Bambaşka bir yazıya başlamıştım, baya da ilerlemiştim. Yaz tatillerinin uzun ve sıkıcılığından bahsediyordum, falan filan.
Windows Media Player susunca yeni bir şarkı açmak istedim. Listede biraz dolandım, aşağı, aşağı, biraz daha aşağı, biraz; çok az yukarı, sonra yine aşağı. Sonra gözüme Debussy'den Clair de Lune takıldı. Bugünün temasına uyar diye düşündüm. Çift tıklamamdan itibaren ise, tamamen farklı bir ruh haline büründüm. Son yazdıklarıma baktım, baktım. Şu anki ruh halimle ne kadar alakasız olduğunu gördüm. Bu konu üzerinde daha sonra saçmalamaya karar verdim ve bütün yazdıklarımı kesip, belki sonra devam etmek üzere bir not defterine yapıştırdım.
Son 2-3 gündür gökyüzü ile haşır neşirim biraz. "Çoban yıldızı"nı arıyorum; yani Venüs'ü. Gökyüzünde çizdiği rota Güneş'inkine benzermiş; o yüzden sadece gün doğuşu ve batışına yakın saatlerde, ufka yakın yerlerde görülürmüş. Gökyüzünde Güneş ve Ay'dan sonra en parlak gökcismiymiş. Hiç şaşırmadım bu bilgilere. Ona da bu yakışırdı bence zaten. Hiç tanımadım ama, içimden öyle geliyor işte.
Sonra, Jüpiter ve Ay var bir de. Annem kaç gündür söylüyordu, şafak vaktinde Ay bizim apartmanın tepesinden Jüpiter'le beraber çıkıyormuş, fotoğraf çekmelikmiş. Sabah onu görmem için beni uyandırdı. Rüyamda saçma bir şeyler oluyordu, kendimle bir savaş veriyordum. Hani bazen olur da irkiliriz ya uykumuzda, tam o olacaktı ki; annem yatağımın başında bana seslenince ikisinin de etkisiyle hoplayarak uyandım. Annemin tatlı tatlı "tamam kızım, korkma korkma" tarzı bir şeyler dediğini hayal meyal hatırlıyorum, şafak vakti büyüsünün başlangıcı.
Zaten şafak vakitlerini oldum olası sevmişimdir. Günün içinde hayatın asıl büyüsünü kazandığı zaman benim için. Bir kere, şafak vakitleri hava daima çok güzeldir; gökyüzü alabildiğine bütün masum renklerini boyanır. İnsanların her türlü pisliklerinden arınmıştır. Arabaların sesi çıkmaz, vort-vortçu apaçiler ise 3405983245. rüyalarındadır. İnsanların bedenleri günün bu saatinde ölüme daha bir savunmasız olur, ilginç bir şekilde. En çok o zaman üşürüz yataklarımızda, örtüleri, pikeleri kafamıza kadar çekeriz. Rüzgardan pencereler, kapılar çarpar bazen, uyanırız. Birkaç saniye sonra yeniden rüyaya dalarız. Belki de hayatın o alışılmadık büyüsünü kaldıramaz bünyeler, o yüzden uyuruz, uyuruz. O saatte ezan sesi bile bir başka gelir insanın kulağına.
Neyse... Ben eğilmiş jaluzilerle daha bir karanlık kalmış odamda yatağımdan kalktım, yarı kapalı gözlerle balkona, annemin yanına gittim. İrkilerek uyanıp hemen kalkmamdan dolayı da belki; hayal meyal hatırlıyorum, rüyayla karışık. Ankara gibi bir şehrin bürünebileceği en güzel, en alışılmadık renkler belki. Keşke hep böyle olsa, dedim içimden. Böyle sessiz, huzurlu, güvenli, değeri bilinir.
Annem tam bizim apartmanın köşesinden çıkan Ay'ı ve altlarında gezinen Jüpiter'i işaret etti. Bütün geceye sahip çıkmış, görevlerini yapmanın verdiği gururla batıda çatıların arasında kaybolmak üzere artık rengi gittikçe açılmış mavi yollarında sessizce ilerliyorlardı ikisi de. Yarı uyur yarı uyanık bir şekilde içeri koşup, Rus malı emektar dürbünümüzü kaptım. Malum apartmanın 8. katı; başım falan dönerse diye sandalyeye oturdum, dürbünle Ay'ı aramaya başladım. Hemen yanındaki maviliğe karışan kraterlerine baktım, hayranlık duydum. Sonra Jüpiter'e baktım. Hava iyice aydınlandığından, parlak bir noktadan başka bir şey göremedim.
Sonra sonra istemeye istemeye yeniden yatağa yattım. Tam kafamı yastığa koydum, aklıma çoban yıldızı geldi. Acaba görebilir miyim diye kalkıp penceremi açtım, doğuya doğru baktım, ama o yönde pek görüş mümkün değil, gün doğuşunun müthiş renkleri ve karşıdaki binanın çatısı dışında hiçbir şey göremeden penceremi kapattım. O an içimden Bon Iver & St. Vincent'tan Roslyn dinlemek geldi, New Moon'un enfes soundtracklerinden biri. Yine de bütün gece uyanık kalıp sahuru beklemiş, sahuru yaptıktan sonra biraz daha oyalanmış olmamdan ötürü uyku anlamında şansımı fazla zorlamak istemedim. Yine de öğlen saat ikide uyandım, o da ayrı bir mesele.
İşte bu şekilde oldu, şafak vaktinin büyüsüne kapılışım.
Bu akşamüstü biraz daha hazırlıklıydım, gün batımında Çoban Yıldızı'nı görme imkanım oldu. Güneş battıktan sonra yine annem seslendi. Ay ve Jüpiter, Dünya'ya göz kulak olma işinin bugünkü kısmına başlamışlardı. Yine dürbünü kaptım. Bu sefer daha şanslıydım. Dürbünden anlamlı bir şeyler görmek hiç kolay olmadı, ama en sonunda Jüpiter'in 4 büyük uydusunu fark edebildim: Io, Europa, Ganymede ve Callisto. Jüpiter'in etrafında sıraya dizilmiş, saygıya duruyorlardı sanki. Milyonlarca kilometre ötede bir yerlerde bir şeyler oluyordu ve ben bunu oturduğum yerden, evimin balkonundan gözlemliyordum. O uyduların Jüpiter'in etrafında nasıl dizildiklerini gördüm. Belki emektar dürbünümüz biraz daha gelişmiş teknik özelliklere sahip olabilseydi, ilerleyen zamanlarda Jüpiter'deki tutulmaları görme imkanımız da olurdu. Ama bu teknik şartlar altında, oralarda bir yerlerde 4 tane uyduyu Jüpiter'in etrafında görmek bile beni çok mutlu etti.
Hala insanların elleriyle kirletemedikleri bazı güzellikler var. Umarım bir gün bu güzellikleri çok daha farklı ortamlarda tatma şansım olur. Eğer böyle bir şansım olsaydı, değerini bileceğime neredeyse eminim ("neredeyse" sözünü sadece büyük konuşmuş olmamak için söyledim).
Çünkü... bu "çünkü"nün devamını yazmıştım ama sildim, "comment" içine aldım. Onu da belki başka bir yazıda anlatırım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder