17 Şubat 2013 Pazar

Benim meskenim...

Bir şey diyeceğim. Bana yine bir mim paslandı, yaklaşık iki haftadır içine parça pinçik bir şeyler yazıp yayınlanacak hale getirmeye çalışıyorum; ama bu işin bu kadar uzamasının en büyük sebebi aslında biraz vakitsizliğim, biraz da yine mimi paslayacak kimse bulamamış olmam. Kuralları yine bozuyorum (normalde hiç yapmadığım bir şey gerçekten) ve mimi paslayacak kimse olmadan yayınlıyorum. İsteyenleriniz olursa seve seve paslayabilirim.

Yazının burasına kadar gelip de "Mim ne arar la bazarda" diyen okuyucular için mimi bana paslayan sevgili arkadaşımın sayfasından (ç)aldığım kurallar şöyle:

"* Mimi size paslayan blogger arkadaşın sorularını cevaplamak,
* Kendinizle ilgili on bir gerçeği açıklamak,
* On bir adet soru hazırlamak,
* Hazırladığınız soruları başka bir takipçizedeye -on bir kişi olması uygun görülmüş olsa da pek önemsenmiyor gördüğüm kadarıyla bu sayı- paslamak üzere mim haline getirmek."

#1: Sinemada ilk izlediğiniz filmin adı nedir?
Hatırlamıyorum! Çok eskilerden hatırladığım bir 101 Dalmaçyalı vardı sanki... Babamla ikimiz gitmiştik, gerçekten küçüktüm... Ondan önce gittiğimiz varsa da hatırlamıyorum.

#2: Kendi geleceğinize dair yalnız ve yalnız bir bilgi edinme imkanı verilseydi elinize ne ile ilgili olsun isterdiniz?
Çocuklarımla ilgili olsun isterdim. Çocuğum olmuşsa evlenebilmişim de demektir, o zaman kendimi kutlarım gerçekten.

#3: Herkes bunu okumalı dediğiniz bir kitap vardır muhtemelen. İsmi nedir?
Çok var. 1984, George Orwell. Bonus: Zorba, Nikos Kazancakis.

#4: En çok kullandığınız ünlem hangisidir?
"Vay arkadaş!"

#5: "Herkesin okuduğu kitapları okursanız sadece herkesin düşündüğü şeyleri düşünebilirsiniz." sözü kime aittir? (Kopya çekmek serbest. Zira ben amacıma çoktan ulaştım) 
Bilmiyorum. Haruki Murakami imiş. Sorunun sahibini düşündükçe sözün sahibinin en azından hangi milletten olduğunu tahmin edebilmeliydim diyorum.

#6: Size göre keyifli bir gün geçirmenin olmazsa olmaz koşulu nedir?
Havanın "güzel" olması. Güzelle kastım illa güneşli olması değil. Bulutlu olup insanın göğsünü kıpır kıpır yapan havalar da vardır. Fakat kasvetli grileri sevmiyorum. Böyle havalarda ne yaparsam yapayım, üzerimdeki negatif enerjiyi atmam kolay olmuyor. Gün biraz boşa gidiyor gibi hissediyorum. Onun dışında açık havada kulağımda kulaklıkla yürüyüş yapabildiğim, parkta durup kitabımı okuyabildiğim, sonra bir de utanmadan Tunalı'daki sevdiğim bir kafeye gidip kahve içerek kitabıma devam edebildiğim gün güzel bir gündür.

#7: Yıllarca konaklamak durumunda kaldığınız ıssız adayı terk ederken yanınıza alacağınız üç şey nedir?
Eğer ulaşım aracım hazırsa, anılarımla ilgili bir şey alırdım sanırım. Bir insan ıssız adayı terk ederken yanına ne alabilir ki... Taş, toprak, bitki falan. Belki ufak tefek işlere yarayan üç beş küçük gereç.

#8: En sevdiğiniz şarkı sözü nedir?
Sevdiğim çok fazla şarkı sözü olduğu için, bunlardan herhangi birini "en sevdiğim" olarak nitelendirmek benim için çok güç. Yine de bunların içinden şu an aklıma gelen bir tanesini seçip buraya yazmamda bir sakınca yok:. Jacques Brel'den geliyor; Seul: "On est mille contre mille à se croire les plus fortes, mais à l'heure imbécile où ça fait deux mille mortes; on se retrouve seul..." Çevirisini şu şekilde yapabilirim sanırım: "Kendisinin en güçlü olduğunu düşünmekte binlerin karşısında biniz, ama bunun iki bin ölü yaptığı şu aptal saatte kendimizi yalnız buluyoruz."

#9: Bir dizide rol alacak olsaydınız hangi diziyi ve karakteri seçerdiniz? Neden?
Doctor Who'yu seçip, daha önce diziye girmemiş bir companion (yol arkadaşı) olmak isterdim. Zaman yolculuğu, ötesi var mı...

#10: Yoksa siz hala anime denen şeyi çocuklara yönelik çizgi film sananlardan mısınız?
Öyle sanmıyorum ama, şimdiye kadar çok ilgimi çekmedi. Belki daha zamanı gelmemiştir... Yine de anime konusunda bir anım var. Anlatılanlara göre gözlerim büyük olduğu için;  ben bebekken doktorum anneme "Kızınızın gözleri animelerinkine benziyor" demiş.

#11: Kendinize en çok sorduğunuz soru nedir?
"What the flipping heck?"

#12: Bir abam var atarım, nerede olsam yatarım atasözünü açıklayınız.
Çok yaratıcı ve öğretici bir mim olmuş gerçekten. Şair burada göçebe hayatın zorluklarından bahsetmiş, "Bana yatacak yer bulmak sorun değil" demiş, kişinin özgürlüğünden dem vurarak, önemli olanın insanın içinin temiz olması olduğunu vurgulamış... Adeta!!!


Benimle ilgili 11 gerçek:
Pek çoğunu zaten buraya defalarca yazdım. Burada zaten yazılı olan şeylerden çok fazla bahsetmek istemiyorum. Evet, arada tekrar ettiklerim var; yine de üzerine yeni bir şeyler koymaya çalıştım.
  1. Ajanda tutuyorum. Ajandamı seviyorum. Ajandamı gerekli gereksiz şeylerle doldurmayı bile seviyorum.
  2. İçimde çok fazla şeyi sadece kendime tutuyorum. Başkalarına anlatmadığım, bilerek anlatmadığım çok fazla şey var. Fakat böyle kalmasını seviyorum. İşleri fazla karıştırmıyorum böylece.
  3. Solağım. Topa ayakla vurmak ve mouse kullanmak dışında her şeyde sol tarafımı kullanıyorum. Solak olmayı seviyorum. Bu beynimin dünyanın büyük çoğunluğundan farklı çalıştığının bir göstergesi.
  4. İnsanlarla beraber vakit geçirdiğimde, bir süre sonra onların davranışlarını istemsiz olarak yansıtmaya başlıyorum. Konuşma şeklim değişiyor. Bundan bazen hoşlanmıyorum ve kendi halime dönmek için özen gösteriyorum; yine de insanlarla iletişim kurabilmek için içgüdüsel olarak onların davranışlarını ayna gibi yansıtmam, onlarla empati kurabilmem de bir yandan hoşuma gidiyor.
  5. Çok hapşırırım. Dün gece uyanıp, iki defa hapşırıp, sonra tekrar uyudum.
  6. Evde vakit geçirmeyi seviyorum. Uzunca bir süre evde kendime vakit ayıramadığım zaman daha gergin oluyorum.
  7. Ne anneme, ne babama pek de benziyorum, kardeşim de bana benzemiyor. "Kız halaya oğlan dayıya" akımı temsilcileri; hayır efendim, halama da pek benzemiyorum.
  8. Endüstri mühendisi olmasaydım veya konuyla ilgili yeteneğim olsaydı seçeceğim meslekler arasında şunlar var: psikolog (nöropsikolog), fizikçi (Bir-iki şey daha vardı galiba, ama unuttum... Bir ara adli tıp doktoru olma hayalleri falan kuruyordum... Biraz psikopatmışım sanki)
  9. Gelecekte öğrenmek istediğim diller arasında Yunanca ve Fince var. Yunancanın harflerini biraz biraz sökmeye başladım.
  10. Finlandiya, görmek istediğim ülkeler sıralamasında en başlarda geliyor. Onun dışında İngiltere (Londra ve İskoçya özellikle), Fransa ve Amerika'yı merak ediyorum.
  11. Şehirlerarası yolculuklarda otobüs kullanırken cam kenarında, özellikle de otobüsün iskeletiyle bölünmemiş camların kenarında oturmak benim için çok önemli.
Şimdi benim sorularım:
  1. Anlaşıldığını düşünüyor musun? Anlaşılmak istiyor musun?
  2. O an içinde bulunulan vaziyetin gerektirdiği durumlar gibi bütün değişkenleri sabit tutarsak, kalabalığı mı, yalnızlığı mı seversin?
  3. Şu an bir film izleyecek olsan bu hangisi olurdu?
  4. Sence idealist misin, gerçekçi misin? (Biraz açmak gerekirse, günlük hayatta herhangi bir durumla karşılaştığında, olması gerekene mi, yoksa gerçekte olacağa mı odaklanırsın?)
  5. Bugün elimizde bir fırsat olsa ve dünya üzerindeki herhangi bir dili USB bellek ile beynimize atabilseydik, hangisini seçerdin? İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca, İspanyolca, Çince, Japonca, Arapça gibi en bilindik dilleri hariç tutuyorum.
  6. Çocukluğunda yapmaktan en çok zevk aldığım şey neydi?
  7. Çocuğun varsa ya da olursa onu yetiştirirken dikkat edeceğin şeyler neler olur?
  8. Sence göçebe misin, yerleşik mi? Sorunun açık olmadığını biliyorum, ama istediğin şekilde algılayabilirsin.
  9. Son zamanlarda "Hayatta yapmam!" diyip sonradan paşa paşa yaptığın ne oldu?
  10. Kuzey Kutbu diyince aklına gelen ilk şey ne?
  11. En sevdiğin Türk yazar kim? Hangi kitabını tavsiye edersin? (İtiraf ediyorum, bunu kendi faydam için sordum)

***

Mimi yollayacak insan bulmak düşüncesi yüzünden fenalık geçiriyorum, o yüzden bu sefer uğraşmayacağım. Sorularım, gördüğünüz gibi, hazır; isteyen olursa bana haber versin, hemen paslayayım.

16 Şubat 2013 Cumartesi

Çiftler dairesinde ufak bir noktadan geçen sonsuz sayıdaki doğrular bütünü

Aseton kokusunu sevmiyorum. Odamın aseton kokması hoş değil; çünkü aseton nefesimi daraltıyor. Bir daha akşam oje sürdüğümde odamı havalandırmaya dikkat edeceğim. Ojemi silmeden yapamayacağıma göre (tam bu noktada bazı kelimeleri kullanmaktan özenle kaçıyorum); oje kokusu yayıldıktan sonra ondan kurtulmanın bir yolunu bulmam gerek. Şu sahaf dükkanının sahibi gıcık adam ile asetonun benzer özelliklere sahip olduğuna dair bir önsezim var (belki de ön yargı), sanırım buldum: İkisiyle de uğraşmak istemememe rağmen, ikisine de belirli konular için ihtiyacım var. Bağlaç olan de'leri ayrı yazmaya duyduğum ihtiyaç gibi. Beni bunu yazmaya çalışırken dik tutacak şey gibi. Bu sağ elim de olabilir, ama içimden bir ses sol elimin de bu işte dolaylı yoldan parmağı olduğunu söylüyor. Yine de (her zamanki gibi) emin konuşmak istemiyorum. Belki de bu bir hata, bilmiyorum. Tek bildiğim şey, bunun bir hata olduğu zamanları gördüm, çokça gördüm. Fakat beni mutlu eden şey şu ki, bütün bu zamanların hepsinin bir ortak noktası vardı; sonuçlar üzerinde dolaylı yoldan etkilerim bulunsa da (hayır, hiçbir şey için geç sayılmaz), sonuçların sorumlusu direk ben değilim. Ya da belki de sadece kendimi kandırıyorum.

Kafamın genişleyip kafatasımdan çıkışını fark ediyorum, o sırada bacağımdaki bir kaşıntı beni kendime getiriyor. İşin daha da kötüsü, dün akşamki akıl almaz (saçmalık/etkileyicilik) katsayısı olan rüyamı hatırlıyorum, pek çok gece hemen uyumadan önce yaptığım gibi.

Bu sefer o eski binadaki biraz viktoryen, antika görünüşlü daire, hazırlamaya çalıştığım tatlı tabakları, eriyen dondurma ve keserken mundar ettiğim meyve (şeftali yada mango ya da onun gibi bir şey olduğunu sanıyorum) var aklımda. Belki de bir sonrakine hazırlık yapıyorum. Belki susmam gerektiği halde susmuyorum (ki bu gerçekten hiç önemli değil; tepelerin arasında yaptığımız tüm o yolculukların yanında). Burada kalışımız yoruyor bizi; gitmek konusunda hiçbir fikrimiz yok, belki daha sonra olacak.

***

Aslında her şey fazlasıyla pisleşebilir, bunu biliyoruz.

Geçen gün sevgililer günüydü. Yaklaşık bir haftadır mesaiden 6’da çıktığım için trafiğin en civcivli, en boğucu zamanına kalıyorum. O gün de otoparkın kapısından bile on beş dakikada anca çıkınca, yolumun üzerindeki alışveriş merkezine girip trafik biraz rahatlayana kadar vakit geçirmeye karar verdim (çünkü o gün henüz “yeteri kadar sevgililer günü muhabbeti görmemiştim”). Bir yandan da sevgililer günü münasebeti ile kendini alışveriş merkezine atmış çiftleri, çok gençleri, az gençleri, aşktan beklentisi çoktan karşılanmış olanları ve diğerlerini gözlemleme fırsatım oldu.

Bir kere şunu söylemeliyim; erkeklerin kadınlar hakkında genel olarak şikayet ettiği pek çok noktada onlara hak veriyorum. Alışveriş merkezinde gezen çiftler arasında en çok dikkatimi çekenler, çanta ve torbaları taşırken kabullenmiş gözlerle etrafı seyreden erkekler ile erkeğe ilgisiz, askıdaki kıyafetlere ise kesinlikle ilgili kadınlar oldu. Eve dönerken arabada bunu düşündüm; ilişkilerin bu kıvamını sevmiyorum işte. İnsanın “sevgilisinin olması” tek başına yeterli bir şey değil. “Aşk” konusunda insanların kafasının çok karışık olduğunu düşünüyorum; bunun temelinde toplumsal baskılar, medyanın şekillendirmeleri gibi çok şey var; bunlara girmeyeceğim. Aynı gün arkadaşlarımla benzer konulardan sohbet ederken, biri ilişkisinin bitmek üzere olmasına rağmen “kendini yalnız hissetme” duygusuna, bir kişinin getirdiği güven duygusunun yokluğuna alışkın olmadığı için ayrılamayacağını söyledi (ya da buna benzer bir şeydi, tam hatırlamıyorum). Bir kişiden tek başına gelen güven duygusu bana bir “aşk” ilişkisini yaşatmak için yeterli gözükmüyor. Evet, insanın aşık olduğu kişi kesinlikle ona güven duygusu verir, ama insana güven duygusu veren her şey aşk demek değildir. Şundan da eminim, hayatımda güven duyduğum, her zaman yanımda bulduğum, her zaman yanımda bulmak istediğim, her zaman yanımda olacağına inandığım ve her zaman da yanında olmak istediğim biri var; ama aşk değil bu. Aşkla karıştırılmaması gereken bazı şeyler elekten geçirilmeli; çünkü eğer bu duygular doğru şekilde anlaşılıp, gerektiğinde elenmezse, çok büyük karışıklıklar yaratabilir. İnsanların kişisel olarak duygularını yeteri kadar iyi tanıyamadığını düşünüyorum. En küçük bir güven kıvılcımı aşk olarak nitelendiriliyor; aslında bu koskocaman ve tehlikeli bir tümevarım. O kişide olmayabilecek pek çok şeyi (ki bunlar ne, bilmiyorum) olabilecekmiş gibi varsaymak biraz “desteksiz” bir atış bence.

Evet, ne diyordum; yolda giderken konu üzerinde düşüncelerim öyle güzel toparlandı ki, birden kendimle ilgili çok önemli bir gözlemin sonucuna vardım (maalesef şu an o kadar güzel toparlayamayacağım): Yanımda çok büyük güven duyduğum, çok sevdiğim bir insan var, ama ona aşık değilim. Bir insana güven duymakla bir insana aşık olmak arasındaki farklar neler? Bir insana aşık olmak gerekiyor mu gerçekten? Yoksa aşık olduğunu sanan insanların aradığı şey aslında biraz ilgi, biraz güven duygusu mu? Bu duyguları aşktan ya da aşk sandığımız şeyden başkası veremediği için mi kendilerini bu şekilde mutlu etmeye çalışıyor insanlar? Aşk buysa buna gerçekten gerek var mı? Bir hayli ilginç bir şekilde, görünürde ne kadar boş, mantıksız olursa olsun, insanların, ergenlerin ve duygusal açıdan ergen kalanların alışveriş merkezlerinde, sinemalarda yaşadığı o pıtırcıklı “aşk” kıvamını yaşamayı bu düşüncelerime rağmen, hâlâ isteyebileceğimi fark ettim. Bu bana çok ilginç geldi; çünkü aslında hayatımda güven duygusu zaten vardı. Demek ki, güven duygusundan farklı olarak o ilişkilerde bulunan ne varsa, insan o şeyi istiyor hayatında. Demek ki, orada farklı bir şeyler var ve işin daha da güzel yanı, ben saplantılara katlanmak yerine, o şeyi aramaya devam ediyorum.

Alışveriş merkezinden çıktığımda trafik aynı boğuculuğuyla devam ediyordu.

9 Şubat 2013 Cumartesi

Bir pazar muşmulası (buraya alengirli bir kelimenin gelmesi gerekiyordu ama hangisi, bulamadım)

Uzaklarda kaldım uzun uzun. Nereden neye başlayabileceğimi bilmiyorum (her zamanki gibi), ama bir şeyler bana buralarda biraz durmam gerektiğini söylüyor. Güzel, biraz boş bir Pazar akşamı. Günler gittikçe uzuyor, eve dönüşlerim aydınlanıyor. Yine de kıstırıldığımı hissediyorum bazen. Belki zaman kıstırıyor beni, belki insanlar. Yine de yazdığım şeyin gözüktüğü kadar kötü bir durumda değilim. Kendimi suyun üzerinde tutmayı öğrendim belki de. Hem bahar da geliyor. Son bir, iki haftadır hava fazlasıyla güzel. Dışarıda vakit geçirilebiliyor. Yürüyüşe çıkabildiğim bazı günler oldu. Yeni kitaplar aldım, kütüphanemden tam ruh halime uygun kitaplar seçip, çok hızlı okuyabiliyorum. Mesai sırasında daha fazla işim oluyor artık, üstelik çevremdeki birkaç sağlam arkadaşımla beraber gerçekten kahkaha attığım çok zaman oluyor. Ojem bozuldu, ama artık beşinci defa silip tekrar sürmeyeceğim. Hala insanları anlamaya çalışıyorum, hatta bazen onları belli kalıplara da sokuyorum, ama bu kalıp sürekli değişiyor, yeni bir şekil alıyor. Eskiden sinirleneceğim, kızıp bağıracağım çoğu zamanda artık olayla ilgileniyormuş gibi görünüp, içten içe olaya gülüp geçebiliyorum. Bulutlar hızlıca ilerliyor. Bir an  gökyüzüne baktığımda mavi boşluğu görebiliyorken, iki saat sonra kafamı kaldırdığımda gri bulutların toplanışını görebiliyorum. Fakat yine de bunların çoğunu göremiyorum, çünkü haftanın beş gününü bütün gündüz vaktini yapay ışıkların ve bir bilgisayar ekranının başında geçiriyorum. Çalışmak güzel bir şey, yine de gündüz vaktini kendime ayırabileceğim şekilde kopyalayabilmek isterdim. Her gün gündüz vaktinin biraz daha uzaması bir umut verse de, bütün gün çalışmak için de olsa beton duvarlarla çevrili havasız ofise kapanmak beni biraz huzursuz ediyor. Dışarıda daha fazla zaman geçirebilmeyi isterdim. Yine de baharın gelmesine daha çok var. Şubat ayını oldukça ılık geçiriyoruz; geçen gün öğle yemeğine giderken yol kenarındaki ağaçların utanmadan ufacık çiçeklerini patlattıklarını gördüm. Yine de mart ayının bütün soğukları tekrar taşıyabileceğinden korkuyorum. Kitaplığıma yeni kitaplar ekliyorum sürekli, kitaplığıma düşen gün ışığını izlemeyi seviyorum; çünkü kitaplığım beyaz renkli ve üzerine gün ışığı düştüğünde çok aydınlık oluyor. İyi mi değil mi bilmiyorum, ama kendimi hayatın akışına çok güzel bıraktım. Nereye gideceğimi bilmiyorum. Hayal ettiğim birtakım şeyler var; bunları yapamamaktan korksam da, bir yandan henüz bunları yapmak için bulunmam gereken yerde olmadığımı da düşünüyorum ve aynı zamanda da o yere yaklaştığımı düşünsem de, o noktayı kaçırmak fikri hoşuma gitmiyor. Bu fikirden korkmuyorum; sadece düşüncelerime takılıyor. Asetonun yapay, şekerli kokusunu hiç sevmiyorum. Sevmiyorum; zaten insanoğlu pek çok zaman durması gereken yerde duramıyor. Aseton, ucuz şeker gibi kokmamalı. Aseton, aseton gibi kokmalı ya da mümkünse hiç kokmamalı. Aseton kokusu konusunda seçim yapabilmeliyiz. Ben, asetonumun kokusuz olmasını tercih ediyorum. Başka kadınlar (ve belki bazı adamlar) asetonlarının yapay şeker kokmasından hoşnut olabilir, sırf bu kokuyu koklamak için her gün asetonla ojelerini silip tekrar sürebilir; ama ben asetondaki yapay şeker kokusunu sevmiyorum. Bu koku midemi bulandırıyor; üstelik ellerinizi sabunlasanız dahi kokunun uzun süre ellerinizden çıkmaması da cabası. Fakat plastik kutunun üzerinde "Asetonsuz Oje Temizleyici" yazıyor; yani bu yapay şeker kokulu, ojeyi çıkaran şey aslında aseton değil. Yine de aynı işlevi görüyor, görünüşü aynı. Bu oje temizleyicideki kokunun benzerleri asetonlarda da var. Asetonun (ya da oje temizleyicinin) kokusuz olması gerektiğini düşünüyorum. Ellerimde yapay şeker kokusu olmasını isteseydim bunun için özel bir parfüm ya da benzeri bir koku kullanabilirdim. Fakat asetonumun kokusunun olmasını istemiyorum. En azından, ellerime saatlerce sinip kalacak, odamdaki havayı solunmaz hale getirecek bu kokuyu kendi sevdiğim şekilde seçebilmeyi tercih ederdim (daha hafif, daha çiçeksi bir koku olurdu sanırım). Ellerime sinen koku belki yarına kadar gider. Yarın pazartesi, yine nasıl geçtiğini anlayamayacağım bir hafta daha başlıyor olacak. Çarşamba günü öğle yemeği vaktine kadar gelip haftayı yarılamayı umut ederken, kendimi cuma günü son bir buçuk saatin geçmesini beklerken bulacağım (ya da belki bulmayacağım). Hafta sonunun geldiğine sevinirken, bir anda bir pazar akşamı yatmadan önceki son saati umutsuzca "yaşamaya" çalışacağım, bunun için önce kitap okumaya karar verip bilgisayarı kapatacağım, daha sonra yatağa girip kitabımı elime alacağım ve bir buçuk sayfa okuduktan sonra göz kapaklarım ağırlaşmaya başlayacak, gözlerimi kırpıştırarak uyumamak için savaş verirken bir sayfa daha ilerleyeceğim ve en sonunda pes edip, kitabı kapatacağım ve ışığı söndürüp, vücudumu kulaklarımın üst kısmına kadar gelen yorganla düzgünce kapatmaya çalışarak sol tarafıma dönüp gözlerimi kapatacağım. Abuk sabuk, bazen de dahiyane düşünceler kafamın içinden geçerken (bazılarını not almak isteyeceğim, ama ışığı açıp, kalem kağıt bulmak çok zor gelecek, bu yüzden vazgeçeceğim) uykuya dalmam beş dakikamı almayacak. Bazen bu sırada yarın evden çıkarken yanıma almam gereken bir şeyi hatırlayacağım ve isteksizce ışığı açıp, kısık gözlerle ortalıkta bir yerlerde bir kalem ve bir kağıt arayacağım ve notumu yazıp, sabah evden çıkmadan görebileceğim bir yere bırakacağım. Tam yatağıma geri dönerken sarı ışıkla turuncu çarşafın (turuncu olması kafamda bazen soru işareti bırakıyor) üzerindeki gölgeli kıvrımlar dikkatimi çekecek. Ayaklarım soğuk laminant parkeden ayrılıp örtünün altına girdiğinde tekrar mutlu olacağım, kalp atışlarım eskisi kadar yavaşladıktan sonra her şey önceki gibi devam edecek ve ne olduğunu bile anlamadan uykuya dalacağım.

Yazının bu kısmına kadar gelmeyi başarabilmiş ya da bilinmeyenleri atlamayı cesaret edebilmişler için: Edith Piaf - Non, Je Ne Regrette Rien