9 Haziran 2012 Cumartesi

Gün ışığı ve çiçek tozları

Hep şu "çay ya da kahve eşliğinde kitap okuma" olayını yapmak istemişimdir, ama şimdiye kadar pek de başarılı olduğum söylenemez. Takıntılıyım biraz galiba, ne zaman bunu yapmaya yeltensem, önce çay/kahve biter, sonra kitaba devam ederim. Çünkü bir yandan kupayı tutarken diğer yandan kitabı açık tutmaya çalışmak konusunda başarılı değilim. Aynı zamanda çayı (çoğunlukla çay içerim, ama bu aralar bir kahve sevgisi de başladı) çabuk bitiririm, ben zevkini çıkaramadan boğazımdan akıp gitmiş olur. Nadiren diğer türlüsü olduğu zamanlarda ise çay ben içmeye başlayana kadar çoktan soğumuştur, soğuduktan sonra da "sıvı alma" maksatlı kafama dikerim, öyle gider. Aslında kupanın dibinde beklemiş ve soğumuş çaya özel bir sevgim yoktur; ama nedense o çay bazı kritik noktalarda (örneğin, bilgisayarın açılmasını beklerken) hep orada, elimin altında olur ve ben onu mutlaka içer, bitiririm. İçtikten sonra da "Niye içtim ki şimdi ben bunu?" diye sorarım kendime. Bir cevabı gelmez, gelmek zorunda değildir, çünkü soğuk çayın buruk, bayat ve paslı tadı çoktan dilimin üstündeki pütürcüklere geçmiştir bile. O arada olanlar da (çayın tadının dilimdeki pütürcüklere nasıl geçtiği, benim çayı neden o tatta algıladığım da döner tadında algılamadığım gibi şeyler) bilimsel anlamda tam bir muamma.

Çay ve kitaptan bahsediyordum; evet bunu beceremiyorum; belki de buna uygun bir yerleşimi yok odamın. Kitabı genelde yatağın üstüne tüneyerek okuyorum, çayı da Friends eşliğinde yatağımın üzerine tüneyerek içebiliyorum; ama yatağımın üzerinde hem kitap, hem de çayımla duramam; bu fazla riskli. Annem yorganımı temiz tutmam konusunda son derece ısrarcı; söylediğine göre kolay temizlenmiyormuş.

Tam bu paragrafı yazarken yukarıdaki odada piyano çalmaya başladılar. Sanatı severim, sanatın ve sanatçının destekçisiyim, ama ben burada yazdığım şey her neyse ona odaklanmaya çalışırken, umarsız bir havada defalarca aynı notaya basılması biraz sinirime dokunuyor. Halbuki bir Yann Tiersen ya da Hugh Laurie olsaydı nasıl da kulak verirdim! Bu müziğe hayranlık duymasam da onu bir ölçüde sevebilirdim belki; piyanoyu çalan her kimse bir yerde takılıp, o yeri sürekli tekrar etmeseydi...

Çay içerken kitap okuyamadığım gibi, müzik dinlerken de kitap okuyamıyorum. Bunun için çoğunlukla günün sessiz zamanlarını seçerim kitap okumak için; ya da onlar beni seçer de denebilir aslında. Bu öğlen de piyanonun ilk sesleri gelmeye başladığında yine yatağıma tünemiş, Malone Ölüyor'un sayfaları arasına gömülmüştüm. Beckett zaten anlaşılması zor bir yazar; arabada hız ile vites arasındaki ilişki misali, onun kitaplarını okurken hız kazanmak için önce belirli bir süre inatla yüklenmek, gaz vermek gerekiyor; anca belirli bir hız kazandıktan sonra cümleler bir şey ifade etmeye başlıyor. İşte o zaman gerçekten, ama gerçekten zevk alıyorum. Yani kısaca, haz almak için gaz vermek gerek (Bu cümle ikinci bakışımda tesadüfen g yerine h'ye basmamla karşıma çıktı, sonra yazmaya karar verdim, sonra ondan bütünüyle nefret ettim, ama yazıdan çıkarmamaya yönelik büyük bir istek duyuyorum; çünkü nefretler de sevgiler gibi hayatın bir parçası, hayatımdan söküp atmıyorsam, yazımdan neden çıkarayım ki?). İşte ben de Üçleme'nin ilk kitabı olan Molloy'dan sonra düşürdüğüm o hızı bu öğlen ikinci kitap Malone Ölüyor'da yeniden kazanmaya çalışıyordum ki; yukarıdan gelen kulak tırmalayıcı, ama her nasılsa bir şekilde insanı gıcık ede ede kendisini dinleten piyano sesiyle irkildim. Baya bir süre devam etti bu ses, ben de inatla okumaya devam ettim. Bir süre sonra kulağımı tıkadım, ama pek işe yaradığı söylenemez, çünkü o zaman da kulağım tıkalı bir şekilde bağdaş kurmuşken, oturduğum yerde kalp atışımla vücudumun belli belirsiz sarsılışını fark ettim, bir süre de bunu dinleyip bunla kendi çapımda eğlendim. Sonra tekrar başımı kitabıma eğdim ama, hala odaklanamıyor, bir türlü kalkışa geçemiyordum (zaten düz vitesli arabayı da yerinden kaldırmayı beceremiyorum ben, ha bire stop!). Gözümün "Ama" diye bir sözcüğün üzerine takılı kaldığını fark ettiğimde kitabımı alıp, akşam üstü güneşinde cayır cayır olmuş balkona attım kendimi. Fakat burada da fazla kalamadım, sırtımı dönmeme rağmen kitabın sayfalarından yansıyıp gözümün içine içine işleyen güneş ile etraftaki çiçek tozlarının getirdiği hapşırık ve burun kaşıntısı beni orada da rahat bırakmadı.

Bir süre kitap okuyup, biraz boş boş dolandıktan sonra, biraz önce girdim içeri, ama hala aynı notalar tekrar ediyor. Aslında neşeli bir tınısı var çalınan şeyin; ama akışı çok kötü; kesilmemesi gereken yerlerde kesiliyor, yavaş gitmesi gerekirken hızlanıyor, hızlanması gereken yerde yavaşlıyor, bazen aksıyor. Başak burcunun bana getirdiği mükemmeliyetçi kafamı bir yana bırakıp, dikkatimi odaklanmam gereken yere toparlama konusunda daha iyi olmam gerek. Kitap okurken aradığım o sessizliği her yerde bulamayabilirim; ama eğer daha geniş koşullarda odaklanabilmeyi başarırsam, daha çok yerde kitap okuyabilirim ve kim bilir daha neler neler. Bu da galiba bir mesaj kaygısı. Bu da mesaj kaygısının tersi. Mesaj kaygısını öküzler tepmeli mi, bunu daha sonra düşünürüz, belki.

Ben yemek yiyip, bu yazıya baştan sonra tekrar bakana kadar akşam ezanı okundu. Piyano çoktan sustu, istek şarkı yapmak için artık çok geç. Ama ben zaten istek parçası yapmak istemiyorum. Aklımda dün Samuel Beckett'in Vikipedi sayfasında gördüğüm, bu adamın bana "şimdiye kadar gördüğüm yüzler içinde yaşlılığın en çok yakıştığı" dedirten fotoğrafını buraya koymak var. Sonra Malone ("o zaman adı oydu")...




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder