17 Kasım 2012 Cumartesi

"Sokaklar tekin değil"

Yine ben sustum, şehir konuştu.

İçleri çok başarılı dekore edilmiş kafeler, sonra kırılmış, bozulmuş kaldırım taşları, surata çarpan soğuk, ama acıtmayan sonbahar havası, ağzına kadar tıklım tıkış bir odada yapılan söyleşiden vazgeçiş, ikinci kafenin içindeki baharatlı, ağır yemek kokusu, kafenin girişindeki mutfak penceresinin önünde oturan adamın suratındaki sıkkın ifade. Tabaktaki karman çorman görünümlü, ama tadı güzel yemek. Duvarda asılı televizyonda geçen iç karartıcı haberler. Etraftaki çiçekler, saksılar, renkli sandalye minderleri.

İnsanlar, insanlar, insanlar, konuşmalar, sesler, gülüşmeler, birbirine yapışık dişler, gülüşmeler, konuşmalar, kahkahalar, konuşmalar, konuşmalar, ayrılıklar... Yollara düşüşle beraber müzik. Yanaklara çarpan açık hava. Temposuyla müziğin ritmine ayak uyduran adımlar. Parçaları karıştıran iPod. Geçilen onlarca, ama onlarca şarkı. Üzerinde durulan, kulaktan girip beynin girinti ve çıkıntılarına dolan melodiler, sözler, anlamlar, renkler...

Seçilen yollar, vazgeçilen yollar, uzatılan yollar, girilmeyen yollar. Uçsuz bucaksız insan kalabalığı. Poşetler, el ele tutuşan çiftler, müşteri kapmaya çalışan bar ve kafe çalışanları, broşür dağıtıcılar, mendil satmak için yoldan geçenlerin yakasına yapışan, pembe montlu küçük kız; biraz ilerde aynısından bir tane daha var, ama o çiftleri gözüne kestirmiş; çünkü mendil değil, gül satıyor. Çocuk inatla üç beş bozuk para verip  küçük kızdan kurtulmaya çalışıyor, yanındaki kızın suratında biraz ilginç bir gülümseme var. Her taraftan insanlar çıkıyor. Bazıları insan selinin orta yerinde durup yolu tıkıyor. Kenarda bir grup erkek kasıla kasıla etrafa bakışlar atarken testosteron patlaması yaşıyor. Yanlarında irice, kısa tüylü, oldukça kaslı, ama yine de sevimlice bir köpek duruyor. Adamlar ondan daha köpek gibi, bulldog gibiler hatta. Köpek bulldog değil.  Sanki köpek onlara bakıyor. Bazı genç adamlar sazlarını sırtlarına almış, parlak kösele ayakkabılarıyla hızlıca yürüyorlar, belli ki programlarına yetişmeye çalışıyorlar. Her gün tekrar tekrar çaldıkları şeyleri bir akşam daha çalmak için.

Yolu bitirmemeye çalışıyorum, ama yol uzadıkça karanlıklaşıyor. Daha sonra ileride bir yerden dönmek zorunda kalıyorum. Tam dönerken kısa boylu, topluca bir adam aceleci bir havayla bana sesleniyor. Bakmak istemiyorum ama önyargılı olmama isteğim beni bakmaya zorluyor. Kulaklıklarımı çıkarıyorum. Adamın renkli göz bebeklerinin etrafı kanlanmış. İyice açılmış gözlerle bana bakıyor, 2 liram olup olmadığını soruyor. Korkuyorum, düşünmeden "Yok, kusura bakmayın" diyorum. "Peki," diyor ve uzaklaşıyor. Sonra bir yandan para vermemekle doğru bir şey yapıp yapmadığımı düşünüyorum; öte yandan iPod'umda yeni bir şarkı bulmaya çalışıyorum; biraz ilerledikten sonra adamı biraz önümde tekrar görüyorum, bu kez başka birilerine aynı soruyu yöneltiyor.  Kadın da reddediyor. Daha sonra ilk baştakinden daha yavaş adımlarla sokağın aşağı taraflarına doğru ilerlemeye devam ediyor. Önümdekiler yavaş gittiği için adamı gözden kaybetmeye başlıyorum. Bir an çaktırmadan uzak mesafeden adamı izleyip ne yapacağını, etrafındakilerin ona nasıl cevap vereceğini gözlemlemeyi düşünüyorum. Sonra üşeniyorum, ilk başta gideceğim yoldan gitmeye devam ediyorum.

Devam eden insan seli. Bir iki dükkana giriyorum. Sonra yanlış yola dönüş. Sonra tekrar doğru yöne dönüş. Rengarenk meydan. Trafik lambası. Cebimden düşen şey. Sonra otobüs durağı. Sonrası sessizlik.