doktor'u, Rose'u.

Şimdilik sadece onu dinliyorum. Bir de yazının önce başıyla sonunu yazıp, o paragrafların arasını dolduruyorum. Paragraflar arasında dolanıyorum. Yeşiller, maviler, griler uçuşuyor kafamda.

25 Temmuz 2011 Pazartesi

başlık bile buldurtmuyor ki.

Hah, bir de gök gürlesin Temmuz ayının ortasında. Benim kafam yeteri kadar karışık değil ya... Ben zaaaaaten "Bir teeeeselli ver" modunda değilim ya... Odamın içine içine girsin o şimşeğin beyaz ışıkları gecenin bir vaktinde.

Bekliyorum, gözlüyorum öyle. İçimden film replikleri söylüyorum. Defalarca tekrarlıyorum, tekrarlıyorum. Hiç yabancı olmadığım o yerin ışıkları uzaklardan göz kırpıp duruyor o sırada. Ben bir kez daha tekrarlıyorum.

Bekliyorum, daha bir mutluyum bu sefer aslında. Yağmur taneleri dışarıda bir yerlere vuruyor gecenin karanlığında. Karşı apartmanın ışıkları biraz önce söndü.

"Breath... Keep breathing..." diyor şarkı.

Buraya kadar gelmişken bırakmak istemiyorum.

Kaybedecek hiçbir şey yok. Ve ben hiç de mutsuz ve umutsuz değilim.

21 Temmuz 2011 Perşembe

at a thousand feet per second.

I feel fine, because this time the dark light of the night backs me up.

Dün gece gibi bu gece de elektrikler kesildi, bu seferki çok daha kısa sürdü ama.

Bu sefer daha çabuk attım kendimi balkona, hem kesinti daha büyük bir alanı kapsadığı için daha da karanlıktı etraf. Yıldızlar şehrin üzerini kaplayan rutubete rağmen daha belirgindi.

Balkona çıktım, annemin rengarenk saksıları içindeki sandalyeye oturdum, ayaklarımı topladım. Kafamı gökyüzüne diktim.

Yıldızları gördüm. Onların bize uzaklıkları üzerine düşündüm. Uzaklıklar üzerine düşündüm. "Ne kadar uzaklar" dedim.

Tam orada evrenin kim bilir nerelerini dolaşmış bir meteor geldi, Dünya'nın çekim alanına girdi, yaklaştı, yaklaştı... Tam o sırada atmosfere girdi, bir anda parlak bir çizgi belirdi gökyüzünde, usul usul uzadı, uzadı, yandı. Aynı anda gözlerimi güldürebilecek kadar uzun bir süre parladı. Yandıkça atmosfere karıştı, Dünya'nın çekim gücüyle her bir taneciği onun parçası hâline geldi. Sonra o parlak çizgi göründüğü gibi yine kayboldu gözümün önünden. Gökyüzü yine eski karanlık, gizemli, ciğerlerimin sınırlarını genişleten hâline büründü.

Güzel bir yaz gecesi yine. Radiohead şarkıları ve derin düşünceler ile etkisinin artırılması gerekenlerden.

Demin eve dönerken gece 1'de Eskişehir Yolu'nda bağıra bağıra The Tourist'i söyleyerek geldim. Daha gitsem, daha da söylerdim. Söylerim belki bir gün. Yine söylerim.

20 Temmuz 2011 Çarşamba

fade out again.

Yakmıyorum bu sefer lambaları. İstesem de yakamam ki zaten, elektrikler gitti. İyi ki de gitti.

Dışarıda baya geniş bir alanda yumuşak, varla yok arası ay ışığından başka bir şey vurmuyor binaların yüzlerine. O pis, alakasız pembeleri, sarıları usulca saklıyor. Kuaförlerin, anahtarcıların gözümüzün içine içine işleyen o led tabelalarına elektrik gitmiyor. Her şey koyu renkli, siyahlara, lacivertlere, kopkoyu yeşillere bürünmüş. Aynen olması gerektiği gibi.

Gece karanlığını severim, her şey o kadar doğal, "gerçek" ve sonuç olarak da uyumlu olur ki... Sokak lambaları tarafından artık umutsuzca aydınlatılmaya çalışılmayan o dış cepheleri garip apartmanların karanlığa gömülmesi ile koca, saçma sapan bir mahallenin neredeyse insancıl hallere bürünmesi durumu var bir yandan. Diğer yandan da, kafamı kaldırıp baktığımda Jüpiter ile beraber tonlarca yıldızı görebiliyorum mesela. İnsanoğlunun neyse ki henüz dokunamadığı, bozamadığı yerlere.

Kendimizden ne kaldı ki elimizde? Yabani otları yolunmuş çimler mi? Karasal iklimin göbeğinde kafeslerine kapattığımız tropikal bölge kuşları mı? Ya biz? Bizim görünmez kafeslerimiz?

Bir Ay kaldı, bir de yıldızlar.

Elektrikler geldi. Uyku vakti.

18 Temmuz 2011 Pazartesi

you watch your feet for cracks in the pavement.

Bazen hayat sana önceden söylediklerini öyle güzel de yutturuyor ki. Ben bugün önceden kendime söylediklerimi bir kez daha yutuyorum. Önceden söylediklerimi bıraktım, gelecekte eğer koşullar elverirse yine söyleyeceklerimi de şimdiden yutuyorum. Hem de büyük bir mutlulukla.

Evet, açıkça görülüyor ki bir dengesizlik var ama hep pozitif taraflarda dolanıyoruz.

Ben mi abartıyorum, yoksa hayat karşımıza bir şekilde gerçekten de karşılaşmamız gereken insanları çıkarıyor mu bir şekilde? Yollarımızı bir şekilde bağlıyor mu?

Tatil dönüşü boşluğa düşmelerim yüzünden mi böyleyim, bilemedim ama çokça düşünme vaktim oluyor şu sıralar. Kaptırıyorum fonda Radiohead'i, zaten Doctor Who ile yaşıyorum bir yandan da... CNBC-e yayın akışı tadında bir "İngiliz istilâsı" var ki bende şu sıralar, sormayın gitsin.

Biraz daha Radiohead dinleyip uyuyorum ben o zaman. En temizi. Zaten rüyada Doctor Who izlemeye devam etmek banko bir olay.

4 Temmuz 2011 Pazartesi

how to disappear completely (ingiliz aksanıyla okunacak)

Yine gecenin bir vakti Radiohead - Sail to the Moon dinleyerek beynimin işitsel motor kısımlarıyla hafıza kısımları arasındaki o müthiş bağdan yararlanıyorum; kendimi serin bir yaz akşamında bir daha adımımı atmamın bile büyük ihtimalle mümkün olmayacağı o sakin, huzurlu, güzel kokulu yerin ortasında buluveriyorum.

Gökyüzü orada bir şeyler anlatmaya çalışıyor sanki, Thom Yorke'un ağzından.

Oysa ki o kadar güzel bir dünyada yaşıyoruz ki. Saklı kaldığımız sürece. Saklandığımız yerlerde. Saklanmak her zaman kötü değildir.

Pyramid Song'a geçiyorum. Sonra da belki the Tourist gelir. Bunlar benim gece şarkılarım. Bunlar "huzur" denen şeyin bir parçası. Hafızayla birleştiklerinde çok daha yakıcı.

Saat baya ilerlemiş. Dışarıda koca caddede tek tük geçen arabaların dışında hiçbir ses yok.

Biraz gökyüzüne bakabilsem keşke, kendimle kalsam, yıldızlarla konuşsam, sonra sussam, onları dinlesem... Thom Yorke'u dinlesem, sonra belki biraz Pearl Jam; Around the Bend olabilir mesela. Birkaç yıl önce kalabalık evdeki terasta kimseye çaktırmadan yaptığım müzikle terapi seanslarında olduğu gibi.

Biraz kendimi dinlemeye, kendimle konuşmaya ihtiyacım var belli ki. Şimdiye kadar hep daha çok insan tanımak için, insanları daha çok tanımak için uğraştım, bunu kendime "ödev" olarak gördüm. Biz, hepimizin çözmesi gereken bir şifre idik. Hâla da öyleyiz. Yine de buna arada ara vermek gerek; çünkü daha fazla insan tanımak onları daha çok gözlemlemek, daha çok dinlemek demektir. Bu da bir süre sonra insanın başını baya ağrıtır, kulaklarını çınlatır, tıpkı bir konserden sonra eve geldiğinizde olduğu gibi. İşte bu yüzden insan bazen sadece kendi iç sesini duymalıdır.

İnsan kendi sesinden kaçamaz.

Başkalarının sesinden kurtulabilir isterse; kulaklarını tıkar, kulaklarını tıkamak yetmezse "LALALALALALAAA, DUYMUYORUM Kİİİİ" diye bağırıp o başka sesleri arka plana atar.

Ama kendi sesinden kaçamaz.

Kulaklarını tıkasa da, ses tellerinden çıkan dalgalar kemiklerle, etlerle kulağa ulaşır. Bunu engelleyebilecek bir yol yoktur. İnsan kendi sesini duymalıdır.

Thom Yorke the Tourist'te bağırıyor;

"Hey man, slow down, slow down..."

1 Temmuz 2011 Cuma

hayat, sen planlar yaparken başına gelenlerdir.

Yazmaya çalışayım mı? Hadi çalışayım.

Dünyanın en mutsuz insanı değilim, çünkü dünyanın sonu değil. Fakat kocaman, baya büyük bir hayal kırıklığım var.

Bu "çok sevilen şeylerden/insanlardan kazık yemiş" hissi hiç de yabancı değil aslında, daha önce yaşamışlığım ve de başarıyla atlatmışlığım oldu. Yine de, ne kadar olgun davranmaya çalışırsam çalışayım her defasında bir ölçüde canımı sıkmayı başarıyor.


Kime kızacağımı da pek bilmiyorum. Kendime çok kızamıyorum en başta, zira elimden geleni baya baya yaptım. Birilerinin aldığı yanlış kararlarla beraber birtakım çevresel faktörler etkili oldu gibi gözüküyor, yine de çevresel faktörler için kime kızabilirsin ki? Evet, ben kızacak bir şey arıyorum çünkü bu şekilde, parçaları yerine oturtmadan kafam rahat etmiyor. Yine de yapılacak fazla bir şey yok, bir şekilde gümbürtüye gitti olaylar.


Dediğim gibi, dünyanın en mutsuz insanı değilim, ama işin sonunda beklentilerimin oldukça dışında bir tabloyla karşılaştım. Her zaman her şeyin olabileceğinin de her zaman farkındaydım; yine de yapabileceğime gerçekten inanıyordum (hala da inanıyorum) ve olasılıkların düşük olması bana bir umut vermişti hep. Belki de gözümde bu beklentiyi oluşturacak kadar fazla büyütmüşüm bazı şeyleri/insanları (hayır, kendimi bu "insanlar"a dahil etmiyorum çünkü kendimi büyük görmüyorum, göstermeye de çalışmıyorum).


Bir de en nihayetinde varılması gereken o karardaki trade-off'un (ödünleşim) öteki ucu var ki buradaki fırsat maliyetini ödemek zorunda kalmayacağım için de bir nevi mutluyum denebilir.


Gelgelelim, biz ne planlar yaparsak yapalım, nelerin hayalini kurarsak kuralım, ne yönde adımlar atarsak atalım; hayat nasılsa bizleri kendi kafasına göre bir yerlere sürüklüyor. Bunu şu an bir başkasına söylüyormuşcasına yazıyorum ve o duygusal tarafım bir başkasıymışcasına beni pek sallamıyor (amigdalam hala olması gerekenden daha baskın). Zaman içinde (prefrontal korteksim amigdalamı iyice baskılamaya başladığında) ciddi anlamda farkına varacağımı düşünüyorum. Biraz zamana ihtiyacım var yeniden enikonu düşünmeye başlamadan önce; keşke bu zaman aralığında abartılı duyguları susturabilecek bir mekanizma olsaydı.


Bundan sonra ne olacak bilmiyorum, hayata dair bir B planım var elbet, çalışacak mı onu da bilmiyorum. Artık işler eskisinden çok daha belirsiz, planlamacılar için belirsizlik iyi bir şey değildir. Hayat beni daha "tam-zamanında" hareket etmeye yönlendirirken, ben de artık zihnimin olduğu yerde çırpınmasını engelleyip o (büyük ihtimalle) sub-optimal yolu bulmak istiyorum.

22 Mayıs 2011 Pazar

gri ve yeşil tonları.

Ne olduğunu şimdi daha iyi biliyorum.

Sen yüzüme, aklıma gülen; bana çok güzelmiş gibi görünüp, aslında öyle olmayan şeylerin temsilisin. Peşinden koşmamam gerek. Ki zaten en sonunda koşmayacaktım da. Ama koşma meyili vardı işte, hem de düşük ihtimaller için gösterilmesi gereken büyük çabalar da vardı ve bunlarla boğuşması gereken de benim aklımdı. Prefrontal korteksim amigdalama yine "dur" diyecekti, demeye devam edecekti ama böyle ilginç olmayacaktı belki o zaman.

Büyük ihtimalle kendisinin ne olduğundan haberi bile yok. Olmasına da gerek yok zaten, çünkü o bir şeylerin temsili, ve sadece benim için böyle.

O yüzün altındakini görüyorum artık. Halk otobüsünde eve doğru yol alırken Yann Tiersen'in bir şarkısındaki sert keman notaları bir anda o yeni bağlantıyı açtı beynimde.

Görüntüler kaybolmaya başlıyor.

18 Mayıs 2011 Çarşamba

der groschen ist gefallen oder nicht?

Yok hacu, bazı anlarda gerçekten insanın beynine fazla kan gitmemeli, özellikle de duygularımızı düzenleyen amigdalaya, hatta daha da spesifik konuşmak gerekirse onun da beynimizin sağ yarısındaki kısmına kan akışı bildiğin yavaşlamalı.

Zaten bahar gelmiş, efendime söyliyim; kuşlar, böcekler, çoğu zaman yağan taze, mis gibi bahar yağmurunun arasında açan güneş, çimler, yeşil, falan filan; bir de üzerine gelen tatlı tesadüfler olunca, bünyeye giden fazla oksijen işleri iyice çığırından çıkarıyor.

Uzun zaman sonra ilk defa blog yazmaya yeltendim, uzun zaman sonra yine söylemek istediğim çok şey var; ve uzun zaman sonra yine asıl söylemek istediklerimle ilgili en ufak bir şey söyleyemiyorum çünkü sistemde çok fazla değişkenlik var.

Max FM dinledim bugün bölümün barbekü partisinden gelirken. Sanki beni biliyorlarmış gibi, öylesine uyan, öylesine güzel şarkılar çaldılar ki. Güneş henüz batmışken, yollara ve binalara düşen o loş gün bitimi ışığında farları yaktım, müziğin sesini açtım. Eskişehir yolunda her zamanki gibi trafik vardı. O kadar güzel geldi ki o an araba kullanmak, tüm o ışıklar, radyoda çalan şarkı; ve o an hayal gücüm birden öylesine "abarttı ki". O dümdüz yol boyunca öylece devam edesim geldi, daha önce hiç tek başıma geçmediğim yollardan geçmek istedim. Keşke birkaç saatliğine dünya dönmeyi bıraksa, hep o ışık o şekilde vursa bu garip, anlamak mümkün olmayan şehrin yollarına. Bir an için her şey dursa ve her şey sadece o kafamdaki gibi olsa. Hayat açık ve doğal renklere bürünse, güzel bir mavi olsa mesela, biraz beyazla karışsa. Belki biraz da griye çalan bej.

Belki o zaman Ankara'yı ne kadar iğrenç bir yer haline getirdiklerini bile unuturdum. Belkisi fazla, unuturdum. Önemsiz kalırdı.

Her ne kadar insan her zaman bir şeyler olmadan "yapabilecek" olsa da, o "bir şey"lerin olmasının ne kadar önemli olduğu ortadadır her zaman. Bunun için insan, daima istemek, aramak ve elde etmek için elinden gelenin en iyisini yapmak; bazen sabretmek, ama gerçek anlamda sabretmek; en önemlisi de inanmak zorundadır. İnanmak. Bir an bütün olasılıkları, istatistikleri, verileri, gerçekleri ya da gerçekmiş gibi gözükenleri bir yana bırakıp, tamamen "inanmak".

Düşünüyorum da, belki de bazı zamanlarda yanlış da olsa bir şeye inanmak, hiç inanmamaktan iyidir.




________________________________
Bugün radyoda çalan şarkılardan biri: Rascal Flatts - Why Wait

13 Nisan 2011 Çarşamba

country roads, take me home... to the place I belong. hadi bir el atıverin.


Bütün albümü buldum biraz önce, Hawaii'li sanatçı 1997 yılında hayatını kaybetmiş malesef ama, sıradan bütün şarkıları içime öylesine bir huzur veriyor ki şu anda ve benim en ufak bir huzur, doğallık vs kırıntısına bile o kadar ihtiyacım var ki.

Biraz ipucu hemen. Mezuniyet gününün ağır ağır yaklaşması, alınması gereken radikal kararlar, beni bu kararı artık almanın gerektiği düşüncesine sürükleyen ve beni bu karardan delicesine uzaklaştıran düşünce öbekleri... Algida'da konuştuğum yöneticinin bahsettiği "sacrifice"lar... En zoru da beklemek galiba.

Öylece durdum, bekliyorum.

20 Mart 2011 Pazar

i'm not hesitating to write about the spring anymore.

I think that I'm just starting to believe that my favorite season of the year is spring.

I remember that ever since my childhood, I've never favored any of seasons, I believed all of them had their particular function in universe and in the way we interpret our world; and you would live it the way it needed to be lived.

However... I just realized that I recently might be loving spring more than others.

Not only because the nature wakes upduring that time; but also because no matter how seperate I am from the nature, I feel that I mentally wake up, too. I feel that my perception of world just get to its peak point. In this time of the year, I feel things that I don't ever feel in other times. I feel differently. I see differently. I even BREATHE differently... and that seems fantastic to me.

My favorite clues about life always came to me in this season... in any forms, any unimaginable forms.

It's the time of the year where I can sense the most delicate, where I can see things in the clearest way. Like the clearest green while the big raindrops falling from the sky.

19 Mart 2011 Cumartesi

sometimes I get overcharged, that's when you see sparks.

I am aware that I've just stepped into the period of my life where my decisions will have long-term consequences. I feel weird when I think about this. I feel unstable. I feel that I'm just so much hungry for any information which would help me make better choices in this important period of my life.

I just look for the answers, just like all people, including the characters in my favorite TV series. However, it is not getting easier when you have other parameters coming as inputs to your system in every moment. That's possibly what makes me unstable. I don't even know being unstable is normal, or good, at all.

I've been recently addicted to an opening theme of a TV series. This theme song makes me feel completed. Makes me feel that things in the universe are neither so complicated, nor trivial. It's both so serious and mysteriously so relaxing inside. Because it's you... and your other versions, you know. "There is more than one of everything", as they say.

Maybe I'm confused just because I try to get all the best I can get from this year. I'm trying to do all the stuff I want to do. All of them. Well, most of them. Taking first-aid course, doing a senior project which aims to make a true improvement, learning German, French, Spanish, learning more about brain, trying to understand more about it everyday, trying to get some takeaways from each and every little thing in my daily life...

However, one day, recently, someone important to me forced my mind to just stop for a moment and take a look at myself. Somehow, although I wouldn't have thought that I would (or could) give it a try, I did it. Somehow, I was able to stop and ask myself some questions about what was really going on in my life... about why I was running around like a wild animal and about whether it was worth doing them, at all... and I had some results. I have just recently decided that trying to get the best out of something is good and I should continue doing this, but it seems that working so hard to achieve something needs some kind of auto-cooling system. I should actively and constantly try to cool myself down when I'm just about to explode in sparks... I should do that indeed. I wish somebody could help me remember this from time to time. However, it is a fact that...

"...it's just like that you're trapped over here. The only difference is... nobody's going to save you. Only you can save yourself. "

21 Şubat 2011 Pazartesi

comme un ordinateur assemblé...

Hayat, evren ve her şey gerçekten karışık bir düzen.

Aradığım her şey var aslında ama hiçbiri aradığım formda değil. Bir yerden mutlaka patlak veriyor.

Tabi ki bunda da şükranla karşılanacak bir şeyler var ama yine de bu kadar güzel şeylerin bu kadar uzak, bu kadar yakınlarının da bu kadar korkunç olmasına akıl sır erdiremiyorum.

Sanki bunların hepsi bir çarpım ifadesiymiş de, o çarpım bir k sabitine eşitmiş gibi:

k = p x d

where k is constant, p denotes perfection and d denotes the weighted total of physical and nonphysical distances between two objects.

Hah. Bunları da modellemeye çalışmaya başladım ya. Buralara bir yere bir paket kına lazım.

26 Ocak 2011 Çarşamba

Ders kayıtlarıyla ilgili ufak tefek notlar.

Efenim herkese merhaba. Bu yazıda öyle süper edebi(!) bir eserle karşınızda değilim.

Ders kayıtları döneminde herkesin sorduğu tipik sorular var. Onlara toptan bir cevap getireyim, elli defa aynı şeyi yazmıyım falan filan filan dedim. Bunun için de bu blogu yazmaya karar verdim. Ha bir de blogumun görüntülenme sayısı artsın diye tabi. dşlgfkdsşf

Neyse, gelelim asıl konumuza. Şu insana "nalet ossun" dedirten ders kayıtlarını daha az hasarla atlatmak için her sınıftan öğrenciye yönelik ufak tefek ipuçları geliyor şimdi:
  • Biliyorsunuz ki bizim STARS adı altında bir sistemimiz var; ders kayıtlarımızı, notlarımızı, devamsızlıklarımızı buradan takip ediyoruz. Beş dakikanızı ayırıp şu sistemi ıncık cıncık inceleyin, kurcalayın arkadaşım. Neresinde ne var iyi bilin. Yarın öbür gün bir şey lazım olduğunda "Hönk" diye kalmayın. Mesela, belli bir sayıda dersi aştığınızda (bizim bölüm -IE- için sınır 6) yani 7. ve 8. dersleri almanız gerektiğinde, bir dersi düşürmek (drop) ya da dersten çekilmek (withdraw) istediğinizde STARS'ta (SRS'de) ilgili bölümden ilgili formu çıkarmanız gerekiyor. Formu çıkardıktan sonra da, advisorınıza ve bölüm başkanımıza imzalatıp formu işletmeniz gerekiyor.
  • Ders kayıtları için herkesin bir registration appointment'ı var. Bunlar öğrencilere sınıf gözetilerek, rastgele bir şekilde atanıyor. Bu süre gelene kadar size yüklenen ders programı üzerinde değişiklik yapamıyorsunuz. Bu saatin gelişinden itibaren ders ekleme/çıkarma, section değiştirme gibi işlemleri yapabiliyorsunuz (yukarıda bahsettiğim türden formlar gibi ayrıntılar var ama onlara burda girmiyorum hiç). O dönemki ders kayıtlarındaki registration appointment'ınızı öğrenmek için; STARS-srs/Information/Registration Appointment.
  • Okulun sitesinde Öğrenci İşleri diye bir bölüm var. Notlarla, geçme kalmayla, ders yüküyle ve daha pek çok şeyle ilgili bilmeniz gerekenler orada yazıyor. Kulaktan dolma bilgiler yerine önce bir buraları karıştırın, buradan bulamazsanız da ya başka öğrencilere sorun (ama hiçbir zaman yetkili birinden alınacak cevap kadar kesin olamayacağını unutmayın), %100 emin olmak için de öğrenci işlerine mail falan atmayı deneyebilirsiniz.
  • Bazen alacağınız derslerin alacağınız sectiondaki kotası dolmuş olabiliyor (kabus gibi bir olay tabi ki!). Böyle bir durumda kota açtırmaya çalışmak gerekiyor. Dört senedir bu okuldayım, dört senedir bu kota açtırma işini bir akışa dökemedim ben, öyle diyim. "Soru sormaya nereden başlayacağız" derseniz, dersin bölüm sekreteriyle konuşmanızı, sonra o kime yönlendirirse artık; oradan devam etmenizi tavsiye ederim. Ha, bir süre sonra başladığınız yere dönerseniz hiç şaşırmayın ama. Bir de, her derse her zaman ekstra kota açılacak diye bir durum da yok malesef, insanların insafına ve durumun vahimliğine bağlı olarak değişiyor.
  • Ders açılacak mıymış, kotası kaçmış, dolmuş mu dolmamış mı, dersi hangi hoca veriyormuş, programı neymiş gibi sorulara STARS'ın şu bölümünden ulaşıyoruz. Bunlara bakarak kendinize program hazırlayabilirsiniz ders kayıtları başlamadan önce. Hatta şöyle de bir site var, ben de bugün öğrendim bunu (Son kayıt dönemimde öğrenmek de koymuyor değil hani!). Almak istediğiniz dersleri giriyorsunuz ve size bir program hazırlıyor, ona göre planlayabiliyorsunuz derslerinizi.
  • STARS'ın bir evaluation kısmı var ama bu kısmı normalde okul dışından göremiyoruz. Yine de demokraside çareler tükenmiyor, tabi ki! Hemen şu linkten kullanıcı adı vs alıp VPN bağlantımızı kuruyoruz, bilgisayarımız evden Bilkent'in ağına bağlanıyor. Böylece STARS'taki evaluation kısmına da evimizden rahat rahat bakabiliyoruz.
  • Hocalarla ilgili yorumlar için gidilebilecek birtakım adresler şöyle:
  • Endüstricilere gelsin (diğer mühendislik öğrencileri de üstlerine alınabilirler tabi) "Sosyal seçmeli ne alayım?": Valla ben psikoloji manyağı bir insan olarak PSYC102 (Introduction to Social Psychology) ve PSYC100 (Introduction to Psychology) aldım, ikisinden de çok memnun kaldım. Ama öyle "Beni çok uğraştırmasın, dersler de daha bir sohbet havasında geçsin" diyorsanız ilk sıraya PSYC102'yi koyun derim. Dersi kesinlikle tavsiye ederim; iyi bir hocaya denk gelirseniz çok şey öğreniyorsunuz; dahası bence insanların biraz empati kurmayı becerebilmesi için bu dersi alıp bir şeyler öğrenmesi lazım. Yine de dediğim gibi, dersin süperliği hocalarla ÇOK alakalı, ben ikisinde de iki süper hocaya denk geldim, çok şanslıydım.

Hadi benden şimdilik bu kadar. Aklıma geldikçe ufak tefek eklemeler yapabilirim. Sorularınız olursa da yorum kısmından sorabilirsiniz, elimden geldiği kadar cevaplarım. Ama sormadan önce yukarıda dediğim siteleri karıştırmayı unutmayın piliz. (:

Hepimize kolay gelsin!

22 Ocak 2011 Cumartesi

collusions of expectation and reality

It's not the first time; won't be the last, either.

When what you had in mind is different from what happens in reality... even when what most of the people expect to see is different from the reality... How do you feel now?

Do you swear? Do you stare your eyes to one point and think about thinking nothing? Do you punch something? Do you shout?

What I did was giving a big, big smile.

Does that mean I'm learning about life?

21 Ocak 2011 Cuma

Let's try to write some.

It was a long, long story; to begin. If only I could tell you about it all.

On a cold, snowy saturday night, he slightly turned the lock, before the door and dark hole of his apartment was wide open in front of him. He stamped his feet to the ground to get rid of the snow on his shoes. Later, he stepped inside. He knew where the switch was placed; in the dim light which was coming from the outside, he found it quite easily. He should have been in no hurry, but he could not help acting as if; because something inside was not letting him do the other way. What was that?

It had been two months since he started living in this city with grey buildings and small streets. People were everywhere in this city. Not only at their home, but also in cinemas, dark streets, enormous shopping malls, gay bars, old cafés, antic places... Each and every place in this city had some human-made marks on it. Some good, some bad.

Two months ago, when he heard from his boss that he had to move to this city, the first thought he had in mind was how to get rid of the old stuff in his house. Nothing else. No thought of friends, no thought of other people, no nothing. He felt nothing. He thought that he might sell them in a second hand store, or just give them away to someone who needs.

When he first came to this grey city, "Greyella", the first thing after getting the keys of his apartment was walking in the long street that crossed the one on which he was going to live. He thought that he could live in this city, because although it had some human-made marks, they were far from being annoying. The buildings were generally old, some of their exteriors had been crumbled way long ago. There were trees here and there, stuck between the old buildings, as it they had already admitted where they were.

However, time was doing its work here. It was changing everything. What's more, that was the best part of the city according to his first feelings.

15 Ocak 2011 Cumartesi

no lo sé.

House'un yeni bölümünün çıkmasına üç gün kaldı. Dayanabilirim, diyorum; iki aya yakın bir süredir bekliyorum, üç gün daha bekleyebilirim. House; aslında Teardrop, benim uzay-zaman tünellerimden biri; beynimde geçmişe ve başka boyutlara açılan kapıların anahtarı. Karpuzlu vivident sakız ile beraber.

Finaller Perşembe günü bitti; üstümden kalkan yük miktarı gözle görülür düzeyde.

Her gün tonlarca film seyrediyorum, yatmadan önce kitap okuyorum; gönlümce müzik dinliyorum; falan filan.

Yine de beni içten içe kemirip duran bir konu var; bilerek ve isteyerek topluluğa "uyum" sağlamadım ve aldığım bu kararın oldukça mantıklı sebepleri olduğunu bilsem de bir yanım acaba buna değer miydi diye sormadan edemiyor. Arada kaldım biraz biraz yani. Ha şu an zaten bunu değiştirmek için yapabileceğim bir şey de yok ama pişman olmam gerekiyor mu, gerekmiyor mu, onu bilmiyorum işte ve bu durum da konu aklıma gelince bir diken üstündelik yaratmıyor değil.

Öyle de basit bir konu ki aslında. Pek de önemli değil; ama nedense çok takıldım. Belki başka şeylerle ilgili ipuçları veriyordur diye. Büyük ihtimalle fazla kafaya takıyorum ve büyük ihtimalle mantıklı bir şey yaptım. Ama mantıklı şeyler yapmak her zaman iyi midir; bak onu ben de bilmiyorum.