güven etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
güven etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Şubat 2013 Cumartesi

Çiftler dairesinde ufak bir noktadan geçen sonsuz sayıdaki doğrular bütünü

Aseton kokusunu sevmiyorum. Odamın aseton kokması hoş değil; çünkü aseton nefesimi daraltıyor. Bir daha akşam oje sürdüğümde odamı havalandırmaya dikkat edeceğim. Ojemi silmeden yapamayacağıma göre (tam bu noktada bazı kelimeleri kullanmaktan özenle kaçıyorum); oje kokusu yayıldıktan sonra ondan kurtulmanın bir yolunu bulmam gerek. Şu sahaf dükkanının sahibi gıcık adam ile asetonun benzer özelliklere sahip olduğuna dair bir önsezim var (belki de ön yargı), sanırım buldum: İkisiyle de uğraşmak istemememe rağmen, ikisine de belirli konular için ihtiyacım var. Bağlaç olan de'leri ayrı yazmaya duyduğum ihtiyaç gibi. Beni bunu yazmaya çalışırken dik tutacak şey gibi. Bu sağ elim de olabilir, ama içimden bir ses sol elimin de bu işte dolaylı yoldan parmağı olduğunu söylüyor. Yine de (her zamanki gibi) emin konuşmak istemiyorum. Belki de bu bir hata, bilmiyorum. Tek bildiğim şey, bunun bir hata olduğu zamanları gördüm, çokça gördüm. Fakat beni mutlu eden şey şu ki, bütün bu zamanların hepsinin bir ortak noktası vardı; sonuçlar üzerinde dolaylı yoldan etkilerim bulunsa da (hayır, hiçbir şey için geç sayılmaz), sonuçların sorumlusu direk ben değilim. Ya da belki de sadece kendimi kandırıyorum.

Kafamın genişleyip kafatasımdan çıkışını fark ediyorum, o sırada bacağımdaki bir kaşıntı beni kendime getiriyor. İşin daha da kötüsü, dün akşamki akıl almaz (saçmalık/etkileyicilik) katsayısı olan rüyamı hatırlıyorum, pek çok gece hemen uyumadan önce yaptığım gibi.

Bu sefer o eski binadaki biraz viktoryen, antika görünüşlü daire, hazırlamaya çalıştığım tatlı tabakları, eriyen dondurma ve keserken mundar ettiğim meyve (şeftali yada mango ya da onun gibi bir şey olduğunu sanıyorum) var aklımda. Belki de bir sonrakine hazırlık yapıyorum. Belki susmam gerektiği halde susmuyorum (ki bu gerçekten hiç önemli değil; tepelerin arasında yaptığımız tüm o yolculukların yanında). Burada kalışımız yoruyor bizi; gitmek konusunda hiçbir fikrimiz yok, belki daha sonra olacak.

***

Aslında her şey fazlasıyla pisleşebilir, bunu biliyoruz.

Geçen gün sevgililer günüydü. Yaklaşık bir haftadır mesaiden 6’da çıktığım için trafiğin en civcivli, en boğucu zamanına kalıyorum. O gün de otoparkın kapısından bile on beş dakikada anca çıkınca, yolumun üzerindeki alışveriş merkezine girip trafik biraz rahatlayana kadar vakit geçirmeye karar verdim (çünkü o gün henüz “yeteri kadar sevgililer günü muhabbeti görmemiştim”). Bir yandan da sevgililer günü münasebeti ile kendini alışveriş merkezine atmış çiftleri, çok gençleri, az gençleri, aşktan beklentisi çoktan karşılanmış olanları ve diğerlerini gözlemleme fırsatım oldu.

Bir kere şunu söylemeliyim; erkeklerin kadınlar hakkında genel olarak şikayet ettiği pek çok noktada onlara hak veriyorum. Alışveriş merkezinde gezen çiftler arasında en çok dikkatimi çekenler, çanta ve torbaları taşırken kabullenmiş gözlerle etrafı seyreden erkekler ile erkeğe ilgisiz, askıdaki kıyafetlere ise kesinlikle ilgili kadınlar oldu. Eve dönerken arabada bunu düşündüm; ilişkilerin bu kıvamını sevmiyorum işte. İnsanın “sevgilisinin olması” tek başına yeterli bir şey değil. “Aşk” konusunda insanların kafasının çok karışık olduğunu düşünüyorum; bunun temelinde toplumsal baskılar, medyanın şekillendirmeleri gibi çok şey var; bunlara girmeyeceğim. Aynı gün arkadaşlarımla benzer konulardan sohbet ederken, biri ilişkisinin bitmek üzere olmasına rağmen “kendini yalnız hissetme” duygusuna, bir kişinin getirdiği güven duygusunun yokluğuna alışkın olmadığı için ayrılamayacağını söyledi (ya da buna benzer bir şeydi, tam hatırlamıyorum). Bir kişiden tek başına gelen güven duygusu bana bir “aşk” ilişkisini yaşatmak için yeterli gözükmüyor. Evet, insanın aşık olduğu kişi kesinlikle ona güven duygusu verir, ama insana güven duygusu veren her şey aşk demek değildir. Şundan da eminim, hayatımda güven duyduğum, her zaman yanımda bulduğum, her zaman yanımda bulmak istediğim, her zaman yanımda olacağına inandığım ve her zaman da yanında olmak istediğim biri var; ama aşk değil bu. Aşkla karıştırılmaması gereken bazı şeyler elekten geçirilmeli; çünkü eğer bu duygular doğru şekilde anlaşılıp, gerektiğinde elenmezse, çok büyük karışıklıklar yaratabilir. İnsanların kişisel olarak duygularını yeteri kadar iyi tanıyamadığını düşünüyorum. En küçük bir güven kıvılcımı aşk olarak nitelendiriliyor; aslında bu koskocaman ve tehlikeli bir tümevarım. O kişide olmayabilecek pek çok şeyi (ki bunlar ne, bilmiyorum) olabilecekmiş gibi varsaymak biraz “desteksiz” bir atış bence.

Evet, ne diyordum; yolda giderken konu üzerinde düşüncelerim öyle güzel toparlandı ki, birden kendimle ilgili çok önemli bir gözlemin sonucuna vardım (maalesef şu an o kadar güzel toparlayamayacağım): Yanımda çok büyük güven duyduğum, çok sevdiğim bir insan var, ama ona aşık değilim. Bir insana güven duymakla bir insana aşık olmak arasındaki farklar neler? Bir insana aşık olmak gerekiyor mu gerçekten? Yoksa aşık olduğunu sanan insanların aradığı şey aslında biraz ilgi, biraz güven duygusu mu? Bu duyguları aşktan ya da aşk sandığımız şeyden başkası veremediği için mi kendilerini bu şekilde mutlu etmeye çalışıyor insanlar? Aşk buysa buna gerçekten gerek var mı? Bir hayli ilginç bir şekilde, görünürde ne kadar boş, mantıksız olursa olsun, insanların, ergenlerin ve duygusal açıdan ergen kalanların alışveriş merkezlerinde, sinemalarda yaşadığı o pıtırcıklı “aşk” kıvamını yaşamayı bu düşüncelerime rağmen, hâlâ isteyebileceğimi fark ettim. Bu bana çok ilginç geldi; çünkü aslında hayatımda güven duygusu zaten vardı. Demek ki, güven duygusundan farklı olarak o ilişkilerde bulunan ne varsa, insan o şeyi istiyor hayatında. Demek ki, orada farklı bir şeyler var ve işin daha da güzel yanı, ben saplantılara katlanmak yerine, o şeyi aramaya devam ediyorum.

Alışveriş merkezinden çıktığımda trafik aynı boğuculuğuyla devam ediyordu.

29 Ekim 2012 Pazartesi

Omuz ve ense arasında bir yerlerde

Çürümek de bir sanattır bazen, böyle olduğunda işleri çok farklı noktalara geçirebilir. Net konuşmayalım ki kimse uyanmasın. Sarı yapraklar kaldırımlarda desenler oluşturmaya başladı; yağmur damlaları çizdi bütün bu desenleri. Metrelerce yukarıdan hızlarını alarak alçaldılar, alçaldılar, alçaldılar; sonra bir yaprağa denk geldi biri belki, ötekisi arabanın tepesine düştü, bir diğerinin yolculuğu annesinin elinden tutarak çekiştirdiği bir çocuğun avucunda son buldu. Bazıları ise yerdeki sarı yaprakların üzerine düşüp onları betona yapıştırdılar; tıpkı anaokulundayken yaptığımız faaliyette arka bahçeden yaprak toplayıp yapıştırıcıyla plastik tabağa yapıştırdığımız gibi. Onun yapışkansızı. Ve daha kendiliğindeni. Ve arka bahçede olmayanı. Aslında arka yok, ön de yok. Aslında böyle bir şey de yok, çünkü ikisi de var. Biri diğerini var gibi gösterdi. Ya da aralarındaki binalardı belki bunu gösteren. Ya da bu binayı gören gözler. Ya da görüleni işleyen beyin. Ya da işleneni anlayan akıl.

***

Bugün günlerdir benle beraber sürünen kitabımın içinden fırladım, ondan çıktım; eskilerin radyo cızırtılarından, billur seslerinden taştım; ondan da çıktım, biraz daha yeni eskilere bulaştım, tatlar, kokular, sesler, ışık birbirine geçti; uykum geldi, başımı güvenle yasladım. Eskiyen, ama pas tutmayan şeylerin arasında güzelleştim, mutluluğu hissettim. Zamanında "Acaba olur mu ki" dediğim şeyler olmaya devam ediyor. Güven duygusu sardı etrafımı, o tanıdık, bildik seslerin içindeydim yine. Bilinenlerin üzerinden yıllar geçmişti, bilinen şeyler değişmişti, ama ben onları hala biliyordum, bilmeye devam ediyordum; bu yüzden güvendeydim, tanıyordum. Şu duyguyu o kadar seviyorum ki. Gözlerime külçeler bağladılar sanki; uykum var, üstelik saçım başımdan da sigara kokuları yükseliyor. Başka şeyler de var. Yine de mutluyum. Bunun adı "güven" duygusu. O noktalara bakınca anlıyorum. Yanılmayacağımı biliyorum. Uzaklardan... Kimsecikler alıp götürmezken... Güzelliklere sarılmak... Yaşamın getirdiği bütün o saçmalıkların arasındaki ufak tefek iyi niyete tutunmak... Elimde olan bu çünkü...

Bugün bu kadarız. Resim yok, Fırat karikatürü yok, müzik yok. Hepsi benim kafamda çünkü. Benimle beraber kalacaklar. ANLATAMAM. Çok uykum var. Silip tekrar yazamam. Silemem. Tekrar yazamam. Yazıyorum. Aslında gerçekten yazamam. Sadece kafanızı karıştırıyorum. Kafam karışmıyor. Kafam yok gibi. Kafam var tabi ki de. Ama size olmadığını söylüyorum. Olmadığını söylemiyorum, yok gibi olduğunu söylüyorum. Gözlerim kapanıyor. Kopyayı birinden aldım. Peki o da benim gibi beceriksiz miydi? Hiç sanmıyorum. Anlaşılmayı bekliyor muydu? Büyük ihtimalle hayır. Zeki bir adamdı. Bu yüzden kimse onu anlamadı. O da bunu biliyordu. Bunun için rahat davrandı. Atlanacak cümlelerle doldurdu paragrafları. Yine de yazdı. Yazmayı bırakmadı. Belki bıktı. Bölük pörçük oldu her şey, birleştirmekten nefret etti, en sona bölük pörçük cümleler bıraktı. Bitti sanıyordum, bitmedi. Bitmedi sanıyordum, sandığımdan daha kolay bitti. Bir gece öncesinin saçma sapan, prefrontal kortekssiz rüyalarını bir yana bırakalım ve bu akşamın saçma sapan, prefrontal kortekssiz rüyalarına geçelim. Fazla tekrar yapmadım. "Yapmadım" değil, "yapmadan". Ben bayadır tekrar ediyorum halbuki. Bu kopyayı birinden aldım ben, bir adamdan. Kır saçlı. Mavi gözlü. Delici bakışları var. Zeki bir adam; zekası gözlerinden okunuyor. Kendisini çok iyi tanımıyorum. Ama ondan çok önemli bir kopya aldım. Benim için çok önemli. Başkalarının umrunda bile olmayabilir. Sorun değil. Saat ilerledi. Dün bu saatte çoktan uyumuştum. Çoktan uyumamıştım aslında, yeni uyumuştum, belki bir yarım saat olmuştu. Uykuyla, uykusuzlukla ilgili şikayet etmek ya da bunlarla ilgili bir şikayeti okumak çok sıkıcı; çünkü çok sıradan. Bu yüzden sus. Bugün hep susturuldum. Saçlarım sigara kokuyor. Ellerim de. Büyük ihtimalle üstüm başım da sigara kokuyor. Giysilerimi havalandırmalıyım. Kitabımı da çantamdan çıkarmalıyım. Uyumam gerek, ama uyumakla ve uykusuzlukla ilgili şikayet etmek istemiyorum. Aslında biraz fazla uyuyorum, bu kadar uyumasam da her şey yolunda gidebilmeli. Sonra aniden aklıma İzmir'deki o "İzban" durağı geliyor; sanırım Semt Garajı durağıydı (delici bakışlı adamın aksine ben yer adlarını açıkça belirtmekten kaçınmıyorum, başka şeylerden kaçınıyorum). Cayır cayır yanan havada ayağımdaki topuklu, siyah ayakkabıların üzerinde uzun süre yürümüş, yürümüş ve yürümüş olmanın getirdiği yorgunlukla ayaklarımın yandığını hatırlıyorum. Topuklu ayakkabılarımı çantamdaki düz ayakkabılarla değiştirirken etrafımdaki insanlar garipsiyorlar biraz biraz; ama umrumda değil. Yine de topuklu ayakkabıları düz ayakkabılarla değiştirmek rahatlamak için yetmiyor, çünkü ayak tabanlarım sıkışmaktan, sıcaktan uyuşmuş, düz ayakkabıyla bile üzerine basamıyorum. Sonra İzban geliyor olsa gerek; yürürken ayaklarımı yan yan basıyorum tabanlarım acımasın diye; sonra da büyük ihtimalle klimayla serinletilmiş vagona binişim ve ardından anneannemin evine doğru yol alışım... Cümleleri yarım bıraktığımı görünce kendime kızıyorum; her şeyi yarım bırakacaksam yazmamın bir anlamı var mı? Yarım cümleleri sonunu başkaları getirsin diye yazıyoruz, ama aslında herkes anca kendi payına düşeni çıkarabiliyor; sadece bu yarım cümlelerden de değil, tam cümlelerden bile. Yine de tam cümleler yarım cümlelere göre biraz daha fazla tercih edilmeli gibi geliyor içinde bulunduğum durum için; ama ben tüm bunların aksine cümleden kat'iyen atılmaması gereken kelimeleri bile çıkarmaya başladım; neyse ki çok geçmeden fark edebiliyor ve düzeltebiliyorum; ve siz de okuduğunuzdan belki koca bir tuz gölünde bir tuz tanesi kadar daha fazla şey çıkarabiliyorsunuz. Ne büyük başarı, ne büyük şevk. Sonra Demirköprü'den geçtikten sonra Tansaş'ın önünden sahile çıkan yol düşüyor zihnime, bir yaz akşamı belli ki, arabaların farları yolun kenarındaki pembe çiçeklerle dolu ağaçları ve diğer ağaçları aydınlatıyor.

Açıkça görülüyor ki, uyumalıyım. Yazdığımı sonuca bağlayacak kadar bile uyanıklığım yok. Bundan faydalanmak istiyor bir yanım, öteki yanımın ise başı klavyeye düşmek üzere. "adsgggggggggggggggggggggggggggggg" gibi anlamsız ve takık bir yazı görürseniz bilin ki başım klavyeye düşmüştür ve uyuyakalmışımdır, sonra da bir şekilde uyku arasında "yayınla"ya basmışımdır ve sonra siz yazıyı okumaya başlamışsınızdır, hatta utanmadan sıkılmadan sonuna doğru da gelmişsinizdir (umuyorum ki artık sonu olur buralar bir yerler). Belki aralarda başka şeyler olmuştur, belki kapı çalmıştır ve gidip kapıya bakmışsınızdır, belki Facebook chat'ten biri sizi dürtmüştür, belki anneniz seslenmiştir, belki de bambaşka bir şey. "Uyusana artık ya!" dediğinizi duyar gibiyim, biliyorum, gerçekten uyusam iyi olacak ama bir yanım da susmuyor işte; anlatacak bir şeylerim var gibi, aslında yok gibi de, şimdiye kadar yazdıklarıma bakarsak; bilmiyorum, evet, sonradan tekrar bakarsak; bizi ne kadar tatmin edebilir bilemiyorum.

Biliyorum ama gerçekten biliyorum, bu gece için uyku vaktim geldi; çünkü hem gözlerim kapanıyor, hem hala üstüm başım sigara kokuyor (ki sigara içmem, sigaradan hiç ama hiç hoşlanmam, sigara kokmaktan da pek hoşnut sayılmam), hem yarın düzgün bir saatte uyanabilmem lazım. Başımın arkasından yukarı doğru hafif bir ağrı yükselmeye başladı; "çeneni kapat" diyor belli ki. Tamam. Tekrar görüşelim buralarda. Yeniden beklerim. Hem sizi, hem kendimi.