29 Mart 2010 Pazartesi

bir mühendisin klavyesinden hayat.

Benim hayatım normal çan eğrisinin iki ucuna fazla yaklaşmadan, ortalarda gezinir. Uç noktalarda dolaşmaktan korumaya çalışırım kendimi.

Fazla dağıtmamaya çalışırım. Fazlaca kesin yargı sahibi olmamaya çalışırım.

Hırslı biri değilim, hiç olmadım. Hırslar insanı ve çevresindekileri yaralıyor, hem de fark etmeden. Hırslı insanların yanında olmak da istemiyorum artık. Onları hayatımdan çıkarmak istiyorum. Kendileri istedikleri eziyetleri yapabilirler kendilerine. Keskin sirke küpüne zarar derler ya hani, küpüne de, her yere de zararı var. Bana olsun istemiyorum.

Önceleri başkalarını alttan almak için çok tahammüllü bir insandım. Şimdi bunu giderek kaybettiğimi hissediyorum. Bir yandan da bunun olması gerektiğini biliyorum, insan her zaman başkalarına karşı süper davranamaz. Bazen de onun alttan alınması gerekir.

Ayrıntılara dikkat edeceğim diye kafamı bir yığın çöple doldurmuşum gibi geliyor şu sıralar. Biraz daha basitlerde gezmem gerekiyor.

Korkmadan, fazla ayrıntılı düşünmeden adım atmak ve sonunda mavi gökyüzü ve yeşil çimler kadar başarılı olmak istiyorum.

Çünkü ayrıntılı adım attığın zaman da kaybolmak, büyük resimden ayrılmak da çok kolay oluyor.

İçimde hala sevgi var, ama o sevginin monotonluktan çıkması için bazı değişiklikler gerek.

A Beautiful Mind (Akıl Oyunları) filminde Alice'in dediği gibi: "I need to believe, that something extraordinary is possible. "

20 Mart 2010 Cumartesi

değişim.

Demin Facebook profilimde paylaştığım şeylerle şöyle bir geçmişe gittim, "iki buçuk ay öncesi"ne falan.

Facebook'u bazıları çok kötülüyor; ama bazen o kadar da işe yarıyor ki.

Kendi kendimin 2.5 ay içindeki değişimimi, hatta onu da bıraktım; 3 gün içindeki değişimimi; hadi değişimi de bıraktım; daha başka pek çok şeyi bana o kadar net gösteriyor ki.

Şöyle bir gerilere gittim sayfada, paylaştıklarımda. Şarkılarda, durumlarda, fotoğraflarda... İki buçuk ay kadar. Ve şimdi, kendi kafamdakilerle paylaştıklarımı birleştirdiğimde, bir günde değişen hayatımın 2.5 aydır nasıl da toparlanıyor ve daha da anlam kazanıyor olduğunu görüyorum.

Gerçekten de, hiçbirimiz aynı kalmıyoruz.

Hem çok güçsüzüz, ama aynı zamanda çok da güçlüyüz. Hem fiziksel olarak, hem de zihinsel olarak.

Allah'ın bize verdiği vücut öylesine güzel bir mekanizma ki... Beni kendisine hayran bırakıyor.

Milyonlarca hücrede çalışan organeller, onların ürettikleri, kopyalananlar, ayrılanlar, birleşenler... O kadar güzel programlanmışlar ki, dış etkenlere karşı yapmaları gereken şeyi "en başından beri" biliyorlardı. Ve yaptılar da. O gözle görülmez, "mikroskop altı" hücreler; hasar gören yeri yeniden sabırla ördüler.

Yaradılışımızda kendi kendimizi tamir edebilmek var.

10 Mart 2010 Çarşamba

1 Mart 2010 Pazartesi

takılmalar. riiiivaynd.

Bir şarkıyı dinlediğim anda geçmişte o şarkıya takıldığım belirli zamana gidiyorum.

Hayır, gerçekten gidiyorum; o ana dönüyorum, yine o zamanki gibi hissediyorum. Baharsa eğer baharmış gibi hissediyorum, üstüme fermuarlı mavi sweatshirt'ümü giymişsem ve ayaklarımda beyaz converse'ler varsa yine onları giyiyorum, ve MATH112 dersini aldığımız FC binasının önlerinde geziniyorum. Yanımda o zaman yanımda olan arkadaşlarım var, elimde o matematik defterini tutuyorum... O sınavlara çalışmam gerek... Yine aynı şeyle boğuşuyorum... Bir de koku var ama onu anlatamayacağım sanırsam şimdi. Temiz bir koku, taze bir şey, güneşli, canlı. Gelişmeye, güzelleşmeye açık şeylerin habercisi.

Bütün ayrıntılar böyle böyle, anlar halinde, bir an içinde gelip gidiyor. Sonra şarkı yine eski bildik "şarkı" oluyor.

İstediğim zaman da yeniden çağırabiliyorum bu şeyler her neyse. Bunu dedim ya, yine geldi mesela.

Örnek de veriyim bir iki tane, madem.

  • Üçnoktabir - Dediler Ki: Demin anlattığım buydu işte, üniversitenin ilk yılının baharı, FC binası, matematik dersleri, serin esen temiz kokulu rüzgâr, güzel şeylerin habercisi şeyler.
  • Tony Gatlif - Naci en Alamo (Vengo Soundtrack), Cake - Short Skirt, Long Jacket: Vengo'yu hayatımda seyretmedim, bir arkadaşım yollamıştı şarkıyı geçen yaz. Staj yapıyordum o sıralar Doğadan'da. Akşamüstü saat 5'te hava hafiften hafiften kızıllaşmaya başlamışken servise binip çayırların çimenlerin içinden eve doğru yol aldığım zamanlarda bu şarkı oluyordu kulağımda hep. İçli de bir şey ya. Öyle kazındı kaldı işte. Stajda gün içinde bile kafamın içinde bu şarkı dönüp duruyordu bazı zamanlarda. Short Skirt, Long Jacket de keza öyle; konsept bakımından beni iş hayatı konusunda baya gaza getirmişti o zamanlar.
  • Sakin - Hayat albümünün çoğu; özellikle Denek Hayatım, Edepsiz Komedya ve Kırmızı Oda şarkıları: Ne zaman Sıhhiye'deki servis durağının yanından geçen rayları görsem veya o sırada oradan geçen bir trenin sesini duysam direk bu albüm geliyor aklıma; açıp dinlemediğim sürece kendimi tamamlanmış hissetmiyorum.
  • Eddie Vedder - Into the Wild Soundtrack albümü: İki sene önceki Çeşme tatilim. Akşam yemeğinden sonra terasa çıkıp yıldızları seyretme ve düşünme seansları.
  • Alice in Chains - Down in a Hole, Rain When I Die, Nutshell, Rotten Apple, Man in the Box ve daha tonlarcası: Lisede ve üniversitenin ilk yılında çılgınlar gibi dinliyordum bu grubu. O yüzden genelde kendimi ya otobüslerde uyurken, ya da sınıfın en arka ortasındaki sırada test çözerken buluyorum. Karlı, kömür kokulu, ıslak, soğuk bir hava var. Kendi içinde melankolik, hatta biraz da depresif ama kötü değil. İhtiyaç olacak kadar.

Acaba müzik dinleye dinleye kafayı yiyor olabilir miyim?

ıslak toprak kokusu.

Bir önceki kaydı yazdığım dakikalarda biliyordum.

Bilinçli bir bilme hali değildi ama havada iyi bir şeyler olduğu bilinçaltımda yatıyordu. Orada biliyordum. Nitekim güzel şeyler oldu.

Yine Debussy'nin Clair de Lune'ünü dinliyorum, yine aynı ıslak toprak kokusu burnumda.

Bir an için plân yapmaktan vazgeçmeyi gerçekten istiyorum, sadece bodoslama dalış yapmak. Bu gerçekten harika olurdu. Hayatın bilinmezliğine ve insan isteyince o kişiye yol açmasına bir kere daha güvenmek istiyorum.

Şimdi yeniden derin bir nefes alıyoruz ve notaların beynimizin içinde yağmur tanesi gibi düşmesine izin veriyoruz.

Bu aralar kafayı yağmurla nasıl da bozdum, değil mi...

Belki de huzurlu yağan bir yağmuru ya da yağan yağmuru bir yere yetişme kaygısı gütmeden huzurla seyretmeyi özlediğimdendir.

Düm Pınar'la Bilkent'te squash'tan dönerken spor salonundan servis duraklarına doğru yürüyorduk. Harika bir hava vardı; asfalt, yağmur suyuna çarpan güneş ışığıyla parlıyordu, bir yandan sessizlik ve tanelerin sesini duyabilmek... Yolun kenarından akan yağmur suyunun berraklığı bile dikkatimi çekti orada. Arada böyle güzellikler oluyor işte. Bilkent'in en sevdiğim yanlarından biri bu sanırım, haftasonları oldukça huzurlu ve çekilebilir bir yer olabiliyor.

Yolun kenarındaki o berrak su gibi sessizce ama içten içe hareketli bir şekilde akmak istesem...

Akarım.

İstiyorum o zaman.