3 Nisan 2013 Çarşamba

Bu sefer kahverengi, ama biraz yeşil gibi de.

İnsanlardan biraz akıllı ve özenli olmalarına yönelik beklentilerim asla son bulmuyor, ama bu beklentilerin son bulmasının da hiçbir önemi yok aslında. Önemsizim, önemsizsin, önemliler. Çünkü aslında hepimiz bir şekilde birbirimize benziyoruz, hepimizin yeri doldurulabilir ve diyeceğim o şey neyse onu şimdiden unuttum. Klavyede çok hızlı yazabildiğimi söylüyorlar, ama belli ki yeteri kadar hızlı değilim. Belki hafızam yeteri kadar kuvvetli değil. Belki de olanların ikisiyle de alakası yok, belki sadece kafam fazlasıyla dolu ya da burnum fazlasıyla akıyor. Olasılıklarda kaybolmuyorum, olasılıklar bende kayboluyor. Olasılıklar kayboldukça bazı şeylerin kesinleşmesi gerekmez mi? Hani şu yağmur sırasında camın üzerinde duran ve çekim kuvvetiyle bir süre sonra birleşip, bir anda arkasında bir çizgi bırakarak kaymaya başlayan su damlaları vardır ya, onlar gibi bir şeyden bahsediyorum. Ben aslında benzetme yapmayı bu kadar sevmiyorum; hiçbir zaman ağdalı benzetmeler kullanmayı sevmedim, bu yüzden belki yaptığım benzetmeler de hiçbir şeye benzemiyordur. Yine de istemsiz olarak benzemem garibime gidiyor. Sadece iki paragraf yazı okudum. Bilmiyorum, tanımıyorum. Görebildiğim tek şey otuz iki adet dişin önde kalan kısımları. Alakam bile olmadı. Neden bu kadar benziyorum? Benzemek hoş mu? Bilmiyorum. Bu kadar basit sorular sormak da canımı sıkıyor. Cevaplamaya bile değmez. Aslında uzun zamandır yazmak istiyorum. Beni yazmaya iten şeyin bu olmasına inanamıyorum. Bugün televizyonda gördüğüm o sevdiğim yazar aklıma geliyor. Sevdiğim yazarların delici bakışları var. Hayır, bu o mavi gözlü adam değil. Fakat benim gözümde ona çok benziyor. Zaten onun kitaplarına önsöz yazmışlığı da var. Niye isim kullanmaktan özenle kaçıyorum? Bilmiyorum. Önemli değil. Şu anda durmam, duramam. Belki de durmalıyım, bilmiyorum. Filmdeki o kadının saçlarına benziyor saçlarım şu an. Biraz fırça gibiler. Sonradan düzelip kafama yapışacağını sanıyorum. Unuttuğum şeyi hala hatırlayamadım. Hatırlamaya çalışmıyorum çünkü, galiba onu çoktan geçmişte bıraktım. Zamanın akışında yeni cümlelere ihtiyacım var, bunları daha iyi yapabilmek için de, daha önce kullanmadığım kelimelere. "Muşmula" derken kastettiğim de biraz böyle bir şeydi işte. Eskiden beri peşine düştüğüm o "ben"in hala içimde bir yerlerde durup durmadığını merak ediyorum. Belirtiler hala orada olduğunu gösteriyor; çünkü her ne kadar uyum sağlasam da, içimde başkaldıran, bana "Burada ne arıyorum" diye sorduran bir şeyler sezinleyebiliyorum. Sonra her şey devam ediyor, çünkü onu duymazlıktan geliyorum. Çünkü sorusunu duyduğum ve ne yapmak istediğimi bildiğim halde, oraya nasıl gideceğimi bilemiyorum. Günümüz gençliğinin sorunu bu değil halbuki. Etrafımda pek çok arkadaşım ne istediğini bile bilmiyor. Eskiden bunu diyen insanlara biraz da inanamadan yaklaşırdım. Zaman geçtikçe onları daha iyi anlıyorum. Anlıyorum, çünkü benim ne istediğimi bilmem de pek bir şey değiştirmiyor aslında. Olaylar zincirinin hangi parçasında takıldığımız çok da önemli değil, herhangi birinde takılınca takılmış oluyor insan. Yine de çok da olumsuz değilim, üstüne üstlük üzerimde benim için inanılması güç bir pervasızlık, bir vurdumduymazlık var. Ketum olduğumu söylüyorlar. Haklılar.

İnsan her gün aynı şeyleri yaşayınca farklı farklı konular üzerinde düşünmesi zorlaşıyor. Her gün bir diğerinin kopyası şekline bürünüyor; insanın sevdiği alışkanlıklar bile her gün yapıla yapıla normale dönüşüp tatsızlaşıyor. Durağan olmamalı insan, hareket ederken bile durağan olmamalı. Her gün hareket beklemek kadar saçma bir durağanlık yok. Fakat ben zaten böyle bir insan değilim. Ben gerçek durağanlıktan nasibini alanlardanım. Farklılık için deli danalar gibi koşturmuyorum (vurdumduymazlığımdan bahsetmiştim), bazen farklılıklar beni buluyor, bazen ben onları buluyorum; çoğu zaman oldukça durağanız. Durağanlıkta durağan. Beklentilerde durağan. Trafikte durağan. İşte durağan. Bunu bile hissetmiyorum.