10 Aralık 2012 Pazartesi

Bulunamayanların ötesinde, yolun öteki ucunda

Biliyorum, bu şarkıyı o güneşli sabahta ağaçların içerisinde döne döne ilerleyen yolda, arabanın açık camından yüzüme çarpan, beni nefessiz bırakan rüzgarın eşliğinde dinlemiştim. Nefessizliğim ile şarkının nefessizliği birbirine uyuyordu. Evet, bunu da biliyorum. Arabada tek başıma ilerlerken eve dönüş yolunu uzattığım gece trafik lambalarının sayaçlarına eşlik etmişti. Tıpkı sayaç gibi o şarkı da sayıyordu. Acelesi yok, telaşsız, bir yere yetişmeye çalışmıyor; sadece içten içe yiyip bitiriyor benden bir şeyleri. Radiohead’i seviyorum; sanki her bir köşesinde başka bir anımın olduğu evimmiş gibi seviyorum biraz da. Nerede olursam olayım evime taşınıyorum; o sıcak günün akşamında oturduğum eski yazlığımızın balkonunda oturuyorum yine, ya da ağaçların arasındaki o yolda ilerliyorum, ya da eve dönüş yolumu uzatıyorum, ya da başka şeyler. İnsanın fazla tekrar etmeyen, ama hep tekrar eden hayatı da böyle bir şey belki. Arka planda hep aynı tempo, üzerine giydiği notalar değişiyor. Kimi zaman atak, saldırgan, stresli, kimi zaman sakin, barışçıl, sevecen, yatıştırıcı. Sıfatlarla işimiz var bugün. Orta okuldaki Türkçe hocamı düşündüm dün, onu ne kadar özlediğimi fark ettim, bir resmini aradım, bulamadım; hatıramda kalan mimikleriyle, üst üste taktığı gümüş takılarıyla idare ettim. Bu sefer rüyama girmedi. Onu rüyamda görüyorum bazen. Boynuna sarılıyorum, mutluluktan ağlıyorum, onu ne kadar özlediğimi söylüyorum. Sanki hiç uzaklara gitmemiş gibi oluyor. Sonra uyanıyorum. Uyku sersemliğiyle ona hiç de ulaşmadığımı fark ediyorum. Okulu arayıp telefon numarasını öğrenmem gerektiğini düşünüyorum. Sonra bitiyor. Bir sonraki rüyaya kadar, ya da rüyadan önceki şeye kadar.

Uzun zamandır yolculuk yapmadım. Yolculuk müziklerini dinledikçe iş gibi nedenlerle de olsa yolculuk yapmayı özlediğimi fark ediyorum. Tıpkı geçen yaz annemle beraber İzmir’den dönerken yaptığımız gibi plaka oyunu oynamak istiyorum. 35 İzmir, 36 Kars, 37 Kastamonu, 38 Kayseri, 39 Malatya… Hayır… 39 Kırklareli, 40… Kocaeli… Hayır, 40 Kırşehir… K’lar hala bitmedi… Kütahya var. Afyon’daki çevre yolunda ilerliyoruz; yolun etrafındaki çorak topraklar uzaklara kadar gidiyor, yolun yakınlarında yapımı süren şekilsiz, renksiz, ruhsuz binalar var. Hava sıcak, camları kapalı tutuyoruz. Annem düz yolda arabayı bana vermek istiyor ama biraz üşendiğimden, biraz da düz vitesle boğuşmak istemediğim için reddediyorum. Güzel bir yaz günüydü. Evde biten her yolculuğun sonunda olduğu gibi, evin alışıklığımın kalktığı kokusunu tekrar duymaya başlıyorum; sadece kısa bir süre için. Güneş ışıkları balkondaki saksı bitkilerinin üstüne daha bir yumuşak düşüyor sanki. Sonra evde biten her yolculuğun sonunda olduğu gibi; akşam yemeğinde kahvaltı yapıyoruz. İzmir’den gelen boyozlar, tahinli çörekler buzdolabında kaskatı kalışlarına başlamadan önce, ilk birkaç tanesi ısıtılıp yeniyor.

Bu hafta sonu yolculuğa çıkacağım. Abant’a. Bu sefer sıcak değil, güneş ısıtmayacak, tatlı esintiler de yok. Sert rüzgarlar otobüsü sallayacak. Gri kayaların, koyu renkli çamların arasından ilerleyeceğiz. Belki birkaç şarkıyı daha yazacağım. Belki yazmayacağım. Belki uyuyacağım. Belki kitap okuyacağım. Aylar önce geçtiğim yollardan tekrar geçerken, büyük ihtimalle, o günleri tekrar düşüneceğim, o duyguyu hatırlıyorum, çok iyi hatırlıyorum, şu an bile yaşayabiliyorum. Sonra belki gözlerim kapanacak, uykuya dalacağım, boynum ağrıyacak. Belki yağmur yağacak, yağmur damlaları otobüsün camından çapraz çapraz inecek. Belki de güneş açacak. Hava durumuna bakmadım. Bilmiyorum. Fark etmez. Önemli değil. Kılıfına uydururuz.

3 Aralık 2012 Pazartesi

Alyuvarlar, akyuvarlar


Durdu. Aynadaki izdüşümünü seyretti. Dudaklarının kenarından taşmaya meyilli koyu renkli ruja baktı. Dışarıdan gelen sesleri duydu, sesin sahibini tanıdı. Kulak kesildi. Anlayamadı. Biraz daha dikkat kesilip dinledi. Yine anlayamadı. Dinlemeye devam etmeyi düşündü. Bir süre tarttıktan sonra hareketlendi, yürüdü, kapıyı açtı, çıktı, önünden geçti ve gitti. Eğer kalıp dinleseydi duyacaklarının hiçbirini bilemeden. Duyacakları onun hayatını değiştirecekti. Duymadıkları da hayatını değiştirdi.

Uzaklaştı. Yakınlaştı. Renkler arasında kayboldu. Umduğu gibi olmayan pek çok şey vardı, hepsini biliyordu. Hepsinin farkındaydı. Hayır; hepsinin farkında değildi; ama belirli bir kısmının farkındaydı ve bu da ona yetiyordu. Yine de o hiçbir şeyi değiştirmedi. Nedenini bilmiyordu. Belki de biliyordu. Etrafındaki sessizlikti onu buna iten. Sadece ne olduğu belirsiz fısıltılar vardı etrafında; hiçbirine anlam veremiyordu; hiçbirini olduramıyordu; boşa koysa dolmuyordu, doluya koysa taşıyordu. Fısıltıların arasından yavaşça yükselmesi gereken o melodik mırıltıyı bekliyordu. Onu Ay’a götürüp getirmesi için. Ses dalgalarının tepe noktasında yayılmak, yayılmak, yayılmak istiyordu. Ama o ses bir türlü çıkmıyordu.

İnsanların çalışma masalarının kişiliğini yansıttığını biliyor musunuz? Hayır, bununla ilgili bir makale okumadım, bir yerden duyduğum bir bilimsel çalışmadan da bahsetmiyorum. Mutlaka böyle bir çalışma vardır; ama onları bir yana bırakacak olursak, bu benim kendi tespitim.

***

Gördüm. Gece esen şiddetli rüzgarın dallardan koparıp yolun kenarında topladığı sarı yaprakları gördüm. Sabahın erken saatlerinde batının aydınlığı ve doğunun karanlığının ortasında ilerledim. Rüzgar otları, ağaçların dallarını, trafik lambalarının direklerini salladı; bu direklerin arkasında, uzaklarda, yükseklerde, bulutlar çılgın koşularına devam ettiler. Radyodaki müzik eski on yıllardan birinden kopup gelmişti; belki de sandığımdan daha yeniydi. Uykumu güzelce alamadığım için normalden bir saat önce keyifsizce açmıştım gözümü, karnımdaki hafriyat çalışması bir türlü rahat vermiyordu. Oysa, arabana binip sileceklerle ön camı temizlediğimde bu ruh halimden eser kalmamıştı. Sanki arabanın ön camıyla beraber ben de temizlenmiştim. Yol önüme açıldı, araba sanki yol üzerinde gitmiyor; yüzüyordu. Yeşil ışıklarda geçebildim, geçemediğimde üzülmedim. Trafiğe neredeyse hiç takılmadım; bir Pazartesi günü için bu fazlasıyla güzeldi. Eskişehir Yolu’nda önümdeki yol aydınlıktı; dikiz aynasından baktığımda arkadaki neredeyse bütün arabaların farlarının yanık olduğunu görebiliyordum. Hep beraber oradan oraya taşınıyorduk. Yol kenarındaki sarı yapraklar önümdeki minibüsün rüzgarıyla uçtu. Otopark bomboştu.