kurallar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kurallar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Ağustos 2012 Cumartesi

Aynı adam, aynı köpek

One Week filminden bir kare, sözler ise Alfred Lord Tennyson'ın Ulysses şiirinden bir parça
Toplumdaki kurallar, kuralların uygulanabilirliği, falan.

Kaldırımda sağdan gidilmesi gerektiği ilkokulda öğretilir. Oysaki Meclis'in kenarındaki yolda iç taraf daha düzensiz bir zemine sahip olduğu için, topuklu giymiş kadınların dıştaki düz yüzeyden yürümeleri daha mantıklı olabilir; böyle bir durumda siz yolun sağından yürüyorken karşınızdan sizle aynı hizada gelen, topuklu ayakkabı giymiş kadına kızmanız pek de doğru olmayabilir. Üstelik karşıdan gelen araçlar çoğu durumda yolun iç tarafından da takip edilebilir. Zaten cümle kuramıyorum.

Kurallara uyulmamasının sebebi onların durumlara göre içine düştüğü mantıksızlık çukuru olabilir mi o zaman?

Hız limiti, dümdüz yolda 70 km/sa olursa kimse uymuyor, ama 90 km/sa olursa bu durumun toplam sürücü havuzunun 70 ilâ 90 km/sa arası hızla giderek limitin içinde kalacak olan kısmının yarattığı etkinin dışında, kuralları artık en azından daha mantıklı bulduğu için onlara uyacak insanların da etkisiyle, kurallara uyan insan sayısının artacağını düşünüyorum. Aslında iyi bir set-up ile çok güzel bir psikoloji deneyi haline gelebilir bu. Belki denenmiştir daha önce, bilmiyorum. Henüz araştırmadım. Duyan, bilen varsa yorumla paylaşabilir.

Gereksiz konmuş veya dikkatlice konmamış kurallar da otoriteye inancı sarsar. Tabi eğer elinizde pek çok insanı etkileyen büyük güçler bulunduruyorsanız -ki bu düşük bir olasılık, ABC analizi gibi bir şey-, topluma ya da kişilere yarar sağlamayacak, daha da kötüsü zarar verecek bu kuralları her halükarda lehinize çevirebilecek gücü de getirir bu. İşte burada etik devreye girer, eğer oralarda bir yerlerde konuşuluyorsa tabi.

***

Ben şarkıları bulurum ama bazen de şarkılar beni bulur. Beatles eşlik etti yoluma; çok eskilerde gelişmiş ve ondan sonra da Ankara'nın durağan havasına kapılmış muhitlerden birinde ilerlerken Strawberry Fields Forever vardı kulağımda. Sonra düğün fotoğrafı çektiren gelin ve damatlar geçti; gelinler yüksek ve ince topuklu ayakkabıları ve yerlerde sürünen gelinlikleriyle yürüyemediler, damatlar ise çaresizce onları izledi, bir tanesi gelinin çiçeğini taşıdı. Evlilik hayatının küçük boy fotokopisi miydi bu?

***

Yazanlar Sokak'mış adı, ama onu öyle çağırmaya meyilli değilim pek. O kadar güzel bir sokak için fazlasıyla "alelade" bir isim. "Merdivenli yol" demiş biri, halbuki merdiven değil o bence, "basamak" denir belki. Etrafında demirlerle çevrilmiş, yeşillerin içinde binalar var, demirlerin karanlığı sokağa da yansıyor, ama nedense içimi boğmaktan çok, beni keyiflendiren bir havası var. Yukarı çıkarken sol tarafta Sırbistan-Karadağ Büyükelçiliği var, onun tabelasındaki kiril harflerini okudukça mutlu oluyorum. Biraz ileride sağda ise başka bir-iki bina bulunuyor, TSK'nın binası var bir tane ama çok dikkat etmedim açıkçası, seyredilecek çok değişik şeyler var o sokakta. En aşağısından her bakışımda onda beni ona çeken bir şeyler hakim. Sanırım renklerini, en güneşli havada bile taşıdığı o karanlık ve gizli saklı havayı, sonunda varıp etrafa baktığımda gördüklerimi seviyorum. Bugün güneşli bir havada geçtim o sokaktan, ama biliyorum ki gri basamaklara ve demirlerin ardından yükselen yeşil ağaçlara yakışacak hava bulutlu; kasvetli, belki yağmurlu, çünkü yerdeki taşların ıslak olması güzel olur. Tırmanırken biraz nefes nefese bırakır. Arada dönüp aşağıya bakabilirsiniz, en alttan yukarıya bakarkenki kadar güzel bir görüntü vardır. Önemli olan yolun sonunda ne olduğu değil, yolun kenarındakiler ve kendisi zaten. Yine de bu yolu yukarıdan aşağıya kat etmektense aşağıdan yukarıya doğru kat etmeyi tercih ederim; çünkü bu şekilde daha yavaş çıkabiliyorum ve yolun sonunda beni Paris Caddesi bekliyor oluyor. Fransız bir arkadaşım bir gün bana Paris'teki Rue d'Ankara'nın fotoğrafını yollamıştı, ben de bugün elçiliklerden, polislerden ve kamera yasaklarından uzak bir noktada cadde tabelasının fotoğrafını çekip ona gönderdim.



Paris Caddesi beni çekiyor; kısmen adı için, kısmen, çağrıştırdıkları için, kısmense etrafındakiler için. Kavaklıdere'yi seviyorum galiba; hele ki onu abartılı makyajlı yaşlı kadınların aristokrat havasından arındırıp, içine girebilirseniz çok güzel oluyor.

31 Mayıs 2012 Perşembe

Kızılay dönüşü çıkınının getirdikleri

Kuralları koca koca tabelalara yazmadan algılayamayan bir insanlar topluluğu mevcut; çünkü eğer o kurallar o kocaman tabelalara yazılmazsa, veliler topluluk içinde çocuklarına sahip çıkmaları gerektiğini tahmin edemezler, düşünemezler. Onun için, "çocuklarımızın havuz başına bisiklet, kay-kay, paten ve topla girmelerine izin vermeyelim".

Yarın sabahın köründe yine İstanbul yollarına düşüyorum. Bu sefer fazla zaman geçirmeden, hemen eve dönmeye karar verdim, Boğaz'ı bile göremeden, sabah gidip akşam döneceğim. Biraz yorucu olacak mutlaka ama, hemen eve dönme düşüncesi hoşuma gidiyor. Yorucu yolculuk içinse yanıma bir sezon Friends aldım (Hele o USB bir çalışmasın, ya da hele bir USB olmasın o otobüste, bakın görün, n'apıyorum ben o otobüse). Ruh halime göre biraz kitap da okuyabilmeyi umut ediyorum.

Sosyal bilimlerin günümüzdeki en önemli eksiklerinden biri, sayısal bilimlerin aksine, olması gereken şeyi net ve kesin olarak belirtememesi ve çözümden çok, mevcut şartlara odaklanması. Sosyal bilimler alanında yapılan en temel şey, mevcut olan neyse onu anlamaya çalışmaktır, ama kimse aslında olması gerekenin ne olduğunu ve o noktaya nasıl gelinmesi gerektiğini söylemez (en azından ben aldığım psikolojiye giriş, sosyal psikolojiye giriş, dünya politikasına giriş gibi derslerde neredeyse hiç görmedim). Mesela, sosyal psikoloji eğitimi agresifliğin tanımını yapar, örneklerini verir, doğuştan gelen değil, öğrenilen bir davranış olduğunu söyler; ama agresif davranışları nasıl ortadan kaldıracağımız ya da en azından nasıl azaltacağımız üzerinde fazla da bir şey söyle(ye)mez. Aynı şey önyargı gibi başka pek çok konu için de geçerli.

Fakat, sayısal bilimler böyle değildir; örneğin kimya ideal gaz yasasının tanımını yapar, formülünü verir; en liseli ergen haliyle bu formül P.V = n.R.T'dir der. Bu formül elinizin altındayken, gazın basıncı gerektiğinden fazla yüksekse ve siz o basıncı düşürmek istiyorsanız; mol sayısını veya sıcaklığı artırmak, veya hacmi düşürmek gerektiğini bilirsiniz; bütün bunları yapmak içinse uygulayabileceğiniz birtakım bilindik prosedürler vardır.

Peki, sosyal bilimlerde neden bu çözüme yönelik soruların cevapları verilmemektedir? Cevaplar bütüne yansıtılmak için fazla mı objektiftir? Akademisyenler cevapları bulamamakta mıdır, bulmaya yanaşmamakta mıdır, ya da bulup da söyleyecek kadar emin değil midirler? Ya da başka bir şey mi?

İş yaşamında sosyal bilimlerden neden sayısal bilimler kadar yararlanamadığımız sorusunun cevabı, aslında burada yatıyor bence. Sosyal bilimler henüz yeteri kadar çözüm odaklı değil; bu yüzden bugün bu bölümlerin mezunlarının çok önemli bir kısmı ya akademik hayata devam ederek eğitimlerini tam anlamıyla kullanıyorlar, ya da kendi branşlarıyla çok uzaktan da olsa bir şekilde alakalı olabilecek işlerde tutunmaya çalışıp, geçimlerini sağlamak için uğraşıyorlar. Bu uzaktan ilişki yüzünden de, aslında çok uygun sayılmayabilecekleri ve asıl ilgi ve yeteneklerine yönelik olmayan yerlerde iş yapıp, o işe yönelik eğitim almış, ya da o işte gerçekten bir fark yaratabilecek insanlar tarafından yapılabilecek işleri daha verimsiz bir şekilde yürütüyorlar ve bunların performans düşüklüğünde önemli etkileri oluyor.

Sosyal bilimciler sosyal bilimlerin bu sorununun ne kadar farkındalar ya da bunu çözme konusunda ne kadar istekliler bilmiyorum, ama bu sorunun üzerine gidildiği taktirde sosyal bilimlerin iş yaşamında ve toplumsal yaşamda çok daha önemli bir yere sahip olacağını düşünüyorum.

23 Nisan 2012 Pazartesi

It's all so simple; nothing is simple.

Yeni çiçek açmış mis kokulu bir erik ağacının altındaki banka oturuyorum. Kuşlar cıvıldıyor, tepemdeki dallarda bal arıları çiçeklerden nektar toplarken koca popoları çiçeğe sığmıyor ve taç yaprakları düşürüyor. Küçük beyaz taç yapraklar ılık bahar havasında döne döne, yavaşça yere doğru iniyor. Yeni kitaplar aldım, Beat kuşağı, Ayrıntı Yayınları ve canlı renkler temalı. Biraz fazla tuttu galiba ama hatırlattıkları, çağrıştırdıkları sebebiyle o willinness-to-pay'e sahibim, en azından şimdilik. Gölgede oturduğum için üzerimdeki ince ter tabakası hafiften üşütse de şikayetçi değilim. Çiçeklerden gelen bu kokuyu uzunca bir süre içime çekesim var.


Öyle ki, ilk defa not defterim yanımda, bir şeyler yazmaya gerçekten müsaitim. Albert Camus'nün Veba'sı var yanımda, aslında ilk planım onu okumaktı ama not defterimin yanımda olması olaya tuz biber ekti. Ne yazacağım hakkında en ufak bir fikrim bile yok. Sadece bugün Kızılay'da yürürken hatıraların aklıma getirdiği bir fikir üzerinde durabilirim sanıyorum.


Her şeye kurallar koymaya alışık bir toplum. Köpeklerin gezdirileceği, arabaların park edileceği yerler belli. Gece bir saatten sonra evde halay çekemezsiniz, ya da ne bileyim, aldığınız şeylerin parasını ödemelisiniz, ya da başka şeyler.

Bazı zamanlar çok daha saçmaları. Hayatın işleyişine dair birtakım paternler olmasını anlıyorum, gayet normal buluyorum, ama bu paternlerden biri de aslında her şeyin bir paterne uymadığı. Ya da bilemiyorum, belki de başka sebepleri vardır; belki paternleri yanlış anlıyoruzdur. Yüzyıllar önce Dünya'yı tepsi gibi hayal eden insanlar gibi mesela. Ya da hiç anlamıyoruzdur, ya da fazla basite indirgiyoruzdur.

Hayatta, toplumda, evrende bir şeylerin paterne uymasını beklemek saçma değil, ama her şeyin paterne uymasını beklemek saçma bence.

Anlayış dar.

Şimdi kitaba dönesim var.