22 Temmuz 2012 Pazar

Yüzsüzce ne olduğunu hala bilmediğim...

Bilmediğim şeydi sanki. En sonunda yeşil çimenler sararacak, yağmurla beraber toprağın üstünde biriken suların içinde çürüyüp toprağa karışacaklardı. Suyun fazla geleceğini, çimenleri çürüteceğini, çürüyen çimenlerin en sonunda ben adım atarken botlarımın tabanındaki girinti çıkıntılara yapışan çamura karışacaklarını biliyordum. Gri bulutların altında rüzgar, insanın yanaklarını acıtacaktı. Biliyordum, olmasın istiyordum, ama olmasının gayet mümkün olduğunun farkındaydım. Bu beni yürümekten alıkoyar mı? Hayır. Adımlarım yavaşlar mı? Emin değilim. Emin olmam da biraz zor zaten. Emin olmam gerekiyor mu, ondan da emin değilim, ama aslında bu kadar derinlere inmek de başlı başına bir saçmalık. Yüzeyde tutunmak istiyorum belli ki, derinlerde fazla havasız kalmışım. Yüzeye çıkıp ciğerlerimi doldurmak istiyorum, taze havayla doldurup boşaltmak istiyorum arka arkaya birkaç defa. Suyun ortasına kadar uzanmış bir dala tutunup, kenara çıkmak istiyorum biraz. Bir yere varmak istemiş miyim o bile belli değil; yüzmüşüm, yüzmüşüm, ama nereye gelmişim, akıntı beni nereye sürüklemiş; bilmiyorum. Her zaman iyi değil bu. Nereye gideceğimi bilememem artık o kadar normal bir hal aldı ki; nereye gideceğimi bilebilerek değişiklik yapmak istiyorum. Belki de bu yüzden gecenin bu saatinde oturmuş, aklımdan geçenleri yazıyorum. Hayır, bu yüzden yazmıyorum. Gecenin bu saatinde ayaktayım, çünkü sahuru bekliyorum. Yazmamın nedeni bambaşka. Unutmak istemiyorum, kendimi bunun gayet olağan ve gerekli olduğuna ikna etmeye çalışıyorum; galiba amigdalam beni rahat bıraktığında her şey daha anlaşılır bir hal alacak. Hep buna sığınıyorum belli ki, ama en azından yavaş yavaş da olsa ani tepkiler vermemeyi öğreniyorum. Hevesimi kimsenin büyük ihtimalle en ufak bir şey anlamadığı uzun paragraflara saklıyorum; bu taktiği Samuel Beckett'tan edindim. Tahmin ettiğinizden çok daha rahatlatıcı. İnsanın kendi düşünce akışının farkında olması için bile bu kadar farkındalık gerekirken; başkalarını anladığını iddia etmek biraz ilginç. Saçma demiyorum, mümkün olduğu yerler de vardır elbette, ama bunun için tamamen ayrı, spesifik bir telden çalmak gerekiyor. Ben çok yaklaşsam da, henüz bulmayı beceremedim. Babam uyanmış, sahur için kapımı tıklattı.

***

Sahur yaptık, ben hala hiçbir şey bilmiyorum. Elimde kalan kitabı ne yapmam gerektiğini düşünüyorum. Kitabı çok sevmiştim aslında okurken, ama bende daha fazla kalmasını istemiyorum. Belki bir yenisini alırım sonra. Başımdaki varla yok arası ağrının sebebini de bilmiyorum; elimde birkaç olasılık var; bu akşam balkonda kitap okurken rüzgar yemiş olmam, ya da oruç tutmanın getirdiği kandaki glikoz dalgalanmaları, ya da bu akşam okuduğum e-mail... Sonuncusu daha olasıymış gibi geliyor, ama bir yandan burnumdaki hafif akışkanlık ilkini de tamamen silip atmamam gerektiğini söylüyor. Uyumam gerek belli ki. Kimseyi bulamadım olanları iki çift lafla anlatacak, bulsaydım ne kadarını anlatabilirdim, anlatsaydım da bu yaptığım başkaları aracılığıyla kendimi rahatlatmaktan başka ne olabilirdi, bilmiyorum. Bu sonuncusunu merak ediyorum aslında. Hayatı insanlara gönderme yapmaktan ibaret olan ergen gibi davranmaktan çok korkuyorum. Bardağımdaki soğuk suyun yarısına geldim. Önümde daha vakit var. Düşüncelerim, varla yok arası. Uykum var çünkü, hem de huzursuz bir uykum var. Sabah gözlerimi açtıktan hemen sonra yatağımın karşısındaki çalışma masamın rafında bulunan albümlere gözlerimi dikerken beynimin bana yapacağı oyunu düşünüyorum. İlk defa olmayacak, o yüzden bu kadar net konuşuyorum. Elimdeki tesellim, bunu buraya yazmak üzere önceden fark edebildiğime göre, onunla (yani kendimle) alay edebilecek olmak. Başkasının bana laf söylemesine pek izin vermiyor olabilirim, ama kendi kendimle alay etmeyi severim. Fakat artık uykudan dolayı cümleleri bilgisayara geçiremeden önce unutmaya başladım, tekrar hatırlamak için büyük çaba sarf ediyorum. Büyük ihtimalle uyumam gerek. Ama ondan önce bir bardak su daha. Kafamın içinde the middle place çalıyor; bu ... (kelime dilimin ucunda, hissediyorum, ama bir türlü bulamıyorum, uykum var) müziği yapıp, benimle paylaşan çok uzaklardaki, ama her defasında daha bir yakınımdaki o güzel insanı düşünüyorum, sonra solosu giriyor tekrar devreye. Tam bu sırada odamın penceresinden usulca girmiş bir pamukçuk gözümün önünden geçiveriyor, hava akımıyla beraber hafif hafif süzülüyor havada, hiçbir enerjiye ihtiyaç duymadan. Biraz oynuyorum onunla, parmaklarımın arasından kaçmaya çalışıyor, acelesi var belli ki. Yine de bana söylediklerini dinliyorum, the middle place ile dans ediyor, bilgisayarın beyaz ışığı önünde üzerindeki her bir çatallanışı görüyorum. O, parmaklarımın arasında süzülürken, kulaklıkta şarkı usulca devam ediyor. Şarkının sonunda serbest bırakıyorum odamın içinde uçması için, yukarılarda biraz süzüldükten sonra yatağımın üzerinde bir yerlerde gözümden kayboluyor. Şarkı iPod'da sona erdi, ama sonundaki piyano ve bas gitar ikilisi kulağımda hiç bitmemiş gibi devam ediyor. Hiç rahat bırakmasın beni, bu gece o şarkıya tutunacağım belli ki.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder