12 Mayıs 2012 Cumartesi

Evrenin alnının ortasındaki tencere

"I love stochasticity, because it makes things worth trying. Things are predictable up to some extent, but almost nothing is certain; and that's what makes it worth trying. You can never exactly know what's gonna happen next; and generally thinking, that's pretty encouraging to me. I mean, could you even imagine how boring life would be if everything was certain? I love probabilities. I need them in order to make my life more meaningful, at least up to some extent. I can see the universe; time and space as infinite number of branches of a tree, emanating from a single trunk in an infinitely iterative sort of way; and I tell you; all that fills my heart with joy."


Ben yazdım. Tırnak işareti içine almak istedim; çünkü yazarken bambaşka bir ruh halindeydim; tamam bendim yazan, ama aslında ben, o ben değilim. Yani biraz ben, biraz o.

"Her akşam bir yeni film" konseptim çerçevesinde (gerçi son İstanbul çıkarmam belli olduğundan beri her akşam yapamıyorum bunu ama hala gayet yeterli bir sıklıkta bence) dün bir Woody Allen filmi daha seyrettim; "You Will Meet a Tall Dark Stranger". Yine neredeyse hiç sıkılmadan izledim (bazı filmleri bitirmek için çok uğraşmam gerekiyor; bu onlardan biri değil). Müzikleri yine çok hoşuma gitti. Woody Allen'ın gerçekle masal arası, hafif dalga geçer havası olan, ama insanın içini de ısıtan bir tarzı var bence; müziklerin, çiçeklerin, renklerin, bunda çok etkisi var. Güzel bir bileşim var oralarda, beni kazandı.

İstanbul'a gittim, geldim; geldim geleli yeni bir şeyler yazmak istesem de, not defterimde üzerinde düşünecek pek bir şey kalmamış; sadece bugün 1-2 saat önce simülasyon hocamın doğum gününü kutlarken aklımda beliriveren, çok hoşuma giden İngilizce bir cümleden yukarıdaki kısacık paragrafı çıkardım. Fazla uzatmak istemedim nedense; cümlelerin bu kısa ve öz halleri, paragraftaki bütünlük, akıcılık çok hoşuma gitti. Öylece bıraktım ben de kendisini dinleten bu ufacık paragrafı.

Cümleler aslında kafamdan hızlıca akıp giden düşüncelerin, çağrışımların birer parçaları; düşüncede gayet akıcı bir şekilde uç uca birleşen, ama yazıda nehrin karşısına geçmek için üzerinden zıpladığınız taşlar gibi. Ne kadar hızlı yazarsam, taşlar birbirine o kadar yakın. Ne kadar durup düşünürsem, zıplamalar o kadar uzun mesafeli. Fakat her türlü keyifli; çünkü anlamsız gibi görünen şeylerin ardında bile akıp giden bir şeylerin olduğunu hatırlatıyor; biz o akışı bilsek de bilmesek de. En güzel yanı da, bilmek zorunda olmamamız. Mesela siz; bu yazının başlığından keyif almak için onu anlamak zorunda değilsiniz. Fakat bu başlığın "Stokastik. Evren. Alnımdaki biraz önce sıktığım ve şimdi kıpkırmızı izi kalan sivilce. Sivilce. 'Sana Ceren'in selamı var', 'Hangi Ceren?', 'Tenceren.'" gibi bir düşünce akışıyla aklıma geldiğini söylesem, size baya çılgınca gelebilir. Fakat, sonuçta ne de olsa, kurallara ya da kuralları bilmeye fazla da ihtiyacımız olmayan bir yerdeyiz. Bilinmezliğin tadını çıkaralım.


Türkçe çevirisi (Eğer İngilizce biliyorsanız mutlaka kendisinden dinleyin, gözlerindeki ışıltı görülmeye fazlasıyla değer):
"Görüyorsunuz, şu var ki; ben şüpheyle, belirsizlikle ve bir şeylerin bilinmezliğiyle yaşayabilirim. Bence yanlış cevaplara sahip olmaktansa, bir şeyleri bilmeden yaşamak çok daha ilginçtir. Benim yaklaşık cevaplarım, olası inançlarım ve farklı şeyler hakkında farklı derecelerde eminliğim var. Fakat ben hiçbir şey hakkında kesinlikle emin değilim; ve hakkında hiçbir şey bilmediğim pek çok şey var, neden burada olduğumuzu sormanın bir anlamı olup olmadığı ve bu sorunun ne anlama gelebileceği gibi. Bunun hakkında az biraz düşünebilirim; eğer çözemezsem, başka bir şeye geçerim. Fakat bir cevaba sahip olmak zorunda değilim. Şeyleri bilmemekten, bir amaca sahip olmaksızın şu gizemli evrende kaybolmaktan, ki bu söyleyebileceğim kadarıyla belki gerçekte olan durumdur, dehşete düşmüş hissetmiyorum; bu beni korkutmuyor."
 Bu adamla aynı dönemde yaşasaydım çok büyük olasılıkla çok fena aşık olurdum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder