4 Ekim 2012 Perşembe

Kareli defterden koparılan bir sayfa

Evleri uzaktaymış meğersem; oraya buraya taşıyacaklarmış meğersem; bir kaplumbağanın evini sırtında taşıyışı gibi. Seslerle zormuş, sessizlikle daha da zormuş; kendini dinliyormuş, kendini dinlemiyormuş; başkalarının dilinden konuşuyormuş; kişilerle, kişilikle oynuyormuş; sıkılıyormuş, bırakıyormuş, tekrar başlıyormuş, tuvalete gidiyormuş, ellerini yıkıyormuş... Gerilerden sesler geliyormuş; ellerini bırakıyormuş; bazen bırakacağı bir el de yokmuş; toz olup gidiyormuş, kayboluyormuş, tekrar buluyormuş; döngü sanmış ama dönmüyormuş; dönmüyor sanmış ama dönüyormuş; duruyormuş, durmuyormuş; tekrar dönüyormuş; yanıp yanıp sönüyormuş. Derinden müzik sesleri geliyormuş; neşeli insanların çaldığı şarkılar; huzurlu sesler yayılıyormuş mikrofondan. Sesler yükseliyormuş, alçalıyormuş; bu yükselmeler ve alçalmalar olmuyorsa hiç olmuyormuş. Sonra birden kesiliyormuş; anlaşılmaz bir şekilde yarım kalıyormuş her şey... Bütünün bütün bilgisi her parçasında ayrı ayrı varmış meğersem... Harflerle boğuşuyormuş, vazgeçiyormuş, sonra sesleri tanıyormuş; kulaklarına inanıyormuş; inanmaktan korkmuyormuş. Sonra dönüp bütün üç noktaları tek bir noktaya dönüştürüyormuş; çünkü uzatmayı ve sündürmeyi sevmiyormuş böyle yerlerde. Burası onun yuvasıymış, hakkında hiçbir şey bilmediği yuvası; öğrenmeye, keşfetmeye çalıştığı yuvası. Sıkıca kapatılmış pencerelere arkasını dönünce dışarıda yağmurlu bir hava var sanıyormuş; ama aslında yağmur yokmuş meğerse. Burası onun yuvasıymış; ona değer veriyormuş ve onun içinde sadece olması gereken şeylerin olması gerektiğine inanıyormuş; ama bunu kendisi de anlamıyormuş. Kulağında kulaklıkla etrafındaki insanlara bakıyormuş; bakıyor gibi yapıyormuş; bakmıyor gibi yapıp bakıyormuş. Dışarı çıkmak istiyormuş; ama herkes ona bakıyormuş, büyük biraderin gözleri onun da üzerindeymiş. Sadece hayal edebiliyormuş, sadece oraya dokunamıyorlarmış. Orası onun sığınağıymış meğerse. Medya oynatıcısı kulaklarını bal mumuyla örterken, araya Chopin karışıyormuş çokça. Sığınmaya sebep olacak birçok şey varmış ve hiçbir şey yokmuş. Beyazlar içindeymiş, siyahlar içindeymiş, renkler hep aynıymış. Işık aynıymış, renkler farklıymış. Eskilerden bir Zeki Müren şarkısı başlamış sonra. 

***

Acıktım. Django Reinhardt var kulağımda; çaldığı müzik “Artık yağmur yağmalı!” diye bağırıyor; arada pencerelere bakıyorum ama bulutların geçirdiği gri ışıktan çok, güneşli günün sarımtırak ışığı var duvarlarda; bu yüzden yağmur konusunda umutsuzum. Sessiz sakiniz bugün, kendi kendimeyim.

***

Yemek yedim. Yemekten dönerken yağmur atıştırmaya başladı, sonra birden indirdi. Renksizliğin arasındaki rengin içindeyiz; tıpkı masmavi bir tablonun ortasında göze takılan kırmızı bir nokta gibi. Eskilerden hatırlıyorum. Hala yağmur yağıyor; pencerelerin kenarındaki sarımtırak ışığın sebebi güneş değilmiş belli ki; belki binanın rengi yansıyordur; çünkü dışarıda sağanak yağmur yağmasına rağmen o ışığı duvarda hala görebiliyorum. Yine de bu yapay ışıkların altında bile yağmurun başladığı belli oluyor. Renklere bir kararlılık geldi; sanki kendileri oldular. Pencereye yüzümü dönmek istiyorum. Oda yapay ışıklarla karanlık. Gözlerim yağmurun karanlığını arıyor.

Yine Django Reinhardt geldi; çünkü şarkının adı “Nuages”*. Çıkıp gitmeme yardımcı oluyor; eski bir filmin içindeyim sanki; taşla kaplı sokakta yürüyoruz, yağmur damlaları taşların arasını dolduruyor mesela. Boş konuşup da rezil etmeyelim. Konuşan, bazen susmasını da bilmeli. 


Daha susmuyorum; kim demiş. Müziğe sarıldım.

***

İnsanların içinde bölük pörçük. Aslında yazılabilecek herhangi bir şeyin mantıklı gösterilebileceğini gösteriyorum. Bu yüzden doğru olmadığı halde doğru gibi görünen pek çok fikir var ortalarda; kimse ne yaptığından emin değil; belirsizlikten faydalanmasını bilen gününü kurtarıyor. Ne söylediğin değil, nasıl söylediğin önemli böyle zamanlarda. Bağırırsın, çağırırsın, yumruğunu masaya vurursun, ya da kemanlar çalarsın. Tamamen senin tarzın, senin bileceğin iş. Güzelce söylemek kabul edilebilirliği sağlamıyor. Çirkinlikler eşliğinde söylenense alkışlarla kabul ediliyor. Edilgenleri sevmiyorum böyle yerlerde; ama bunu düşünürken kafamdan geçen isimleri yazmak da istemiyorum; olayı kişilere indirgemek burada yapılabilecek en kötü şeylerden biri. Bir kişiyi kötülediğinizde onun karşıtı olan kötünün ekmeğine bal sürüyorsunuz; üstelik çok az kişi sizin gerçekten demek istediğinizi anlıyor. Sonra üç yüz defa anlatmak zorunda kalıyorsunuz. İşte bu yüzden; hem edilgenleri sevmediğim; hem de isimleri söylemekten kaçındığım için; yazmaktan tamamen vazgeçiyorum. Nasılsa herkes bildiğini okuyor. Beni anlamaya çalışan adam zaten benim diyeceklerimi az çok biliyor. Benim diyeceklerimi duyması gereken adamın ise buralarda işi yok. Onun sikleti bambaşka, ben onun kadar cesur değilim. Bilmiyorum, bilmediğimi biliyorum, ama buna rağmen; bilmediğimi bildiğimden dolayı bir korku da duymuyorum; sadece temkinli yaklaşıyorum; bir hata payı, bir tolerans bırakıyorum. Uzun cümleler kuracaksam da parçalara bölüyorum; anlaşılır olmak istiyorum, buna rağmen, yine, anlaşılmak amacı duyuyor muyum; emin değilim. Anlaşılmak amacı duyarsam sıradanlaşacağımı biliyorum; o yüzden bu amaçtan kurtulmak istiyorum. Zaten en nihayetinde ben ne kadar anlaşılmaya çalışsam da, bende bitmiyor bu süreç; ben sadece bir başlangıcım, süreci başlatan girdiyi sağlıyorum sisteme. Cümleleri eksiltiyorum. Sevmiyorum çünkü. Bazı şeyler söylendiğinde anlamlarını yitiriyor. Bazı şeyler, hiç söylenmemeli.

Az kaldı.



(*) nuages: Fr. bulutlar

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder