19 Ağustos 2010 Perşembe

söyleyecek çok şey var ve hiçbir şey yok.

Bazen, böyle; anlatmayı istiyorsun da, bir bakıyorsun ki söyleyebileceğin hiçbir şey yok. Boğazına kadar dolusun halbuki. Ama yazmaya başladığını düşününce, söyleyebileceğin hiçbir şey olmadığını görüyorsun.

Fazla boş durmak iyi gelmiyor bünyeye. Dinlenmek, falan; bunlar güzel şeyler ama, bir süre sonra fazla derinlere dalmaman gereken sularda kulaç atmaya başlıyorsun. İşin gücün yok ya, yapacak aptal bir ödevin yok ya. İşsizlikten aklın duvarlara tırmanmaya başlıyor. Çırpınıyor, çırpınıyor.

Boş kalmak, bir süre sonra, hiç iyi gelmiyor bünyeye.

Saat 00:09, biraz serin bir akşam yine, balkonda oturuyorum. Karşımda alabildiğine Ankara manzarası var, uzaklarda bir yerlerde Gençlik Parkı'ndaki dönme dolabın ışıklarını, Anıtkabir'i falan görüyorum. Biraz serin. Sandalyenin üstüne top şeklini aldım, büzüldüm, büzüldüm, oturuyorum. Hangi alakasız şeyi yazsam, diyorum.

Upuzun, başı sonu belli olan, belirli bir kompozisyon oluşturan bir şeyler yazayım diyorum. Hakkında yazmak istediğim şeyleri burada yazmam, burada bahsedebileceğim şeyler üzerine yazacak onlarca satırım yok.

Ve bu arada demin Facebook'ta mükemmel bir şey gördüm, o kadar şaşırdım ki, çok aptal bir tepki verdim. Neyse ki kimse görmedi. Sanırsam.

Radiohead - 2+2=5 çalıyor. Biraz fazla üşüdüm, üzerime bir şey aldım, geldim.

Yazdıklarımın günlük yazılarına gereğinden fazla benzeyip benzemediğiyle ilgili olarak düşünüyorum.

Derken derken, Street Spirit çalmaya başlıyor. Radiohead'i her dinleyişimde gittikçe daha çok sevdiğimi düşünüyorum.

Uzaklara bakıyorum, ilgimi çeken yollara. "Buralardan geçiyordum" dediğim yerlere. Yine geçmek istediğim yerlere.

Hani, ne yaptığımı biraz daha iyi biliyorum sanki; bu sanki olay biraz daha deterministikmiş gibi bir izlenim uyandırıyor ilk başta. Yine de öyle değil, bazı Markov zincirleri var ki, kendilerini saygıyla anıyoruz.

Sabrediyorum, bundan önce sabretmenin, ilk anda aceleyle adım atmamanın ne kadar önemli olduğunu gördüm. O yüzden, sabırla bekliyorum gelecek cevabı.

Bir yanık kokusu geliyor burnuma, nereden olduğu belli değil. Nedense hoşuma gitti.

Ayak parmaklarım yavaştan buz kesmeye başladı, ama gidip çorap giymeye üşeniyorum.

Cevap için sabırla bekliyorum ama bu durum heyecanlanmamı engellemiyor. Heyecanlanıyorum, aklıma saçma sapan şeyler geliyor, o kadar küçük ve önemsiz ayrıntılara takılıyorum ki... Hatta sonra kendime bunun için kızıyorum. Biraz geçiyor, sonra yine aynı şeyleri yapıyorum, yine kendime kızıyorum, sonra yine devam.

Thom Yorke "Silence..." diyor. No Surprises; House'un 6. sezon 1. bölümünde benim için çok daha güzel anlamlar kazanmış şarkı arka fonda.

Sandalyenin üzerine iki büklüm tünemekten, bacaklarım uyuşuyor. Aşağıda sokakta bir köpek bomboş turuncu yolda sallana sallana yürüyor.

Ben şu anda, günlük olayları çiğ, tatsız tutsuz cümleler halinden çıkarıp, usulca güzel kelimeler topluluğu haline getirmenin mutluluğunu yaşıyorum. Fazla cümleleri siliyorum, eksikleri tamamlamaya çalışıyorum. Elimden geldiğince.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder