12 Ağustos 2012 Pazar

Tişikkirlir Sipirmin

--- DİKKAT: İşbu yazı büyük ölçekli genellemeler içermektedir. ---

Belli ki kendi çöplüğümde ötmeye çok meyilliymişim şu sıralar. Son altı ay içinde o kadar çok seyahat yaptım ki, artık İstanbul, Ankara ve İzmir'in ayırt edici noktalarına dair epey bir fikir var elimde. İstanbul deseler, "sinsi" derim mesela şu sıralar. Boğazıyla, deniziyle, tarihi dokusuyla insanı tıpkı Yunan mitolojisindeki sirenler gibi büyüler, sonra da hiç fark ettirmeden içine hapseder; trafiğiyle, kalabalığıyla boğar, hayattan alınabilecek doğru düzgün zevk bırakmaz. İnsan orada yüzeyde kalabilmek için özellikle çaba sarf etmek zorundadır, kendini akıntıya bırakma lüksü yoktur. İstanbul, pek çok insanı her gün sabah ve akşam trafiğin, aşırı kalabalık insan selinin çilesini çeken, arada da günlük sıradan işlerini halleden robotlar haline getirir. Tarihi dokusunun, boğazının ve tüm diğer kaymağının tadına varabilen kesim çok küçüktür, bunu gerçekten yapabilenlerin bir kısmı biraz Aşk-ı Memnu'dur, diğerlerinin büyük çoğunluğu ise her gün başka bir adı duyulmuş mekanda check-in yaparak kendilerini kandıradurur. Sadece çok küçük bir kesim bu şehrin ara sokaklarını, tarihi köşelerini, insanını, her şeyini bilir ve ona göre davranır. Kulaklarını balmumuyla kapatmak değil bununla kastettiğim; onu dinlemek ve onu "yaşamak". Bu tip imkanları, hayat tarzları ve istekleri olmayan diğerleri ise her gün aşmak için iş güç yetiştirmek yerine saatlerini harcadıkları trafik denizinde kontak kapatır ya da özel aracı yoksa tıklım tıkış metrobüslerde "İstanbullu oldukları" düşüncesinin getirdiği uyuşuklukla kendi hayat koşuşturmalarının içinde boğulup giderler. Hatta biraz da umursamazlıktır bu. Mesela İstanbul şoförlerindeki "Burası İstanbul" zihniyetinin peşinden gelen bin bir türlü trafik magandalığı da bunun bir örneği. İstanbul'da herkes "İstanbullu olmak durumu"na sığınmaya hazırdır; emniyet şeridini hatalı kullanmak için, emniyet kemeri takmamak için, ya da diğer başka şeyler için. Mesela bir taksi şoförüyle muhabbetinizde emniyet kemeri takmak gerektiğini ifade ederseniz bu fikriniz şoför tarafından hiç de karizmatik bir şey olarak görülmez, "tssaaa" şeklinde hafif alaycı bir gülme efektiyle karşılanır, nereden geldiğiniz sorulur. Korkunç bir uyuşukluk, kabullenmişlik işlemiştir insanların ruhlarına. Sosyal statüsü bulunduğu şehrin büyüklüğünü kaldıramayan o kadar çok insan vardır ki burada; bir akşam sahilde otururken, karşıdaki kayalıkta oturduğu yerin üç metre ilerisine insanların gözünün önünde işerken hiçbir rahatsızlık duymayan adamlar görebilirsiniz mesela; böyle bir sindirememişlik de hakimdir bu şehrin kimi sakinlerinde. "Sakin" demek biraz garip kaçıyor gerçi.

Oysa Ankara böyle değildir, Ankara biraz "neyse o"dur. Ne kadar boğucu, sıkıcı olabileceğini en başından fark ettirir size, öyle ayak oyunları yapmaz. Şehir merkezindeki gri devlet dairelerinden, iş yerlerinden ve şehrin her noktasında yan yana dizilmiş, sonu gelmeyen onlarca sıkıcı alışveriş merkezinden ne beklemeniz gerektiğini az çok bilirsiniz. Ankara'da kimse "Burası Ankara" demez, öyle bir ayrıcalık yoktur. Zaten öyle bir ayrıcalığa da gerek yoktur fazla; memur kesim kuzu kuzudur, apaçiler ise ışıklı, fosforlu, allı pullu modifiye arabalarıyla çıkarttıkları gürültü sırasında kendilerine atılan birkaç onaylamayan bakış dışında kendi hallerine bırakılır. Ankara'dan sosyal anlamda ufak tefek tatlar almak için ise İstanbul'da olduğu gibi, ekonomik güç gerekli. Trafik ise sadece mesai başlangıç ve bitişinde görülür; Ankara nüfusunun büyük çoğunluğu akşam saatlerini televizyon karşısında portakal soyarak geçirdiğinden, herhangi bir günde akşam belirli bir saatten sonra yollarda rahatça ilerlemek mümkündür.

İzmir ise pamuk gibidir, iyi niyetlidir. Geçen gidişimde İzban'da genç bir adamdan benim için bilet basmasını rica ettim. Paramı çıkarmak için cüzdanıma yeltendim, kafamı çevirdiğimde adam çoktan ortadan kaybolmuştu. Her yere baktım, ama adamın izini bile bulamadım; sanki boyut değiştirmişti. Halkapınar durağına geldiğimde görevli bir adama gideceğim yolu sordum, beni cana yakın bir şekilde gitmem gereken yere yönlendirdikten sonra elimi içtenlikle sıkarak yolculadı. İşte İzmirlinin bu iyi niyeti o kadar fazladır ki, bu durum onu siyasi açıdan kullanılmaya da son derece müsait kılar maalesef. Geçmişte Rumlarla, Yahudilerle yan yana evlerde huzur içinde yaşamış insanların torunlarının bu iyi niyetleri, birbirleriyle ağız dalaşına girmekten başka bir şey üretemeyen siyasetçilerin, bir yandan da "yarım cümle/boş satır/yarım cümle" formunda üç satır yazarak muhalefet yaptığını, bir işe yaradığını sanan yazarların dillerine pelesenk olur, çıkar. Kimse anlamaz halbuki İzmirliyi; İzmirliyi bir tek İzmirli anlar, o da yanlış anlar bence. Çekirdeğe "çiğdem", simite "gevrek" demeleriyle de alakası yok bunun aslında (Bir kere fırındaki abiye "3 boyoz 1 simit" dediğimde mavi ekran vermişti; "Aaaaııı şey yani 3 boyoz 1 gevrek" dediğimde normale döndü adamcağız). Sosyal hayat açısından ise yemekten sonra çoluk çocuğu toplayıp şıpıdık terlikler eşliğinde ailecek çıkılacak hafif bir sahil yürüyüşü, çiğdem, buzlu badem ve mısır gibi şeyler ortalama bir aile için hem ekonomik açıdan rahat, hem de keyifli olabilir. Ya da biraz daha sofistike bir hayatınız varsa sabahları bisikletinizi alıp sahile çıkabilirsiniz; şehirden keyif almak için lord çocuğu olmanıza gerek yoktur.

Genellemelere doyduysak dağılalım.

(Yiğit Özgür'den)


4 yorum:

  1. Nefisti. Keyifle okudum ,dağılıyorum... :)

    YanıtlaSil
  2. Hihi, beğendiğine sevindim Füsun Teyze'cim. (:

    YanıtlaSil
  3. ha ha çözmüşsün vallla şehirleri.
    :)
    karikatür de çok komik ama.
    :)

    YanıtlaSil