22 Ekim 2012 Pazartesi

Mavi gitar için bir başka şarkı

Günleri, geceleri geçireceğiz burada, bu perdelerin hafifçe karanlıklaştırdığı büyük odada, kurumaya yüz tutmuş ve henüz kurumamış rengarenk çiçeklerin arasında. Gün ışığı dışarıda başka hayatların üzerine parlayacak, biz ise bizi kalbimizden vuran şarkılarla kendimizi avutacağız. Umutlu konuşmak istiyorum yine de. Umutsuz konuşmaya uygun değil ruh halim. Kuruyan çiçeklere, odanın karanlığına, herkesin başını sessizce bilgisayara gömüp ayrı dünyalara dalıp gitmesine karşı şiirsel bir sevgi duyuyorum. Sanılandan daha güzel. Ayrıydık, bir araya geldik, birleşik olduk. Görünmeyen bağlantılar bağlıyor bizi birbirimize; bazen sanki her şey her yerde aynıymış gibi geliyor. İpin bir ucundaki nereye giderse diğerini de kendisiyle beraber çekiyor sanki. Burada oturmuyorum aslında; kapalı bulutların arasında, ılık bir havada, çimlere karışmış saçlarım; bulutların arasından sızan gün ışığı gözlerimi alıyor; uykumu getiriyor. Kahve benim uykumu açmaz öyle. Birbirimizi çekip, bırakıyoruz. Defalarca. Notalar bizi çekip, bırakıyor. Bizi birbirimize bağlayan iplerden oluşan bir denizin içinde yüzüp duruyoruz, bir o yana, bir bu yana sallanarak. Yalnızım sanıyorum, yalnız değilim sanıyorum; hepsinde yanılıyorum. Aslında hiçbir zaman yalnız olmadım. Belki yanlış oldum, ama yanlış olurken bile yalnız değildim. Hiçbir zaman beraber de olmadım. Eğer arada kalıp kalmadığımı merak ediyorsanız; o da değil. Ben hep aynı anda ikisini de oldum. Bütün sesler, görüntüler, fikirler kafamın içinde bir orkestra gibi aynı anda çınladı; sıraya girmelerini beklemedim. Bazı sesler daha baskın oldu bazen; bazılarıysa hep daha derinden geldi; varlıklarını bile fark etmedim ki, yokluklarını fark edeyim. Kilometrelerce uzakta havada özgürce uçuşan su buharı taneciklerinden etkilendim, ruh halim değişti; belki bir örtüye sarınmak istedim, belki bir kupa sıcak çay, hatta belki de televizyondaki aptal evlilik programları... Fakat hiçbir zaman bunları yapmak için uygun fırsatım olmadı. Yaptığımda ise hep yarım kaldım; işler hiç de umduğum gibi gitmedi. Hayallerimi o kadar sevmiştim ki, “gerçek” dediğim şeyler nefesimi tıkadı, elimi kolumu bağladı; belki de öylece kalakaldım. Satırlarca yazmak istedim belki, hiç durmadan, belki biraz duraksayarak, saatlerce, sayfalarca yazmak istedim; sonradan dönüp bakmaya değecek şeyler yazmak istedim. Özneler karıştı, nesneler hiç karışmadı; sonra harfler birbirine girdi. Yazdığım cümleyi sildim sonra. Sanki şimdiye kadar yazdıklarım ondan farklıymış gibi... Belki de gerçekten farklıydı. Belki de gerçekten onu silmeliydim. Belki de asla silmemeliydim. Beyin dalgalarım düzelsin diye müzik dinledim. Işıklar söndü, lambalar arızalandı, havalandırmalar temiz hava üflemez oldu. Boğulacak gibi olduk. Her şey birbirine geçti derken bile saçmalamıştım aslında; çünkü her şey zaten birbirine çoktan geçmişti, her zaman öyleydi ve bundan sonra da öyle olmaya devam edecekti. Belki her zaman böyle olmalıydı. Karanlığa gömülmeliydik. Belki gereksiz yere aydınlatılan odalardı bizi bizlikten çıkaran. Ama neyse ki unutmamıştım; ne yazacaklarımı, ne de dilbilgisi kurallarını.

Bardaklarca kahve gitti, florasan lambalar yandı, söndü, yandı, söndü, tekrar söndü, sonra tekrar yandı. Biz ise hep birbirimize benzedik. Gördüklerimizle şekillendik, görmediklerimizle de şekillendik. Sınırlandık, duvarlar sadece odaların etrafında sandık. Sonra o tatlı karanlık geldi. Pencereye bakmaktan bile kaçındım. Gereksiz cümleleri sevmiyorum.

Gözlerime ağrı giriyor. Işıksızlıktan değil, ışıktan bence. Niye hep kendimle uğraşıyorum? Artık başka isimler kullanmaya başlamamın zamanı geldi bence. Güzel isimler bulmalıyım, kitaplardaki gibi havalı olmalı. Amélie mesela, güzel olabilir. Berivan da diyebilirdim, ama olayı fazla etnik bir hale getirmek istemiyorum. Bakın işte, bir sınır daha kaldırdım. Bir dahaki sefere bir Japon adı bulmaya çalışırım belki; ya da Jamaika’dan bir isim; belki Meksika’dan, ya da ona benzer bir şekilde İspanya’dan... Pablo olabilir mesela. Hintli yapıp, soyadını Chopra koyabilirim. Annesini Faslı, babasını Fransız yapabilirim. Fas demişken, Albert Camus zamanlarının geldiğini hissediyorum.


***

Gerçeklikle hayal arasındaki sınır silinmeye başladığında insanlar korkar. Psikologlar, psikiyatrlar, ruh ve sinir hastalıkları hastaneleri, belki 8-10 hastanın bir arada kaldığı koğuşlar falan devreye girer. Bir yandan bunun gerekliliğini gözardı edemesem de, diğer yandan olayın vahim derecedeki gülünçlüğünü de arkamda bırakamıyorum. İşte teoriyle pratiğin, felsefeyle bilimin çatıştığı onlarca noktadan biri daha.

İlk defa Zamanın Kıyısındaki Kadın'ı okuduğumda durumun vahimliğini bu kadar net çakmıştım galiba. Kitapta akıl hastanesine düşen bir kadın bilinciyle geleceğe yolculuk yapıp duruyordu. Bu yolculuklar sırasında kadının bedeninin üzerinde birtakım şeyler olunca hastanenin psikopat hemşireleri ve onları aratmayan doktorları hastanın "gerçeklikten koptuğunu" iddia ediyorlardı; halbuki asıl gerçeklikten kopan onlardı. Düşünbilim (felsefe) gibi teorik temellerle ilgili yanı baskın bir alan yüzyıllardır "gerçeklik" kavramının içinden çıkamamışken, psikoloji (ruh bilimi) tüm pratikliğiyle felsefenin pratik yükleri kaldıramayacak kadar "iskambil kağıdından köprü" kıvamındaki teorik temellerinin üstünde zıp zıp zıplayarak, kişilerin "realiteden kopuş"unu bir anomali olarak gösteriyor ve bunu kendince "normal" sınırlarına çekmeye çalışıyor. İşin ilginç yanı, bu iki bakış açısı bir yerlerde birbirlerine ters düşüyor gibi olsa da; ayrı ayrı ele alındıklarında (ki çoğu zaman ayrı ayrı ele alınıyorlar benim gördüğüm kadarıyla; eğer daha sık beraber ele alınıyorlarsa da, uygulamaya geçtikleri yerlerde bir tıkanıklık var belki) ikisi de gayet tutarlı ve topluma ve insanlığa yararlı hale geliyor. Bu iki şey birbirlerini yıkıp geçecekken, bunların bir arada durmasını sağlayan harç ne o zaman? Belki de biraz kavram karmaşası yaşıyorum. Psikolojideki realite ile felsefedeki gerçeklik kavramlarının farkından mı kaynaklanıyor bu durum? Psikolojideki "realite"nin daha çok genelgeçer algılara dayalı olduğunu da düşünebiliriz; ama bu durumda olay yine dönüp dolaşıp aynı yere geliyor; algılar göreceli olabilir. Kendimizden başka hiçbir kimsenin/şeyin algılayışını bilemeyeceğimiz için, gerçekliğin nasıl olduğundan da hiçbir zaman emin olamayız gibi geliyor bana. Örneğin, sizin gördüğünüz yeşil ile benim gördüğüm yeşil farklı olabilir, gözlerimiz farklı algılıyor, ya da beynimiz farklı yorumluyor olabilir; ama mevcut bilgi seviyemizle bunu karşılaştırmamızın bir yolu olmadığı için, böyle bir fark olup olmadığını kesin olarak bilmemiz imkansız. Sadece daha önceki deneyimlerimize, beynimizin etrafımızda gördüklerimize daha önce yapıştırdığı etiketlere dayanarak karşımıza çıkan şeyleri anlamlandırabiliyoruz. Öte yandan eğer buralarda bir yerlerde aradığımız türden bir "gerçeklik" anlayışının peşinden koşuyorsak, aslında herkesin kendi "realite"si onun kendi çapındaki gerçekliğidir de. Hangisinin gerçek, hangisinin yanılsama olduğunu ölçmek bu noktada biraz da istatistiksel bir bakış açısı. Yine de, her ne olursa olsun, aslında kendimizi bildik bileli, hatta ondan da öncesinden beri içinde yüzdüğümüz bu şey hakkında hiçbir fikre sahip değiliz ve belki de bunu biraz kabul etmemiz, en azından böyle bir yaklaşımın olduğunun farkında olmamız gerekiyor, hatta işimize de oldukça fazla yarayacak olabilir.

***

Bitirmem gerektiğini bile bile bitirmiyorum. Bitirmekten kaçıyorum. Bitince ne olacağını kestiremiyorum. Önümde biraz daha zaman var. Limonu sonuna kadar sıkıp, çıkarabileceğim bütün suyunu çıkarmak istiyorum. Kahve içmemem gerekiyordu, ama onu da içiyorum. Neyse ki bardağı sadece yarısına kadar doldurdum. Şekersiz, sütsüz. Şekersiz çaya ve kahveye alışmaya çalışıyorum. Bir süre sonra şekerli çay ya da kahve içince midemin bulanacağını söylüyorlar. Henüz o raddede değilim, ama bitki çayları için artık şeker aramadığımı söyleyebilirim. Kahvenin sonunu getiremeyeceğim galiba.  Bunun da sonunu getiremiyorum. Hiçbir şeyin sonu gelmiyormuş gibi görünebilir, ama kesinlikle öyle değil. Dışarıda bulutlu, sarı bir hava var. Bilmiyorum, belki de hava bulutlu ve sarı değil, ama camlardan öyle yansıyor. Masanın üzerindeki eşyalara düşen yumuşak ışığı çok sevdim. Kulağımdaki müzikle, ağzımdaki acımtırak kahve tadıyla hoş bir ahenk içinde. Ben de üstüme düşeni yaparak tamamlıyorum bu ahengi. Bugün tam burada bunu yapmam gerekiyordu. İşte bazen böyle fark edersiniz; tam o anda orada olmanız gerekiyordur. Aslında her zaman olmanız gereken yerde, beraber olmanız gereken insanlarla, yapmanız gereken şeyleri yapıyorsunuzdur. Ama bunu her zaman fark edemezsiniz, sadece bazı değerli zamanlarda o size kendisini fark ettirir; anı oluşturan karelerin arasından size gülümser. O tatlı karanlık, onun gülümseyişinin ışıltısıdır belki. Herkes şikayet ederken, sonradan olacakları bile bile, içten içe gülümsemektir. Bazen bazı şeyleri olacağına bırakabilmektir. Sesleri duymamaktır. Görmek istemediğini görmemektir. İstediğini görmektir. Bunu yaparken de güzel şeyler görmektir, güzel şeyler duymaktır. Yanılmadan.


Bugün Yann Tiersen albümünden fırlamış sanki. Yukarıda bir yerde su buharı tanecikleri piyanodan çıkan notaların yaptığı gibi dönüp duruyorlar havada. Arada kalmadım ben. Ne buraya tıkıldım, ne başka bir yerdeyim. Her ikisinde yaşıyorum; buradayım ve içerilerdeki o yerdeyim ve hatta bunlardan ötedeki o yerdeyim de aynı zamanda. Ne kadar çok önyargıyı, etiketi kaldırırsam o kadar özgürleşiyorum. Sınırları kaldırmak için yola çıkıp, hiçbir yere/şeye ait olmadığımda, aslında her yere/her şeye ait oluyorum, ben onlara ait olduğumda onlar da bana ait oluyorlar; çünkü hepimiz birbirimize bağlıyız, hepimizin bu bütün içinde küçük, ama çok önemli yerleri var. Etiketler ise bizi sınırlandırıyor; her ne kadar biyolojik olarak beynimizin işleyişini hızlandırsalar da (evrimsel açıdan oldukça geçerli bir sebep), öyle zamanlar oluyor ki; acelesinin kurbanı oluyor insan.

***

Kafamın içindeki limonun bütün suyunu çıkardım. Midemde hafif bir bulantı var. Kahve soğudu, öylece bırakıyorum. Belki gitmeden lavaboya dökerim, tek kullanımlık bardağı da çöp kutusuna atarım. Bu sefer bunu da bitiriyorum burada.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder