22 Temmuz 2012 Pazar

Yüzsüzce ne olduğunu hala bilmediğim...

Bilmediğim şeydi sanki. En sonunda yeşil çimenler sararacak, yağmurla beraber toprağın üstünde biriken suların içinde çürüyüp toprağa karışacaklardı. Suyun fazla geleceğini, çimenleri çürüteceğini, çürüyen çimenlerin en sonunda ben adım atarken botlarımın tabanındaki girinti çıkıntılara yapışan çamura karışacaklarını biliyordum. Gri bulutların altında rüzgar, insanın yanaklarını acıtacaktı. Biliyordum, olmasın istiyordum, ama olmasının gayet mümkün olduğunun farkındaydım. Bu beni yürümekten alıkoyar mı? Hayır. Adımlarım yavaşlar mı? Emin değilim. Emin olmam da biraz zor zaten. Emin olmam gerekiyor mu, ondan da emin değilim, ama aslında bu kadar derinlere inmek de başlı başına bir saçmalık. Yüzeyde tutunmak istiyorum belli ki, derinlerde fazla havasız kalmışım. Yüzeye çıkıp ciğerlerimi doldurmak istiyorum, taze havayla doldurup boşaltmak istiyorum arka arkaya birkaç defa. Suyun ortasına kadar uzanmış bir dala tutunup, kenara çıkmak istiyorum biraz. Bir yere varmak istemiş miyim o bile belli değil; yüzmüşüm, yüzmüşüm, ama nereye gelmişim, akıntı beni nereye sürüklemiş; bilmiyorum. Her zaman iyi değil bu. Nereye gideceğimi bilememem artık o kadar normal bir hal aldı ki; nereye gideceğimi bilebilerek değişiklik yapmak istiyorum. Belki de bu yüzden gecenin bu saatinde oturmuş, aklımdan geçenleri yazıyorum. Hayır, bu yüzden yazmıyorum. Gecenin bu saatinde ayaktayım, çünkü sahuru bekliyorum. Yazmamın nedeni bambaşka. Unutmak istemiyorum, kendimi bunun gayet olağan ve gerekli olduğuna ikna etmeye çalışıyorum; galiba amigdalam beni rahat bıraktığında her şey daha anlaşılır bir hal alacak. Hep buna sığınıyorum belli ki, ama en azından yavaş yavaş da olsa ani tepkiler vermemeyi öğreniyorum. Hevesimi kimsenin büyük ihtimalle en ufak bir şey anlamadığı uzun paragraflara saklıyorum; bu taktiği Samuel Beckett'tan edindim. Tahmin ettiğinizden çok daha rahatlatıcı. İnsanın kendi düşünce akışının farkında olması için bile bu kadar farkındalık gerekirken; başkalarını anladığını iddia etmek biraz ilginç. Saçma demiyorum, mümkün olduğu yerler de vardır elbette, ama bunun için tamamen ayrı, spesifik bir telden çalmak gerekiyor. Ben çok yaklaşsam da, henüz bulmayı beceremedim. Babam uyanmış, sahur için kapımı tıklattı.

***

Sahur yaptık, ben hala hiçbir şey bilmiyorum. Elimde kalan kitabı ne yapmam gerektiğini düşünüyorum. Kitabı çok sevmiştim aslında okurken, ama bende daha fazla kalmasını istemiyorum. Belki bir yenisini alırım sonra. Başımdaki varla yok arası ağrının sebebini de bilmiyorum; elimde birkaç olasılık var; bu akşam balkonda kitap okurken rüzgar yemiş olmam, ya da oruç tutmanın getirdiği kandaki glikoz dalgalanmaları, ya da bu akşam okuduğum e-mail... Sonuncusu daha olasıymış gibi geliyor, ama bir yandan burnumdaki hafif akışkanlık ilkini de tamamen silip atmamam gerektiğini söylüyor. Uyumam gerek belli ki. Kimseyi bulamadım olanları iki çift lafla anlatacak, bulsaydım ne kadarını anlatabilirdim, anlatsaydım da bu yaptığım başkaları aracılığıyla kendimi rahatlatmaktan başka ne olabilirdi, bilmiyorum. Bu sonuncusunu merak ediyorum aslında. Hayatı insanlara gönderme yapmaktan ibaret olan ergen gibi davranmaktan çok korkuyorum. Bardağımdaki soğuk suyun yarısına geldim. Önümde daha vakit var. Düşüncelerim, varla yok arası. Uykum var çünkü, hem de huzursuz bir uykum var. Sabah gözlerimi açtıktan hemen sonra yatağımın karşısındaki çalışma masamın rafında bulunan albümlere gözlerimi dikerken beynimin bana yapacağı oyunu düşünüyorum. İlk defa olmayacak, o yüzden bu kadar net konuşuyorum. Elimdeki tesellim, bunu buraya yazmak üzere önceden fark edebildiğime göre, onunla (yani kendimle) alay edebilecek olmak. Başkasının bana laf söylemesine pek izin vermiyor olabilirim, ama kendi kendimle alay etmeyi severim. Fakat artık uykudan dolayı cümleleri bilgisayara geçiremeden önce unutmaya başladım, tekrar hatırlamak için büyük çaba sarf ediyorum. Büyük ihtimalle uyumam gerek. Ama ondan önce bir bardak su daha. Kafamın içinde the middle place çalıyor; bu ... (kelime dilimin ucunda, hissediyorum, ama bir türlü bulamıyorum, uykum var) müziği yapıp, benimle paylaşan çok uzaklardaki, ama her defasında daha bir yakınımdaki o güzel insanı düşünüyorum, sonra solosu giriyor tekrar devreye. Tam bu sırada odamın penceresinden usulca girmiş bir pamukçuk gözümün önünden geçiveriyor, hava akımıyla beraber hafif hafif süzülüyor havada, hiçbir enerjiye ihtiyaç duymadan. Biraz oynuyorum onunla, parmaklarımın arasından kaçmaya çalışıyor, acelesi var belli ki. Yine de bana söylediklerini dinliyorum, the middle place ile dans ediyor, bilgisayarın beyaz ışığı önünde üzerindeki her bir çatallanışı görüyorum. O, parmaklarımın arasında süzülürken, kulaklıkta şarkı usulca devam ediyor. Şarkının sonunda serbest bırakıyorum odamın içinde uçması için, yukarılarda biraz süzüldükten sonra yatağımın üzerinde bir yerlerde gözümden kayboluyor. Şarkı iPod'da sona erdi, ama sonundaki piyano ve bas gitar ikilisi kulağımda hiç bitmemiş gibi devam ediyor. Hiç rahat bırakmasın beni, bu gece o şarkıya tutunacağım belli ki.

15 Temmuz 2012 Pazar

Kıyı boyunca ilerleyelim o zaman...

12 gün. 3 şehir. 3 tatil beldesi. 3000 km yol. Onlarca insan. 38 derece hava sıcaklığı. Asfaltı erimeye yüz tutan yollar. Arabanın camından giren rüzgarın karıştırdığı saçlarım. Arka koltukta uyuklayışlar. Yıllardır görülmemiş akrabalar, yıllardır gidilmemiş evler. Bu evlerde uçuşan karasinekler. Güneşin altında iyice kızmış arabaya binmek. Hiçbir şey düşünmedim, düşünmeye ne hacet. Sadece yaşamak bile yetti. Fakat artık evdeyim. Cümleleri biraz daha uzatmanın zamanı geldi. Bir tandan, Bodrum'dan aldığım yeşil tahta boncuklu bileklik yazı yazarken bilgisayarın kenarına takılıp duruyor. Bilekliği satan teyze nasıl da anneannem gibiydi...

Ankara'da başlayan, Pamukkale Travertenleri'ndeki çok kısa bir moladan sonra devam eden uzun bir yolculuk sonrasında Bodrum'a ayak bastık önce. Burayı daha önce hiç görmemiştim. Girişte uzakta denizle birleşen yemyeşil tepelerin ortasında gri gri yükselerek manzaranın içine eden otel olduğunu tahmin ettiğim bir inşaat (burada bununla ilgili bir yazı var) büyük bir hayal kırıklığı yarattı aslında; sanki gelecek yıllarda Bodrum'da olabileceklerin habercisi. Kim izin vermiş, nasıl izin vermiş, kimin denizini kimin ormanını kime satmış; bunlar kafaların içinde dönüp duran, ama cevabını bilemediğimiz, bilsek de bilmemizin pek bir şey değiştirmediği sorular.

Bir süre daha ilerledikten sonra Yalıkavak'a vardık, oradan da kalacağımız apart otele gittik. Gayet canayakın bir abinin işlettiği otel ve çevresi, kapının önünde miyavlayan yavru kedisiyle, yarı insan boyunda ama sessiz sakin kendi halinde takılan köpekleriyle, civcivlerini peşine takmış ortalarda otoriter otoriter dolanan tavuğuyla, ortalığı seyreden inekleriyle, neon yeşili kocaman tırtılıyla, car car öten ağustos böcekleriyle; sokağın iki kenarında uzanan begonvilleri, zeytin ve yemiş ağaçlarıyla insanın ruhunu dinlendiren, türlü türlü çiçeklerle bezeli bir yerdi. Balkonumuz içinde sırık domateslerin, biberlerin, portakal ağaçlarının olduğu bir bostana açılıyordu. Denize girmek için otelden çıkıp, sokağı inip biraz yürüdükten sonra sazların arasından merdivenle aşağı iniyorduk. Yeni yapıldığı belli olan genişçe bir iskelede denize girdik dört gün boyunca; üçüncü gün iskeleye ikinci bir merdiven takmaya gelen ustaların söylediğine göre Yalıkavak'ta bir işletmesi olan biri yaptırmış bu iskeleyi. İşin ilginç yanı, belli ki çok insan bilmiyor bu iskeleyi; dört gün boyunca bizden başka neredeyse kimse gelmedi bu iskeleye (ilk gün iki genç adam denize girip çıkıp gittiler, üçüncü gün de bizim yaşlarımızda iki çocuk ve annelerinden oluşan Fransız bir aile geldi, "C'est trop froid!"). Deniz o kadar çalkantısız ve berraktı ki; dipteki yeşilli, sarılı, kahverengili, beyazlı yosunları oldukça net bir şekilde ayırt etmek mümkündü. İşte bu iskelede dört gün boyunca denize girdik, sessizce oturduk, dibimizde geçit töreni yapan ufacık balıkları kurabiye ve Konya gevreği ile besledik ("İyilik yap denize at, balık bilmezse Halik bilir"), sohbet ettik, müzik dinledik, fotoğraf çekildik, kitap okuduk, denizi izlerken dalıp gittik. Herkes bu güzellikte ne payı varsa onu gördü. Suyu soğuktu denizin, ama ben zaten soğuk suyu severim. Biraz derinlere doğru ilerleyince suyun rengi daha da koyulaştı; işte o zaman Eddie Vedder'ın Ukulele Songs albüm kapağını çağrıştırdı bana.



Denize girmediğimiz zamanlarda da etrafı dolaştık. İkinci gün öğlen Bitez'i görmeye gittik. Kumluk, güzel bir denizi var, ama benim için fazla kalabalık. Plajda genç bir adam bizi İrlandalı sandı. Daha önce İtalyanlara benzetilmiştim, İrlandalıya benzetilmek benim için bir ilk oldu. Bu Yalıkavak, Turgutreis, Bodrum gibi yerleşim yerlerini birbirine bağlayan yollar da çok eğlenceli aslında, ağaçların arasından yükseldikçe ortaya mavili yeşilli, hoş manzaralar çıkıyor, hatta bunlar için duraklar yapılmış yol kenarına. Piknik masaları da var, bu masalarda ciddi ciddi piknik yapanlar da.


İkinci günün akşamı Turgutreis'teydik. Turgutreis kalabalık ve çok gürültülü. Eğlence anlayışı bangır bangır Rihanna olan pek çok bar yanyana dizilmiş. Söyleyebileceğim fazla bir şey yok, beni özellikle çeken bir yanı olmadı Turgutreis'in. Üçüncü günün akşamı Yalıkavak çarşısını gezdik. Burası Turgutreis'e göre daha az gürültülü, sakin ve bana göre de seviyeli bir yer. Tatil yerlerinin tipik incik boncukçuları, hediyelik eşyacıları burada da var. Aile ile beraber dondurma eşliğinde yürüyerek vakit geçirmek için keyifli bir yer. Sanatçılar Sokağı diye ufak bir yerde çalışan sanatçıları ve eserlerini görmek mümkün. Üçüncü günün akşamı önce Yalıkavak'ta o an boş olan bir "İlge" isimli küçük bir lokantada yemek yedik. Mezeleri, pidesi, ikramları gayet güzeldi. Bir de annem işletmecisinin çerkez eşiyle her zamanki gibi az kalsın tanıdık çıkıyordu. Bodrum'a gittik, ki işte o noktada işler biraz sarpa sardı. Daha girişinde dakikalar boyunca trafikte kaldık. Bir ara kendimi İstanbul trafiğinde gibi hissettiğim bile oldu. Daha sonra park yeri aramak için çok vakit harcadık. Uzakta bir yerlerde park yeri bulup yürüdükten sonra çarşıya vardık, ama o kadar kalabalıktı ki, değil arabayla geçmek, yürümek bile çok sıkıntılı oldu; her yer insan kaynıyordu. Marinayı şöyle bir dolaştık, ama annemle babam kalabalıktan dolayı o kadar gerilmişlerdi ki, dondurma bile almadan geri dönüp kendimizi arabaya attık. Aynı zamanda burada hava sıcaklığı da Yalıkavak'tan 6-7 derece yüksekti; gece bile 35 derece civarında gösteriyordu ki arabaların ve insan kalabalığının büyük etkisi olduğunu düşünüyorum. Kısacası, Bodrum'un merkezine giderken dikkat edilmesi gereken en önemli şeyler şunlar: Kalabalığı kaldırabiliyor olmalısınız. Yanınızdaki insanlar da kalabalığı kaldırabilecek insanlar olmalı. Anneniz ve babanız kalabalığı sevmiyorsa aile gezileri için pek de uygun bir ortam değil. Anca arkadaşlarınızla gelip bir yerlere oturmayı planlıyorsanız belki keyif alabilirsiniz; ama ortalık "çakal çukal" dolu olduğundan, ondan da pek emin değilim açıkçası. Benim arkadaşlarımla oturup vakit geçirmek için bile çok tercih edeceğim bir ortam değil.  Otele dönerken gece yarısı gibi su almak için 24 saat açık Kipa'ya uğradık. Saatin neredeyse gece yarısı olmasına rağmen kasalar müşteri kaynıyordu. Dördüncü ve son gece tekrar Yalıkavak'taydık, ama bu sefer marinayı görmeye gittik. Marina hakkında ne desem bilemiyorum açıkçası. Her şey kaliteli. Yatlar, katlar, mağazalar, insanlar... Apaçi tayfası yok. Gayet temiz, düzgün bir ortam. Yine de benim için fazlaydı biraz; yani Yalıkavak Marina'yı tanımla deseler; "botoks misali gergin" derim. Yine de arkadaşımın şiddetle tavsiye ettiği Bitez Dondurmacısı'ndan bulduk burada. Gerçekten güzel dondurması var. Denk gelirse tavsiyem olsun. Bir de yatların suyun altındaki ışıklarıyla aydınlanan baş döndürücü derinlikte görülebilen yüzlerce ufak balık vardı benim için görülmeye değer şeyler arasında.



Bodrum tatili ertesi sabah sona erdi, bu seferki durak Kuşadası üzerinden İzmir'di. Ege kıyılarında yönümüzü kuzeye çevirip önce üç kapı akraba ziyareti yapmak üzere Kuşadası'na yöneldik. Kuşadası'na hiç bu yollardan gitmemiştim daha önce; Ege kıyıları sarı sarı otları, zeytinlikleri, çamları, adı duyulmamış firmaların paslanmış tabelaları ile gerçekten günün güneşin ortasındaki en "çipil çipil" halleriyle bile insanı bambaşka yerlere götürüyor. Bodrum'dan çıkarken kulağımda Radiohead vardı, You and Whose Army. Sonra bir ara uyuklamışım, Söke'ye kadar yol o kadar düz ki; sıkıldığım zaman ister istemez düşüyor göz kapaklarım. Bafa Gölü'nü öyle görmeden geçtim (Ayça uyandırmamış!), ama NTV'nin Yeşil Ekran'ında duyduklarıma göre etraftaki zeytinyağı üreticilerinin atıklarından dolayı zaten 10-15 yıl önce suyunda yüzülen, hatta suyu içilen gölde şimdi pislikten geçilmiyormuş. Kuşadası'nda üç kapı yaptık, büyük dayımın bahçeden yeni kopardığı eriklerden yedik, dalından şeftali kopardık. Kuşadası'nın merkezi artık tatil beldesi olmaktan çıkmış, tam bir şehir olmuş. Orada burada eğreti eğreti yükselen yalın, "çorak", yeşilliksiz apartmanlar insanın enerjisini emiyor. Trafik almış başını gitmiş.

Kuşadası'ndan çıkıp Efes'i geçtikten sonra Selçuk'a girerken kenarlarını anneannemin babasının zamanında diktiği, şimdi upuzun olmuş ağaçların süslediği yoldan ilerledik. Anneannemin doğduğu yer olan Selçuk'tan geçtik. Biraz ilerleyince solda dağın tepesinde Keçi Kalesi belirdi. Anneannemin bu kaleyle ilgili anlattığı hikayeyi yıllar geçse de unutmam. Anlattığına göre, bir gece düşman bu kaleyi istila etmek için gelmiş. Kaledekiler de dağın etekleri çok dik olduğundan dolayı karşılık veremeyeceklermiş. Bunun için düşünmüşler taşınmışlar, en sonunda keçilerin boynuzlarına mum geçirip, onları bayırdan aşağı salmaya karar vermişler. Boynuzlarında mumlarla bayırdan aşağı gelen keçileri gören düşman onları asker sanmış ve korkup kaçmış. Tabi bu hikayede eksik ve mantığa aykırı kısımlar olabilir, ama benim aklımda kalan kısmı bu ve anafikri aktarmak için yeterli olduğunu düşünüyorum.


İzmir'e vardığımız gün evde gelen giden eksik olmadı. Öyle ki, anneannemi ve beş kardeşini aynı gün görmüşlüğüm 23 yıllık ömrümde ya üçtür ya dört; ama o gün altı kardeşi de ayrı ayrı yerlerde görmüş oldum, ki bu bir rekor sayılabilir. Akşam babamı otobüsle Ankara'ya yolculadık. Ertesi gün sabah ikimizin de en küçük boşluğuna kadar dolu programına rağmen İzmirli üniversite arkadaşım, canım, ciğerim, hatta arkadaştan da öte Feyza ile 38 derece hava sıcaklığında geleneksel Alsancak kahvaltımızı gerçekleştirdik. Anlatılacak, dinlenecek şeyler öyle birikmiş ki... Ayrı şehirlerde olmak bir yandan üzücü olsa da, böyle buluşmalar daha bir tatlanıyor o zaman. Yarım saatte bile öyle çok şey konuşuyoruz ki, sanki üç saat geçmiş gibi oluyor. Öğlen vapurla Karşıyaka'ya geçip büyük teyzemlerde biraz barbunya ayıkladıktan sonra, annemlerle buluşup eve döndük ve Foça için bavul hazırlamaya başladık. Foça'ya yıllardır gitmemiştim; aklımda kalan şey geceleri esen serin rüzgarı, her gece en küçüğü ve en büyüğüyle hep beraber şakır şukur okey oynayışımız, karşı kıyıda Aliağa Petrol Rafinerisi'nin bacaları, yandaki erik ağacı, koruklar, yan sitenin inşaatında yoğurt kaplarının kapaklarına "pasta" diye yaptığımız kumlu, zeytinli, çiçekli şeyler, annemin benden bir yaş küçük kuzeni Oytun ile bisiklete binişimiz... Bisikletten, pastalardan eser kalmadı; ama akşam okey masasının başında gözlerimden uyku akana kadar oturunca, etraftaki değişip tatsızlaşan onca şeye rağmen değişmeden aynı güzellikte kalan şeylere sevindim. Kocanine'min zamanında balkonun kenarında oturduğu sandalyenin fotoğrafını çektim. Ayça tıpkı çok küçükken çekilmiş fotoğrafında yaptığı gibi eline elektrik süpürgesini alıp odanın halısını süpürdü. Küçükken kahveli süt içtiğim balıklı bardağa su diye yanlışlıkla büyük eniştemin rakısından doldurduk, ağzına kadar doldurduktan sonra kokusundan fark edip tekrar şişeye boşalttık (başka başka insanlarda defalarca oldu bu). Değişen onca şeyin arasında bu ufak tefek şeylerle kocaman kocaman mutlu oldum. Üstelik karşı kıyıya bir sürü yel değirmeni inşa etmişler. Bu zamana kadar etmedikleri hataydı. Balkondan yel değirmenlerinin dönüşünü, rüzgara göre yön değiştirişini gözlemledim. Yel değirmenlerini sevdiğimi fark ettim.

İki gün sonra tekrar İzmir'e döndük, ertesi gün sabah İstanbul'a giden en erken uçakla yeniden yollara düştüm. Sabah 5'te İzmir'de Temmuz ayında olabilecek en serin ve en güzel havada Bostanlı Vapur İskelesi'nden bindim Havaş'a, havalimanına doğru ilerlerken gökyüzüne "sıçtın mavisi" hakimdi. Yarım yamalak bildiğim bomboş caddelerden günün loş ışığında geçtim, kulağımda yine Radiohead, Backdrifts var, Go to Sleep var ama; nasıl uyumlu, anlatamam. Thom Yorke görse benle gurur duyar bence. Havaalanının bekleme alanında otururken, pistin arkasındaki dağların tepesinden güneşin ortalığı cayır cayır yakmak üzere yavaş yavaş yükselişini seyrettim sonra. Uçağa binerken kışın Ankara'dan İzmir'e giderken bindiğimiz uçaktaki kabin görevlisi kadın karşıladı beni. Hatırlıyorum onu, çünkü Los Amantes del Círculo Polar'da Ana'yı oynayan Najwa Nimri'ye benzetmiştim çok (Ne ilginçtir ki, o filmdeki temalardan biri de uçak). Yanımdaki ölçüleri geniş adam uçak kalkar kalkmaz horlamaya başladı. Ben de yolculuk boyunca göz ucuyla o kabin görevlisine baktım, gerçekten o oyuncuya benzeyişi çok hoşuma gitti. Uçuş sırasında Biga Yarımadası'na kadar kuzeye çıktık, sonra İstanbul yönüne doğru döndük. Dedemin memleketi Burhaniye'nin üzerinden geçtik, geçen sene gittiğimiz Ayvalık'ı, Cunda Adası'nı tepeden gördüm.


İstanbul'a inip işlerimi bitirdikten sonra dönüşte yoldan geçen döküntü bir dolmuşa binip gideceğim yerden geçip geçmediğini sordum. "Arka Sokaklar Murat" tipli genç dolmuş şoförü dolmuşun oradan geçtiğini söyleyince, devam ettim. Meğer dolmuş Tuzla'yı baya dolaşıyormuş (Neyse ki çok vaktim vardı). Baya dolaştıktan sonra dolmuştan inip uzunca bir süre yanlış otobüs durağında bekledim, bebek sevdim, gelen geçen otobüslere baktım, iticinin de ötesinde bir ses tonuyla yayık yayık konuşarak su satan 15-16 yaşlarındaki kızı seyrettim, gıcık oldum, sonra gıcık olduğum için kendime kızdım, sonra yaklaşık yarım saattir yanlış durakta beklediğimi öğrenip asıl durağa çıktım. Biraz daha bekledikten sonra otobüs geldi, kendimi havaalanına attım. Bekleme alanına gittiğimde sandalyelerde serilip kalmış biri kız biri erkek, yaklaşık benim yaşlarımda iki kişiden başka kimse yoktu. Daha sonra Fransızca konuştuklarını duydum, belli ki beraber tatil yapıyorlardı. Biraz kıskandım. Sonra salon iyice dolarken, 5 aylık bir bebekle annesi geldi, ön sıraya oturdu. Uçağa alış başladığında bebek arabasını taşıması için annesine yardım ettim. Sohbet etmeye başladık. Daha sonra annesi arabayı katlamak için bebeği bana verdi. Adı Derin'miş. Derin adını severim. Kucağımda biraz "agucuk gugucuk" yapınca hemen gülmeye başladı. Sonra annesi bebeği tekrar aldı ve uçağa girip arka tarafa doğru ilerlediler. Gerçekten çok tatlı bir bebekti, hem ona hem annesine çok içim ısındı.

Uçaktan inince ayağımın tozuyla en küçük büyük dayımla (bkz. büyük dayılarımın en küçüğü; bir EBOB, EKOK, OBEB, OKEK vardı ilkokulda, en büyük ortak bölen, en küçük ortak kat, ortak bölenlerin en büyüğü, ortak katların en küçüğü...). Torbalı civarında bir yere gittik, işimizi halledemeden döndük. Yol uzundu, hava sıcaktı, ben de yorgundum... İzban'ın Semt Garajı durağına adımımı attığımda topuklu ayakkabıların içinde ayaklarımdan cayır cayır alev fışkırıyordu (Yedek ayakkabım vardı tabi ki de!). Eve döndüğümde duş alıp, yemek yiyip, klimanın karşısına nasıl serildiysem, gözümü açık tutamadım.

Sonraki iki gün ufak akraba ziyaretleri dışında Karşıyaka Çarşısı'nı gezdim. İlkokuldayken her tatilde zengin ettiğim Peker Kırtasiye'yi bir kez daha kardeşimle beraber zengin ettik (diyeceksiniz ki "Kalemle ne işin kaldı be kızım", kalmadı evet, neredeyse hiç işim kalmadı). Annem arabayla bizi aldı, İnciraltı'na götürdü. Aylardır gözümde tüten Ayvalık Tostu'ndan yedim, ama servis edilen tost beklentilerimi pek karşılamadı. Eve dönmek için feribot sırasına girerken, "Bir kez daha görüşelim" diyip, beraber zaman ayarlayamadığımız Feyza'nın hemen yan tarafta yemek yediğini öğrendim. Ufak telefon konuşmasının ardından feribot iskelesinde bir kez daha birbirimize kavuştuk, Türk filmlerinin koşup birbirine sarılma konseptini gerçekleştirdik. 15 dakika daha özlem giderdik, sonra Feyza koşarak arkadaşlarının yanına geri döndü, ben de arkasından "Run Feyza, run!" diye bağırdım. Feribotla Bostanlı'ya geçerken denizi seyrettim, tuzu yüzüme çarptı. Balıklar suyun üstünde hoplayıp zıpladı.

Son gün kabristana gittik. Dedemi rüyamda görmüştüm bir süre önce, mutluydu. "Rahmet istemiş" demişti bunu anlattığım bir kişi. Bu yüzden mezarına gidip, dua etmek beni de çok mutlu etti. Kocanineme gittik sonra, ayağının dibine diktikleri servi kocaman olmuş. En son da Oytun'un yakın zamanda vefat eden babaannesi Şadan Teyze'ye gittik. Vefat edeli daha bir ay bile olmamasına rağmen anneannem mezarını bulmakta zorlandı. Etrafı dolmuş, yeni çukurlar açılmış. Hayatın nasıl da devam ettiği, yolculuğun son bulduğu yerde bile kendisini gösteriyor.

Dünkü 580 km'lik Ankara'ya dönüş yolculuğuyla beraber 3000 km'lik zinciri kapattım. Ayça İzmir'de kalınca, annemle ikimiz çıktı bu yolculuğa. İlk başta 1930'lardan olduğunu tahmin ettiğim şarkılar çalan bir Yunan radyo kanalı ile baya bir süre devam ettik. Daha sonra karşıma TRT olduğunu sandığım bir kanalda Yellow River çıktı; zamanında biri yol şarkısı diye yollamıştı bunu bana. Plaka oyunları oynayarak yolumuza devam ettik (yine unuttum ama hangi plaka nerenindi), sonra annem yıllar önce İzmir'den Köln'e arabayla gidişlerini anlattı. Böyle böyle ilerleyerek, sonunda Ankara'yı önümüzde uzanırken bulduk. İşte okula gidip gelmek için defalarca geçtiğim Eskişehir Yolu'na gelmiştik; 3000 km'lik zincir kapanmıştı. Elimizde bavullarla eve girerken babam kapıyı açtı; evin uzun yolculuklardan sonra eve varışa özgü havasını doya doya gözlemledim. İzmir'in bulutsuz, insanın gözünü kamaştıran havasından sonra Ankara'nın puslu, bulutlu, gölgeli ışığı gözlerime karanlık, ama hoş geldi. Böyle "road trip" konseptli kısa, ama dolu dolu bir tatilden; şimdiye kadar geçirdiğim en güzel, en anlamlı tatillerden birinden sonra evin tanıdık, insanı kucaklayan, ama tekdüze ortamına dönmek güzel mi, üzücü mü, hala karar verebilmiş değilim.