26 Şubat 2010 Cuma

yeşil, yemyeşil.

Baharın gelişini hissediyorum, sanki cemre benim kalbime de düştü.

Dışarda yağan yağmurun getirdiği nem, toprak kokusu kadar gerçek, güzel bir his.
Yeşil renkli, baharda yağmurla doymakta olan çimlerin yeşili. Canlı. Diri. Dinamik. Temkinli. Dikkatli.
Clair de Lune kadar huzurlu. Masum. Umut dolu. Farkında. Derinden.

Bulutlu, yağmurlu ama aydınlık, ferah bir günde küçük, huzurlu bir evin mutfak penceresinden içeri süzülüp o insanın yüzüne çarpan soluk gün ışığı gibi.

Bütün hatırladıklarımın zihnimde her sene mayıs aylarında uçuşan polenler, ya da kışın arabaların çoktan köşelerine çekildiği gecelerde sokak lambalarının ışığında uçuşan kar taneleri gibi özgürce, huzurla gezinmesini seyrediyorum, iniş çıkışlar oluyor... Tertemiz bir hava, insanın burnunu yakıyor.

Her şey gitgide kişilerden arınıyor, her geçen gün daha saf bir duygu hâlini alıyor. Huzursuzken birden huzurla doluyorum; şarkıların payı çok büyük burada.

Bilmiyorum, hissettiğim bazı şeyler bana gerçekten de mükemmel geliyor, bu dünyanın görülmesi zor parçalarından biriymiş gibi... Çevreme baktıkça ister istemez bir şeylere başka şeylerin katıldığını görüyorum, oysa saf halleri o kadar güzel, o kadar karşı konulmaz, o kadar bağımlılık yaratıcı ki. Hayatın akışına şahane bir şekilde gizlenmiş harika şeyler. Başkaları da benim gördüğümü görebiliyor mu bilmiyorum; ama görebildiğim yerlerde büyük kompozisyonu oluşturan her parça birbiriyle mükemmel çalışıyor olduğunu gözlemliyorum... Kusurlar bile bütünün kusursuz bir parçası. Bir tablonun bir yerindeki alakasız küçük bir kırmızı noktanın o tablonun bütün ifadesine kattığı anlam gibi.

O yüzden, Clair de Lune bana şu anda huzur veriyor; başka tüm zamanlardan ve başka tüm şarkılardan ayrı olarak. Ezgisi bana aslında bütün bunların belirli bir açıyla bakıldığında gerçekten de normal şeyler olduğunu hatırlatıyor. Ama ezgi bile o kadar güzel ki, o derecede normal olan şeylere hayranlık duymamam mümkün değil şu an.

Bazen içim doluveriyor öyle, "Ne de seviyorum..." diyorum... Neyi sevdiğim konusunda net bir kanıya varmadan ve varmaya çalışmadan. Belki de sevdiğim şeyin ne olduğu konusunu netleştirmek istersem üzerinde düşünmem gereken bazı şeyler vardır; ama bu pek de sorun sayılmaz zaten. Sadece isim vermiyorum, o kadar. Galiba zihnimi çevremdeki çarpıklıklardan arındırdıkça, güzel müziğe, güzel kitaplara, güzel insanlara döndürdükçe daha da mutlu olacağım. Düşünmem gerek, hatırlamam gerek ve ilerde yine şimdiki gibi hatırlayacağım kadar güzel şeyler olmasını sağlamam gerek. Biraz da "şans" denen, ama aslında hiçbir zaman "random" olmamış o şeyden lazım.

Gerçekten, gerçekten; uzun zamandır kendimi bu kadar zihnen huzurlu; tedirginlikten, kederden ve tüm o bol inişli çıkışlı, dizginlenmesi zor ruh halinden arınmış hissetmemiştim. Bir nevi Şibumi haline geçtim sanırsam; ama bir yandan kayıt edebildiğim için sanırsam Şibumi'yle de pek alakası yok. Clair de Lune'un çok etkisi var. Aracılığı için Debussy'ye bir teşekkür borcum var sanırım.

Şehirlerarası yolların kenarlarındaki tarla ve çayırların nemli bahar toprağı kadar taze ve temiz düşüncelerim şu an; su buharı tanecikleri gibi sessizce, ama sürekli hareket hâlinde, oradan oraya uçuşup duruyorlar zihnimde.

23 Şubat 2010 Salı

sabretmeyi öğreniyorum - 1

Bu sefer öyle de güzel anladım ki.

Sağ ve sol beyinlerimin süper koordinasyonu ve olmuşların, oluyor olanların ve olabilecek olanların etkisiyle bir an gözüme her şey o kadar kesin gözüktü ki. Tek bir an içinde çok şey doldu ime. O an gördüm ben, eğer ben izin verirsem ve böyle gidersem, olmaması için bir sebep yoktu. Boşu boşuna o kadar kendi beynimi kemirmiştim tüm o zamanlarda. Zaten olmuştu ki.

Hayat aslında gerçekten, gerçekten mükemmel bir mekanizma. Bahsettiğim şey doğum, yaşam ve ölümden ziyade, hayatın içinde olan şeyler. Parçalar birbirine o kadar güzel oturuyor ki. Ve işin daha da müthiş yanı, bunu "fark ettikçe" başka başka parçalar da yerlerine oturuyor. Alıcılar her şeye açık hale geliyor. Alıcılar açık olduğu için, vericiler de sürekli çalışma hâlinde oluyor böylece.

Başkalarının bakıp pek de ilgilenmeyeceği, ama bana çok şey ifade eden bir sürü olay oluyor hayatımda son zamanlarda. Hatta size komik gelebilecek bir şekilde hayatımı ciddi anlamda ilginç, sürükleyici bir romana benzetmeye bile başladım. Bu biraz burnubüyük bir laf gibi gözükebilir. Ama benim için benim hayatım gerçekten de böyle, çünkü bunu yaşayan benim ve akışı içindeki küçük detayları da ben biliyorum ve bu beni mutlu ediyor. Hepsi beni "olay" olarak mutlu eden şeyler değil; ama mekanizmadaki yerine baktığım zaman, evet, buna çok büyük bir hayranlık duyuyorum.

Durum böyle olunca panik yapmadan, düşünce krizlerine girmeden sabırlı olmak, fazla aşırı tepki göstemeden yüzde ufak bir tebessümle beklemek bile daha kolay.

Sabırlı davrandım, hala da öyle davranıyorum. Eskisi kadar sudan çıkmış balık değilim.

19 Şubat 2010 Cuma

büyükler küçükler küçük-eşitler

Bilmiyorum, bilemiyorum.

Bazen insanlar o kadar hayal kırıklığına uğratıyor ki.

Büyük sandıklarınız küçülüyor, büyür sandıklarınız küçük kalıyor.

Hayatın tüm o çılgın, birbirinin içine geçmiş dokusu içinde bunların hepsi birer düğüm.

Bazıları o kadar yerlerine gömülmüş ve kemikleşmiş ki, insanı çılgıncasına yoruyor. Düşüncesi bile üzüyor.

Bu sefer kendimle bağlamak istemiyorum, düşüncemi bu sınırda tutmak istiyorum. Evet, bu kadar şimdilik.

15 Şubat 2010 Pazartesi

Yer değiştirelim.

Bazen çekilmez olmak istiyorum. Karşımdaki beni anlamasın istiyorum. Anlamasın ama anlamaya çalışsın; böyle, biraz kıvransın istiyorum.

Birileri de birazcık benim suyuma gitsin.

Biraz olsun, ben gıcıklık yapmak istiyorum. Sonucunda alttan alınmak istiyorum.

Bir kere de binbir takla atıp anlatamayan yerine anlamayan, gözünün önündeki şeyi görmeyen ben olayım.

Sürekli aynı tarafta hissediyorum kendimi şu sıralar. Sürekli bir şeyler anlatmaya çalışan, ama karşısındaki insanın gözü bunu görecek kadar açık olmadığı için o kişi tarafından anlaşılmayan biri. Bu da bir süre sonra insanı düşünmeye zorluyor.

Ha bu dediklerimi bekleyebileceğim kimse yok tabi ki. Kimseye yapamam. Ama biraz yer değiştirmek isterdim.

Arada değişiklik lazım. Dengesizlikteki dengeyi bulmak için.

6 Şubat 2010 Cumartesi

zaman, umut, fraktal

Zaman değişkendir.

Bu kimi zaman korkutuyor, kimi zaman da çok rahatlatıyor. Şu an beni rahatlatıyor mesela.

Evet, buna biraz güvenmek gerek.

Niye kendimize eziyet edelim? Niye fırsatları değerlendirmeyelim?

Ne olacağı hiç belli olmuyor tabi ki, ama içimde güzel hisler var. Umut var. Her gün hayattan biraz daha fazla şey öğrenmenin getirdiği mutluluk var. Elde etmek için ödün verdiğim, uğraştığım, ama günün sonunda hak ettiğim bir mutluluk.

Bir de, fraktal desende aynı sonsuz sayıda parçadan biri olduğumu bilmenin verdiği umut tabi ki. Farklı ölçek, aynı şey.

Güzel bir uyku zamanı. Kafamdakilerin nelere daha yakın olduğundan biraz daha eminim artık, ne de olsa.

İk.

5 Şubat 2010 Cuma

güç-zaman-evren-umut-ayrıntılar-kusurdaki kusursuzluk

Sevginin beni yorganım gibi sarmasını istiyorum. En büyük sevginin.

Eğer kendimi güçsüz hissedersem neyi nereden isteyeceğimi daha iyi biliyorum şu an. Çünkü aslında benim ihtiyacım olan tek bir şey ve onu isteyebileceğim tek bir yer var.

Bunun ne olduğunu uzun uzun anlatmaya çalışmayacağım, zira zaten benim ne demek istediğimi anlayan, anlaması gereken kişilerin büyük çoğunluğu anlayacaktır. Keza, anlamasalar da önemli değil.

Bu aralar bazen kendimi çok güçsüz hissediyorum, malum; son zamanlarda beni değiştiren çok fazla şey oldu. Bununla beraber, bir yandan öğreniyorum da; ya da önceden teorik olarak bildiğim şeylerin pratikte var olup olmadığını görüyorum. Bu yüzden de, yine kötü sayılmam.

Hala mutlu olmak için çok sebep var elimde. Bunları biliyorum. Bazen kaybettiğim ufak tefek şeyler kafama takılıyor, başak burcuyum ya hani; ayrıntılara çok takılırım ya... Sonra yine kendimi toparlıyorum; kaybetmediklerim ve kazandıklarım da önemli şeyler çünkü.

İşin en garip şekilde rahatlatıcı tarafı da; ne olursa olsun, her geçen anla beraber hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı gerçeğinin yanında; zamanın durmasının da ışık hızına çıkabilmenin bir yolu bulunmadığı sürece imkansız olduğu ve acı, tatlı her şeyin zamanla yerini başka acı ve tatlı şeylere bıraktığı ve böylece de bizim o acı anlarda durup daha fazla acı çekmemize izin olmadığı gerçeği.

Hayat böyle bir şey işte. Hızla akan bir nehre benzetirler bazen; tipik edebi, sıradan bir laf gibi gözüküyor ilk önce.

Ama bir düşününce gerçekten de haksız bir benzetme değil. Kendi seçimlerimizle, hayatın kendi akış yönü içerisinde, belki aksine; hepimiz kendimize birer yol çiziyoruz işte.

Zaman akıp giderken bazı şeyleri kontrol edebiliyoruz ama bazı şeyler (hatta evrende ne kadar küçük ve aynı zamanda ne kadar da büyük olduğumuzu düşünürsek pek çok şey) de tamamen kontrolümüz dışında.

Elimden gelenin en iyisini yapıp bekliyorum. Ve gerçekten, gerçekten güzel şeyler oluyor.

Tesadüf gibi gözüken; ama aslında kaotik evrenimizin her bir parçasının bir şekilde bunun böyle olması için savaştığı zamanlar.

Bu gerçekten harika. Beni o kadar mutlu ediyor ki.

İşte o zaman, her şeye daha fazla umutla bakabiliyorum.

Çünkü ne olursa olsun evren bir şekilde bende benim için, sizde sizin için o şeylerin öyle olmasını sağlayacak şekilde çalışıyor. En ufak ayrıntıları bile atlamadan.

Her şey yerli yerinde, olayların tetikleri sadece zamanı gelince çekiliyor.

Bu gerçekten harika. Olağanüstü bir güzellik.

Güzellik sadece göze görünen şey değildir.

Kusurda bile kusuzsuzluk barındıran bir evrenimiz var.

Şimdi her şey bizim anlamamız için bu kadar karışıkken; gel de aklına, algılarına güven. Hadi bakalım.