9 Şubat 2013 Cumartesi

Bir pazar muşmulası (buraya alengirli bir kelimenin gelmesi gerekiyordu ama hangisi, bulamadım)

Uzaklarda kaldım uzun uzun. Nereden neye başlayabileceğimi bilmiyorum (her zamanki gibi), ama bir şeyler bana buralarda biraz durmam gerektiğini söylüyor. Güzel, biraz boş bir Pazar akşamı. Günler gittikçe uzuyor, eve dönüşlerim aydınlanıyor. Yine de kıstırıldığımı hissediyorum bazen. Belki zaman kıstırıyor beni, belki insanlar. Yine de yazdığım şeyin gözüktüğü kadar kötü bir durumda değilim. Kendimi suyun üzerinde tutmayı öğrendim belki de. Hem bahar da geliyor. Son bir, iki haftadır hava fazlasıyla güzel. Dışarıda vakit geçirilebiliyor. Yürüyüşe çıkabildiğim bazı günler oldu. Yeni kitaplar aldım, kütüphanemden tam ruh halime uygun kitaplar seçip, çok hızlı okuyabiliyorum. Mesai sırasında daha fazla işim oluyor artık, üstelik çevremdeki birkaç sağlam arkadaşımla beraber gerçekten kahkaha attığım çok zaman oluyor. Ojem bozuldu, ama artık beşinci defa silip tekrar sürmeyeceğim. Hala insanları anlamaya çalışıyorum, hatta bazen onları belli kalıplara da sokuyorum, ama bu kalıp sürekli değişiyor, yeni bir şekil alıyor. Eskiden sinirleneceğim, kızıp bağıracağım çoğu zamanda artık olayla ilgileniyormuş gibi görünüp, içten içe olaya gülüp geçebiliyorum. Bulutlar hızlıca ilerliyor. Bir an  gökyüzüne baktığımda mavi boşluğu görebiliyorken, iki saat sonra kafamı kaldırdığımda gri bulutların toplanışını görebiliyorum. Fakat yine de bunların çoğunu göremiyorum, çünkü haftanın beş gününü bütün gündüz vaktini yapay ışıkların ve bir bilgisayar ekranının başında geçiriyorum. Çalışmak güzel bir şey, yine de gündüz vaktini kendime ayırabileceğim şekilde kopyalayabilmek isterdim. Her gün gündüz vaktinin biraz daha uzaması bir umut verse de, bütün gün çalışmak için de olsa beton duvarlarla çevrili havasız ofise kapanmak beni biraz huzursuz ediyor. Dışarıda daha fazla zaman geçirebilmeyi isterdim. Yine de baharın gelmesine daha çok var. Şubat ayını oldukça ılık geçiriyoruz; geçen gün öğle yemeğine giderken yol kenarındaki ağaçların utanmadan ufacık çiçeklerini patlattıklarını gördüm. Yine de mart ayının bütün soğukları tekrar taşıyabileceğinden korkuyorum. Kitaplığıma yeni kitaplar ekliyorum sürekli, kitaplığıma düşen gün ışığını izlemeyi seviyorum; çünkü kitaplığım beyaz renkli ve üzerine gün ışığı düştüğünde çok aydınlık oluyor. İyi mi değil mi bilmiyorum, ama kendimi hayatın akışına çok güzel bıraktım. Nereye gideceğimi bilmiyorum. Hayal ettiğim birtakım şeyler var; bunları yapamamaktan korksam da, bir yandan henüz bunları yapmak için bulunmam gereken yerde olmadığımı da düşünüyorum ve aynı zamanda da o yere yaklaştığımı düşünsem de, o noktayı kaçırmak fikri hoşuma gitmiyor. Bu fikirden korkmuyorum; sadece düşüncelerime takılıyor. Asetonun yapay, şekerli kokusunu hiç sevmiyorum. Sevmiyorum; zaten insanoğlu pek çok zaman durması gereken yerde duramıyor. Aseton, ucuz şeker gibi kokmamalı. Aseton, aseton gibi kokmalı ya da mümkünse hiç kokmamalı. Aseton kokusu konusunda seçim yapabilmeliyiz. Ben, asetonumun kokusuz olmasını tercih ediyorum. Başka kadınlar (ve belki bazı adamlar) asetonlarının yapay şeker kokmasından hoşnut olabilir, sırf bu kokuyu koklamak için her gün asetonla ojelerini silip tekrar sürebilir; ama ben asetondaki yapay şeker kokusunu sevmiyorum. Bu koku midemi bulandırıyor; üstelik ellerinizi sabunlasanız dahi kokunun uzun süre ellerinizden çıkmaması da cabası. Fakat plastik kutunun üzerinde "Asetonsuz Oje Temizleyici" yazıyor; yani bu yapay şeker kokulu, ojeyi çıkaran şey aslında aseton değil. Yine de aynı işlevi görüyor, görünüşü aynı. Bu oje temizleyicideki kokunun benzerleri asetonlarda da var. Asetonun (ya da oje temizleyicinin) kokusuz olması gerektiğini düşünüyorum. Ellerimde yapay şeker kokusu olmasını isteseydim bunun için özel bir parfüm ya da benzeri bir koku kullanabilirdim. Fakat asetonumun kokusunun olmasını istemiyorum. En azından, ellerime saatlerce sinip kalacak, odamdaki havayı solunmaz hale getirecek bu kokuyu kendi sevdiğim şekilde seçebilmeyi tercih ederdim (daha hafif, daha çiçeksi bir koku olurdu sanırım). Ellerime sinen koku belki yarına kadar gider. Yarın pazartesi, yine nasıl geçtiğini anlayamayacağım bir hafta daha başlıyor olacak. Çarşamba günü öğle yemeği vaktine kadar gelip haftayı yarılamayı umut ederken, kendimi cuma günü son bir buçuk saatin geçmesini beklerken bulacağım (ya da belki bulmayacağım). Hafta sonunun geldiğine sevinirken, bir anda bir pazar akşamı yatmadan önceki son saati umutsuzca "yaşamaya" çalışacağım, bunun için önce kitap okumaya karar verip bilgisayarı kapatacağım, daha sonra yatağa girip kitabımı elime alacağım ve bir buçuk sayfa okuduktan sonra göz kapaklarım ağırlaşmaya başlayacak, gözlerimi kırpıştırarak uyumamak için savaş verirken bir sayfa daha ilerleyeceğim ve en sonunda pes edip, kitabı kapatacağım ve ışığı söndürüp, vücudumu kulaklarımın üst kısmına kadar gelen yorganla düzgünce kapatmaya çalışarak sol tarafıma dönüp gözlerimi kapatacağım. Abuk sabuk, bazen de dahiyane düşünceler kafamın içinden geçerken (bazılarını not almak isteyeceğim, ama ışığı açıp, kalem kağıt bulmak çok zor gelecek, bu yüzden vazgeçeceğim) uykuya dalmam beş dakikamı almayacak. Bazen bu sırada yarın evden çıkarken yanıma almam gereken bir şeyi hatırlayacağım ve isteksizce ışığı açıp, kısık gözlerle ortalıkta bir yerlerde bir kalem ve bir kağıt arayacağım ve notumu yazıp, sabah evden çıkmadan görebileceğim bir yere bırakacağım. Tam yatağıma geri dönerken sarı ışıkla turuncu çarşafın (turuncu olması kafamda bazen soru işareti bırakıyor) üzerindeki gölgeli kıvrımlar dikkatimi çekecek. Ayaklarım soğuk laminant parkeden ayrılıp örtünün altına girdiğinde tekrar mutlu olacağım, kalp atışlarım eskisi kadar yavaşladıktan sonra her şey önceki gibi devam edecek ve ne olduğunu bile anlamadan uykuya dalacağım.

Yazının bu kısmına kadar gelmeyi başarabilmiş ya da bilinmeyenleri atlamayı cesaret edebilmişler için: Edith Piaf - Non, Je Ne Regrette Rien

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder