30 Nisan 2012 Pazartesi

Dünyanın bütün kötü esprilerini diyorum...


"Dünyanın bütün kötü esprilerini diyorum,

Bütün kötü esprilerini getirin buraya..."
Uzun zamandan sonra tekrar el atasım geldi buraya, ama hayatımın gidişatıyla ilgili bir şeyler yazmak istemiyorum bu sefer. Sadece yazmak istiyorum. Geçen gün yaptığım gibi, zaten gözümüzün önünde olan ama kimilerinin görüp, kimilerinin sadece baktığı şeyler üzerinde yazmak istiyorum belki. Bilirsiniz, bahar, güzel havalar, açan çiçekler, ılık esen rüzgar, sadece tişörtle dışarı çıkabilmek gibi şeyler...

Kötü espri yapmanın bile ciddi anlamda işteş bir şekilde keyifli olabildiği yerler varmış, o kadar eğlendim ki aslında. Hani böyle biraz biraz özgürlük duygusu doldururken içimizi...

Anlamsız şeyler yazasım var. Hani bazen diyorum ya şifreli yazıyorum, benden başka kimse yazdıklarımı benim gibi anlamaz, ama kendince bir şeyler çıkarır ve bu onun için gayet güzel ve eğer işin üstesinden gelebilirse anlamlı ve süreç boyunca da bir o kadar keyifli bir şey olabilir. Fakat bu sefer öyle şifreli yazmak istiyorum ki, kendim bile anlamak istemiyorum. Ne şimdi, ne bu yazıyı yayınladıktan beş dakika sonra, ne de herhangi bir şifremi bana büyük ihtimalle unutturacak kadar uzun bir zaman aralığından sonra anlayabileceğim şifreler koymak istiyorum. O yüzden biraz karıştırıyorum. Parmaklarım tuşların üzerinde hızlı hızlı dolaşıyor, fazla düşünmüyorum. Kelimeler o kadar hızlı akıyor ki. Bazen yazım hataları yapıyorum, onları düzeltmek için zaman harcamam gerekip gerekmediğinden bile emin değilim. Bunun ne kadar hoş bir duygu olduğunu denemeden göremezsiniz. Fakat öteki yandan, denemek ve dediğim tadı alabilmek için için ciddi anlamda bir istek ve dürtü duymanız gerektiği de bir gerçek.

Tonlarca kötü espri yağdırdık bugün ikimiz, aslında gıcık olmuştum ona çünkü sorduğum soruya o kadar ısrar etmeme rağmen bir türlü cevap vermemişti ve iş işten geçtikten sonra bana verdiği cevap (yani merak ettiğim şey) o kadar basit ve içerik olarak o kadar boştu ki, "beynim bedava" olmuştu. Yine de her zaman beni toparlamasını bilmiştir, yine toparladı. Dünyanın bütün kötü esprilerini topladık, bir araya getirdik. Atasözü dağarcığımız eksik kaldı, internetten atasözü araştırdık.

Bir tane bile örnek vermedim, değil mi? Vermeli miyim bilmiyorum, bu kategorideki şeyleri açıktan açıktan paylaşmaya hala düşünceli yaklaşıyorum.

Bu taslak sayfasındaki Times New Roman yazı uzadıkça gözüme daha bir güzel gözüküyor. Uzun yazılar göze güzel gelir, ama bazılarını okumak için baya çaba gerekir. Benim yazılarım nasıl okunuyor bilmiyorum.

Dünyanın bütün kötü esprilerini topladık işte. Bazıları çok zorlama oldu ama bazıları hedefi 12'den vurdu. Bu arada aklıma geldi de, hedefi 12'den vurmak ne demek? Hangi 12 bu? Ve "Oha, bunu kesin yazmalıyım!" deyip sonradan unuttuğum onca şeye ne olacak? Onlar şimdi neredeler? Babam böyle pasta yapmayı nereden öğrendi?

"Düşüncelerimi çok hızlı mı harcıyorum acaba" diye düşünürken aslında fazladan hiçbir şey düşünmediğimi fark etmemle her şey daha da güzelleşiyor. Parmaklarımın tuşlarda ilerleyişi biraz yavaşladı ama bu işin tadı o kadar güzel ki, bırakasım yok.

Yani belki de insan öylesine otururken sadece aklından geçenleri böyle yazıya dökse, kim bilir neler çıkar. Hele ki bahar aylarında. Yeni çiçek açmış ağaçların altında.

Doğanın güzelliğini anlatan yazılar yazmayı boş olarak görüyordum kısa bir süre önceye kadar. Ne vardı ki, zaten bunu herkes biliyordu. Her şey herkesin gözleri önündeydi. Bunu görmemek için salak olmak gerekirdi. Göremeyen birine anlatmak da zaten saçma olurdu. Yine de şimdi okuduğum kitapta (bkz. Zen Kaçıkları - Jack Kerouac) yazanlardan sonra bu düşüncem biraz değişti gibi. Orada da sadece doğanın güzelliğini onu olduğu gibi betimleyerek anlatan uzak doğu şairleri var ve kitabın alıntıladığı ve kendi tarzında devam ettirdiği kadarıyla bu sandığım kadar gereksiz bir şey değil. Güzel şeylerin üzerinde durmak bir kayıp olmamalı.

Bunları bir yana bırakırsak, tabi bir de akşam yemeğinden biraz önce Facebook'ta ansızın, çat diye karşıma çıkan o fotoğraf var. Karar veremedim; eski anıların, eskide kalmış umutların tatlılığı mı var, yoksa şimdiki zamanın vurdumduymazlığı, uzaklaştırıcılığı mı; emin değilim. Fakat çok uzaklaşmışım. Birden o fotoğrafla biraz yakınlaştım ve gerçekten tuhaf hissettim. Bir yanımın hala o düşüncelere açlık duyuyor olduğu gerçeği hem içimde ılık bir his bırakıyor, hem de bir boşluk hissi veriyor. Fakat özledim galiba, hem orada, o uzay-zaman noktasında bıraktığım "o"nu özledim, hem onu sevmenin getirdiği net, basit hissi özledim. Salak modunda aşık olma hissi. Hiçbir şey düşünmeye gerek kalmadan, sadece salak sulak hayaller kurmak; hayallerle gerçekler arasındaki köprüler üzerinde hiç düşünmeden, sadece ama sadece hayal kurmak. Alternatif evrenlerde dolaşmak, olasılıkları, sabun köpüklerini görür gibi olmak... Gözlerin o beyaz gömleğin düğmelerinde takılı kalması falan... Ve her zamanki, gibi poz vermedeki sınırsız yeteneksizliği... O biçimsiz duruşundan şimdi nasıl olduğunu, nasıl konuştuğunu, nasıl göründüğünü, nasıl davrandığını çıkarmaya çalışmak... Yine hayaller kurmak, yine olasılıklar, bilinmezlikler, hatta bir de utanmadan, Schrödinger'in kedileri, çekiçleri, cam balonları...

Aslında kendi moralimin içine etmediğim zaman gayet de keyifliyim; sarılı, turunculu, mavili, beyazlı o dört kitap kapağı gibi bir ruhum var. Şu son bir seneyi hep böyle geçirebilseydim eminim şimdiye kadarki hayatımın en berbat yıllarından biri yerine en güzel yıllarından biri olabilirdi. Bak ya, güya hayatımın gidişatıyla ilgili konuşmayacaktım. Yine de silesim yok. Bu kadarla kalsın o zaman.

Yazının ortasındayken "Şöyle bir bakıyım" deyip yazıyı başından sonuna okuduktan sonra bütün ilhamımın kaçıp gittiğini daha önceki seferlerde keşfetmiştim. Bu yazının şimdiye kadarki kısımlarında da bu dürtüye olabildiği kadar engel olmaya çalıştım, ama artık gittikçe zorlanıyorum. Aslında her şey yeni olup bitmişse de o kadar hızlı gelişti ki bu yazı, başında ne yazdığımı çoktan unuttum ve son noktalama işaretini koyup da başa döndüğümde her şey benim için bir sürpriz olacak. Bunu söylerken bir anda Sultanahmet civarlarına gidip geldim nedense. Aslında sırf böyle aniden "sebepsiz gibi gözüken" yere aklıma gelen şeyleri sıralayıp üzerlerinde biraz saçmalasam bile okuması zevkli bir şeyler çıkabilir. Daha önce sözlerle anlatmıştım ona, aynı konsepti yine böyle tuşlara hızlı vuruşlarla yazmanın da zevkli olacağından eminim. Neyse, yazının başını dönüp okumaktan bahsediyordum. Bunun devamında anlatacağım bir şeyler vardı aslında ama araya Sultanahmet girince unuttum. Son paragrafı şöyle bir okuyup hatırlamaya çalıştıysam da olmadı.

Derken galiba bir kısmını hatırladım! Fakat o şeyle ilgili fikrim biraz önce değişti ve yazmamaya karar verdim.

Havanın kararmasıyla etraftaki renkler de yavaş yavaş kayboldu, bilgisayarın ışığı gözüme gözüme giriyor. Times New Roman'la dolu bu sayfanın dolu dolu görünmesi gözüme güzel geliyor. Bir yandan da yayınlamadan önce Trebuchet'a çevirmem gerektiğini düşünüyorum; çünkü yayınlandıktan sonra Times New Roman, burada durduğu kadar sade ve düzenli durmuyor. Hem Trebuchet ile daha kolay okuyabiliriz bence, çünkü daha sade.

Yazıyı başından itibaren okumak için iyice sabırsızlanıyorum artık. Sanki rengarenk olmuş gibi geliyor bana, sonucun hoşuma gitmesini bekliyorum. Hatta demin "Acaba hiç bakmadan, kontrol etmeden bu haliyle yayınlayıp ondan sonra mı okusam" diye de düşünmedim değil, ama ne yazdığımı bilmiyorum, her ne kadar anlatmak istemeyeceğim bir şeyi büyük ihtimalle anlatmamış da olsam, bazı yerlerinde ufak tefek yazım ve anlatım düzeltmeleri yapabilirim diye düşünüyorum. Onun için, önce okuyup sonra yayınlayacağım. Akşam ezanı okunuyor, ezan sesi dikkatimi dağıtır da okuduğumu tek seferde anlayamam, akıcılığı gider diye ezanın bitmesini bekliyorum. İşte bitti.

Gökyüzündeki bulutlar pembeli morlu şeritler oldu, ben de mavili, sarılı, turunculu, beyazlı gidiyorum bütün o "Zen Kaçıkları" ile beraber.

23 Nisan 2012 Pazartesi

It's all so simple; nothing is simple.

Yeni çiçek açmış mis kokulu bir erik ağacının altındaki banka oturuyorum. Kuşlar cıvıldıyor, tepemdeki dallarda bal arıları çiçeklerden nektar toplarken koca popoları çiçeğe sığmıyor ve taç yaprakları düşürüyor. Küçük beyaz taç yapraklar ılık bahar havasında döne döne, yavaşça yere doğru iniyor. Yeni kitaplar aldım, Beat kuşağı, Ayrıntı Yayınları ve canlı renkler temalı. Biraz fazla tuttu galiba ama hatırlattıkları, çağrıştırdıkları sebebiyle o willinness-to-pay'e sahibim, en azından şimdilik. Gölgede oturduğum için üzerimdeki ince ter tabakası hafiften üşütse de şikayetçi değilim. Çiçeklerden gelen bu kokuyu uzunca bir süre içime çekesim var.


Öyle ki, ilk defa not defterim yanımda, bir şeyler yazmaya gerçekten müsaitim. Albert Camus'nün Veba'sı var yanımda, aslında ilk planım onu okumaktı ama not defterimin yanımda olması olaya tuz biber ekti. Ne yazacağım hakkında en ufak bir fikrim bile yok. Sadece bugün Kızılay'da yürürken hatıraların aklıma getirdiği bir fikir üzerinde durabilirim sanıyorum.


Her şeye kurallar koymaya alışık bir toplum. Köpeklerin gezdirileceği, arabaların park edileceği yerler belli. Gece bir saatten sonra evde halay çekemezsiniz, ya da ne bileyim, aldığınız şeylerin parasını ödemelisiniz, ya da başka şeyler.

Bazı zamanlar çok daha saçmaları. Hayatın işleyişine dair birtakım paternler olmasını anlıyorum, gayet normal buluyorum, ama bu paternlerden biri de aslında her şeyin bir paterne uymadığı. Ya da bilemiyorum, belki de başka sebepleri vardır; belki paternleri yanlış anlıyoruzdur. Yüzyıllar önce Dünya'yı tepsi gibi hayal eden insanlar gibi mesela. Ya da hiç anlamıyoruzdur, ya da fazla basite indirgiyoruzdur.

Hayatta, toplumda, evrende bir şeylerin paterne uymasını beklemek saçma değil, ama her şeyin paterne uymasını beklemek saçma bence.

Anlayış dar.

Şimdi kitaba dönesim var.