Boğazımız şişince verilen antibiyotikler gıcıklığına mı bu kadar büyük? Her şeyin birkaç parça eşyadan ibaret olmadığı düşüncesi bünyeyi sarsıyor. Evlere şenlik şeyler oluyor içerilerde. Korkusunu bir kenara bırak, acısına sarıl, sevincine sarıl. Ağlamaklı kelimelerden vazgeç. Çünkü bu senin olmak istediğin kişi değil. Olmak istediğin kişiden uzaklardasın uzun bir süredir. Fakat işler değişiyor. Yavaş yavaş kendine geliyorsun. Sarılacak çok şey var. Sarılmak. Yine ağdalı sözcükler. "Ağdalı" kelimesinin kendisi bile ağdalı. Saçların kuru, odan soğuk, taşlar da soğuk, çoraplara rağmen ayakların üşüyor, biraz da burnun akıyor. Dudakların, burnun yanıyor biraz, bugün çok fazla sildin onları. Dönmek istiyorsun, masa lambanın sarı ışığı seni eski günlere çağırıyor, yerli ya da yersiz huzursuzluğa bulanmış o günlere. Renkler çağırıyor, o kedi resimleri çağırıyor biraz biraz, bulutlu, karlı günler. Ama şimdi bambaşka bir yerdesin, eskiden olduğu kadar yalnız değilsin artık, farklı oluşumlar var etrafında, insan var, insanlar var, gelenler var, gidenler var, koşturanlar var, havasız odalar var; ama aslında bunların hiçbiri önemli değil, gerçekten önemli değil. Bir insan var. Her şeyi değiştiren, şeylere anlam katan, daha önce hiç bilmediğin, görmediğin bir şeyler, mucizevi bir şeyler, anlaşılmaz bir şeyler, anlaşılması gerekmeyen bir şeyler, yaşanması gereken bir şeyler. Ağlatan bir şeyler, güldüren bir şeyler, dans ettiren bir şeyler. Sen de sarılıyorsun ona. Bunu söylemek bile gereksiz, çünkü ona sarılmaktan başka bir durum söz konusu bile değil. Biliyorsun, görüyorsun, daha önce görmediğin bir şeyler, bu sana inanılmaz geliyor, daima hatırlıyorsun, hiçbir zaman unutmuyorsun, kağıtlara sarılıyorsun, biletlere, kozalaklara, çiçeklere. Hatırlıyorsun, her zaman hatırlamak istiyorsun, unutmaktan korkuyorsun, eğer bunu taze tutabilecek biri varsa bu kişilerin sen ve o olduğunu biliyorsun. Korku üzerine düşünüyorsun ama saçma geliyor bu, düşündüğün şey havada asılı kalmış, parçaların hiçbirine uymuyor. Bu yüzden korkuyu bırakıyorsun, sonraya bırakıyorsun, sonranın ne zaman olduğunu bilmiyorsun, ama gerçekten önemli değil. Önemli olan korku değil. Önemli ne, onu da tanımlamak istemiyorsun, her şey tüm bulanıklığıyla daha güzel sanki. Bir an her şey uçup gitmiş gibi geliyor sana; sonra düşününce yanıldığını anlıyorsun. Her şey yerli yerinde. Gözlerini kapatıp görüyorsun. Gözlerin açıkken de görüyorsun. Nereye baktığın önemli değil. Görüyorsun. Biliyorsun. Hatırlıyorsun. Silinecek mi diye düşünüyorsun. Silinmesin istiyorsun. Her şey artık bir hayal ürününden ibaret belki; ama bu da bir açıdan bakıldığında önemli değil; çünkü her şey her zaman olduklarından sadece biraz daha fazla hayal ürünü. Yine de sen olaya bu açıdan bakıp bakmadığından emin değilsin. Park yerinde umarsız adımlarla arabayı arayışını hatırlıyorsun: "Ya hiç bulamazsam" düşüncesi tüm saçmalığıyla beynini kemiriyor. Arabanın o katlardan birinde olduğunu biliyorsun, arabanı dış hatlar gidiş için kullanılan kapıya yakın park ettiğini hatırlıyorsun, asansörle bir kat yukarı çıktığını hatırlıyorsun. Onu en sonunda bulacağını biliyorsun. Yine de onca arabanın içinde o tanıdık farları görememek zaten yıpranmış sinirlerini biraz daha bozuyor. Bütün havalimanında fonda klasik müzik çalıyor; her şey bir romandan uyarlanmamış bir filmin senaryosuna uygun şekilde gidiyor. Bunun bir Woody Allen filmi olmadığı zaman varsa o da o zamandı. Çiçekler yok, pastel tonlar yok, gri var, asker yeşili var, ve çok sayıda siyah ve beyaz arabalar. Bütün katları sırasıyla gezerek alt katlara iniyorsun. En alt katta tavandaki tabela "Gelen Yolcu" diyor. Senin yolcun gelmiyor. Senin yolcun gitti. Yukarı kata tekrar dönmek zorundasın. Bu katta olmayacağını bilmen gerekirdi. Yine de önemli değil. Yukarı katlar daha aydınlık. Yukarıya doğru gittiğine seviniyorsun. Havada dikkat çekici bir yanık kokusu var, otlardan geliyor gibi sanki. Havaalanının bulunduğu yere uygun bir koku. Samimi bir koku, ayak oyunları yapmıyor, neyse o. Yukarı kata çıkınca otoparkın girişi gözüne çarpıyor. Arabayla otoparka girdikten sonra aynı katta kaldığını hatırlıyorsun, o zaman nereye bakman gerektiği aklına geliyor. Adımlarını çeviriyorsun, ve tanıdık farlar işte orada.
woody allen etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
woody allen etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
23 Eylül 2013 Pazartesi
13 Mayıs 2012 Pazar
L'arlésienne
Şu maçın sonucu belli oldu olalı kendimi bir süreliğine, ortalık biraz yatışana kadar Gmail ve blogger sayfalarıma kapatmaya karar verdim.
Bu akşam ilk defa bir senfoni orkestrasını canlı canlı dinledim. Bilkent Senfoni Orkestrası'nın konserine gittik ailecek; şunlar vardı:
Bunlar içinde en çok hoşuma giden ve aklımda kalan, L'arlésienne'in (Arles'li kız) başı ve sonundaki marş oldu. Tabi marşın en gaz yerinde yanımda oturan annem dirseğiyle dürtüp öteki yanımda ellerini coşkuyla havada sallayan adamı gösterince dikkatim biraz dağılmadı değil; ama bu durum tüylerimin diken diken olmasına engel olmadı. Bu kadar bahsetmişken, size dinletmezsem olmaz artık:
Bu noktada takıldım kaldım aslında yine, çünkü müziğin etkisinde kaldım; kendimden çok uzak yerlerde, uzay-zamanın bu ezgilerin çıktığı yerlerinde dolanıyorum bu akşam. Başka ufak tefek şeyler arada tatlı ve sert parazitler yapıyor. Elime not defterimi aldım, ama o bile bir işe yaramadı. Konserin ortasındayken aklıma bir şey geldiğini hatırlıyorum; ama not defterim yanımda değildi, içinde bulunduğum durumda not alamadım.
Woody Allen'ın Sweet and Lowdown filminden aklımda kalan Django Reinhardt var aklımda kalan, onun şarkılarını araştırmayı planlıyorum bu bittiğinde. Sonra da hazır bu saat olmuşken Albemuth Özgür Radyosu eşliğinde uyuklama zamanı da çoktan gelmiş zaten.
12 Mayıs 2012 Cumartesi
Evrenin alnının ortasındaki tencere
"I love stochasticity, because it makes things worth trying. Things are predictable up to some extent, but almost nothing is certain; and that's what makes it worth trying. You can never exactly know what's gonna happen next; and generally thinking, that's pretty encouraging to me. I mean, could you even imagine how boring life would be if everything was certain? I love probabilities. I need them in order to make my life more meaningful, at least up to some extent. I can see the universe; time and space as infinite number of branches of a tree, emanating from a single trunk in an infinitely iterative sort of way; and I tell you; all that fills my heart with joy."
Ben yazdım. Tırnak işareti içine almak istedim; çünkü yazarken bambaşka bir ruh halindeydim; tamam bendim yazan, ama aslında ben, o ben değilim. Yani biraz ben, biraz o.
"Her akşam bir yeni film" konseptim çerçevesinde (gerçi son İstanbul çıkarmam belli olduğundan beri her akşam yapamıyorum bunu ama hala gayet yeterli bir sıklıkta bence) dün bir Woody Allen filmi daha seyrettim; "You Will Meet a Tall Dark Stranger". Yine neredeyse hiç sıkılmadan izledim (bazı filmleri bitirmek için çok uğraşmam gerekiyor; bu onlardan biri değil). Müzikleri yine çok hoşuma gitti. Woody Allen'ın gerçekle masal arası, hafif dalga geçer havası olan, ama insanın içini de ısıtan bir tarzı var bence; müziklerin, çiçeklerin, renklerin, bunda çok etkisi var. Güzel bir bileşim var oralarda, beni kazandı.
İstanbul'a gittim, geldim; geldim geleli yeni bir şeyler yazmak istesem de, not defterimde üzerinde düşünecek pek bir şey kalmamış; sadece bugün 1-2 saat önce simülasyon hocamın doğum gününü kutlarken aklımda beliriveren, çok hoşuma giden İngilizce bir cümleden yukarıdaki kısacık paragrafı çıkardım. Fazla uzatmak istemedim nedense; cümlelerin bu kısa ve öz halleri, paragraftaki bütünlük, akıcılık çok hoşuma gitti. Öylece bıraktım ben de kendisini dinleten bu ufacık paragrafı.
Cümleler aslında kafamdan hızlıca akıp giden düşüncelerin, çağrışımların birer parçaları; düşüncede gayet akıcı bir şekilde uç uca birleşen, ama yazıda nehrin karşısına geçmek için üzerinden zıpladığınız taşlar gibi. Ne kadar hızlı yazarsam, taşlar birbirine o kadar yakın. Ne kadar durup düşünürsem, zıplamalar o kadar uzun mesafeli. Fakat her türlü keyifli; çünkü anlamsız gibi görünen şeylerin ardında bile akıp giden bir şeylerin olduğunu hatırlatıyor; biz o akışı bilsek de bilmesek de. En güzel yanı da, bilmek zorunda olmamamız. Mesela siz; bu yazının başlığından keyif almak için onu anlamak zorunda değilsiniz. Fakat bu başlığın "Stokastik. Evren. Alnımdaki biraz önce sıktığım ve şimdi kıpkırmızı izi kalan sivilce. Sivilce. 'Sana Ceren'in selamı var', 'Hangi Ceren?', 'Tenceren.'" gibi bir düşünce akışıyla aklıma geldiğini söylesem, size baya çılgınca gelebilir. Fakat, sonuçta ne de olsa, kurallara ya da kuralları bilmeye fazla da ihtiyacımız olmayan bir yerdeyiz. Bilinmezliğin tadını çıkaralım.
Türkçe çevirisi (Eğer İngilizce biliyorsanız mutlaka kendisinden dinleyin, gözlerindeki ışıltı görülmeye fazlasıyla değer):
"Görüyorsunuz, şu var ki; ben şüpheyle, belirsizlikle ve bir şeylerin bilinmezliğiyle yaşayabilirim. Bence yanlış cevaplara sahip olmaktansa, bir şeyleri bilmeden yaşamak çok daha ilginçtir. Benim yaklaşık cevaplarım, olası inançlarım ve farklı şeyler hakkında farklı derecelerde eminliğim var. Fakat ben hiçbir şey hakkında kesinlikle emin değilim; ve hakkında hiçbir şey bilmediğim pek çok şey var, neden burada olduğumuzu sormanın bir anlamı olup olmadığı ve bu sorunun ne anlama gelebileceği gibi. Bunun hakkında az biraz düşünebilirim; eğer çözemezsem, başka bir şeye geçerim. Fakat bir cevaba sahip olmak zorunda değilim. Şeyleri bilmemekten, bir amaca sahip olmaksızın şu gizemli evrende kaybolmaktan, ki bu söyleyebileceğim kadarıyla belki gerçekte olan durumdur, dehşete düşmüş hissetmiyorum; bu beni korkutmuyor."Bu adamla aynı dönemde yaşasaydım çok büyük olasılıkla çok fena aşık olurdum.
Etiketler:
belirsizlik,
keşfetme hazzı,
olasılık,
probability,
stochasticity,
stokastisite,
the pleasure of finding things out,
uncertainty,
woody allen,
you will meet a tall dark stranger
3 Mayıs 2012 Perşembe
Kaset ve kurşun kalem arasındaki ilişki
Başta şunu söyleyeyim: Fonda Vicky Cristina Barcelona müzikleri var. En sevdiğim film müzikleri listesinde net bir şekilde en üst sıralarda bu albüm. İnsanın ruhundaki boşlukları teker teker bulup dolduruyor sanki.
Bugün geç kaldım yazı yazmakta; saat neredeyse 11'e geldi. Birazdan Okan Bayülgen'in "kedi" temalı Muhabbet Kralı programı başlayacak. Konu ilgi çekici ve konukları da bilgili oldu mu tadından yenmiyor bu programlar. Bakalım o zamana kadar yazabilecek miyim bir şeyler.
Bu akşam geç kaldım dedim; yemekten sonra araya bir Woody Allen filmi girdi; Whatever Works. Woody Allen'ı yeni yeni tanımaya başladım ama tarzı o kadar hoşuma gitti ki, galiba baya bir deşeceğim bu adamın yaptıklarını. Bir kere şu ana kadar gördüğüm dört filminin hiçbirinde fire vermemiş bir film müziği güzelliği var bu adamın yapıtlarında. Hiçbir filminde boş bir müzik yok. Başlı başına üzerinde durulması gereken şeyler hepsi.
Aklıma gelen şeylerle ilgili ufak tefek notlar almaya başladım artık; geçen gün kendime soruyordum "Ne zaman ne yazacağımı bilerek yazmaya başlayacağım acaba..." diye. Galiba artık yazmak isteyip de konu bulamama sıkıntıma bir çözüm buldum. Küçük not defterime not alıyorum aklıma gelenleri; belki giriş cümlelerini. Oradan başlayınca devamı daha kolay geliyor.
Teknoloji neredeyse her ihtiyacımıza çare buluyor, işlerimizi giderek artan bir hızla kolaylaştırıyor; birkaç yıl sonra şimdi aklımıza gelemeyecek tüm o şeyler gerçek olduğunda belki bugünkü hayatımıza tıpkı şimdi geçmişteki teknolojiyi düşününce yaptığımız gibi hafiften bir acıma duygusuyla bakacağız. Daha dün walkman'in pili bitmesin diye kaseti kurşun kalemle sararken; bugün kasetler çoktan çöpü boyladı; hatta CD'ler bile yaşam savaşı vermekte. Bütün filmlerimiz, müziklerimiz bilgisayarımızda. Hatta önemli bir kısmı artık bizim bilgisayarımızda bile değil; internetten izliyor ve dinliyoruz bir şeyleri. Bunun günlük hayatımızı kolaylaştırdığı su götürmez bir gerçek tabi; ama benim aklıma takılan başka bir şey var. Bütün bu elle tutulmayan, kokmayan, dokunulmayan elektronik şeylerden onların gerçek tadını alabiliyor muyuz acaba?
Ben çoğu zaman alamıyorum, alamadığımı hissediyorum. Bu yüzden bir 10-20 sene önce yaşayan insanların bu konuda bir bakıma şanslı olduklarını düşünüyorum; çünkü onların plakları, kasetleri, kocaman walkman'leri, raflar dolusu kitapları, video kasetleri; o video kasetleri okuyan kocaman oynatıcıları vardı... Bir albümü dinlerken o albümün kapağı başka bir şey ifade ediyordu onlar için; kaset teypte çalarken aynı zamanda kasedin kabını alır, kurcalayabilirdiniz; hatta şarkı sırasını öğrenmek için kaset kabının arka tarafındaki küçük kıvrık kısma bakmak gerekirdi; buna göre istediğiniz şarkıya gitmek için kasedi ne kadar ileri ya da geri sarmanız gerektiğini hesaplardınız. Aynı zamanda kasedin kabındaki sanat da şimdi bilgisayar ekranında gördüğümüz grafiklerden öte bir şey ifade ediyordu şüphesiz; gözle görülebilir, elle dokunulabilir, hatta koklanabilir bir şey. Oysa bugün bütün müzik arşivimizi bilgisayarımızda "Müziğim" adı altında bir klasörün altında toplayabiliyor, kibar popolarımızı sandalyeden kaldırmak zorunda bile kalmadan istediğimiz müziği istediğimiz yerde dinleyebiliyoruz.
Daha on yıl öncesinde radyoda çalan şarkıları kasede doldurmak için çektiğim çileleri hatırlıyorum; tam şarkıyı güzelce kaydetmişken aptal DJ şarkının ortasında yayına dalıverir ve sinir krizleri geçirirsiniz ya hani; tipik bir durumdur. Ya da sevdiğimiz şarkı radyoda ya da televizyonda çıkınca çıldırırdık mesela. Artık istediğimiz klibi istediğimiz zaman seyrediyoruz ve bu bir mucize değil. İstediğimiz şarkıları CD'ye doldurup tonlarca toplama albüm yapabiliyoruz. Son derece sıradanlaştı, istediğimiz şarkıyı istediğimiz zaman dinleyebilir hale gelince, bunu yapmanın hiçbir önemi, güzel yanı kalmadı.
Bu işten en çok payını alan eşyalardan biri de kitaplar galiba; ve beni en çok kaygılandıran da bu aslında. Kitap kokusunu çok severim ben, eski kitap kokusu zaten bambaşkadır ama yeni kitapların bile kendine özgü bir kokusu vardır sahibini kendini okumaya çeken. Sayfalarının bir dokusu vardır; eğer elleriniz kuruysa mesela biraz haşır huşur olur okurken; benim gibi bu konuda biraz takık bir insansanız bunu fark eder ve ellerinizi nemlendirdikten sonra keyifle okumaya devam edebilirsiniz. Daha sonra, mesela, ne kadar okuduğunuzu ya da bitime ne kadar kaldığını görmek için arada kitabın üst tarafına bakıp hesaplar yapabilirsiniz... En güzeli de, belki bir gün rafları en sevdiğiniz kitaplarla dolu kocaman bir kitaplığınız olabilir ve onu salonunuzun orta yerine koyabilirsiniz, böylece yakınından her geçişinizde ya da onu karşıdan her görüşünüzde içinizi bir mutluluk kaplayabilir... E-kitaplarda bunların hiçbirinin tadı yoktur. Yer kaplamaz, tozlanmaz, taşıması diğerlerine göre son derece kolaydır, tonlarcasını aynı anda her yere götürebilirsiniz. Yine de, bence hiç ruhu yoktur e-kitapların ve bu onların en büyük dezavantajıdır. Bu yüzden elimdeki e-kitaplara gayet uygun imkanlara, şu işsiz halime ve babamın kendine göre haklı itirazlarına rağmen hala onca paramı basılı kitaplara harcarım hiç düşünmeden; hem de utanmadan, sıkılmadan bir gün salonumun ortasında kocaman bir kitaplığım olacağı hayallerini kurarak.
Eskiden insanların kalem kağıt ya da daktilo kullanarak yazdıkları onca şeyi artık bilgisayarda yazıyoruz. Gün içinde aklıma gelen şeyleri kalem kağıtla not almak biraz garibime gidiyor mesela. Halbuki, geçmişte bilgisayarlar insanların günlük hayatlarına girmeden önce kalem kağıtla ya da daktiloyla bir şeyler yazmak eminim yazan kişi için bambaşka bir anlam taşıyordu. Harflerin o yazılış şekillerinin bile anlattığı bir şeyler vardı. Bugün ise her şey Times New Roman, 12 punto. Ayırt edici çok az şey kaldı.
Aynı şeyler fotoğraflar, filmler ve büyük ihtimalle benim aklıma gelmeyen daha başka şeyler için de geçerli.
Teknoloji karşıtı bir insan değilim, teknolojiyi insanlığın yararına kullanıldığı her alanda seviyorum ve birey olarak sonuna kadar destekliyorum; ama kendimizi kaptırdık, bir yerlere gidiyoruz ve giderken bazı şeyleri net göremiyor olabiliriz. Teknoloji hayatımızı her geçen gün şüphesiz daha da kolaylaştırırken, bazı şeyleri yapmanın zevkini de her geçen gün biraz daha alıp götürüyor bence ve bu beni biraz üzüyor sanki. "Üzüyor" doğru kelime mi, onu bile bilmiyorum aslında.
Etiketler:
cd,
kalem kağıt,
kaset,
kitap,
teknoloji,
vicky cristina barcelona,
walkman,
woody allen
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)