Yine bir cuma akşamı, kafamda bir şeyler var yine. Ne gibi göründükleri, bununla beraber aslında ne oldukları, nereye varacakları gibi konularda pek bilgimin olmadığı şeyler bunlar. Üstelik dikkatimi de toplarlayabildiğim söylenemez.
Iron & Wine - Flightless Bird, American Mouth
Öncelikle bu cuma akşamını da bir Twilight soundtracki ile taçlandırıyorum.
Aslında bir şeyler yazmak istiyorum, yazdıkça zihnim açılsın diye; ama ne demeliyim, nasıl başlamalıyım onu da pek bilmiyorum. Eskişehir yolu trafiği üstüne bir de ağzına kadar insan dolu otobüs dikkatimi dağıttı.
Çözmem gereken bir şeyler var, ipuçlarını görebiliyorum; ufak çıkarımlar yapabiliyorum, ama bütüne bir türlü varamıyorum, ya da vardığımın farkında değilim.
Bu durumda huzursuz olmamı engelleyen tek şey, öyle ya da böyle bu işin içinden sıyrılmayı başaracağımı hissediyor olmam. Kendime bu konuda güveniyorum.
Yalnız, kontrol elimde evet, ama hala öğreneceğim şeyler var. Buna da şans vermem gerek.
Keşke her şeyi anlatabilsem.
Yazıp yazıp siliyorum, düşünüyorum, tam yazacak bir şey bulmuşken yazmaya başlıyorum, başladığım anda yazacağım şeyi unutuyorum. Sanırım kafam fazla dağınık.
Biraz huzur arıyorum, ve işte tam da bu yüzden son zamanlarda Ankara'dan nefret etmeye başladım. Trafiğinden, her yerini betonların kaplamasından, otobüslerinden, duraklarından, çamur kaplı kaldırımlarından, insanlıktan çıkmış, ya robotlaşmış ya da insanı hayvandan ayıran özellik olduğu söylenen empati yeteneğini kaybederek hayvanlaşmış insanlarından...
Yine de, her şey için şükürler olsun, daha fazlası için çaba gösterirken fazla hırslanıp, elimdeki için şükretmeyi unutmak istemiyorum.
Ayrıca belki fazla detaycı da olabilirim.
Oturduğunuz yerden feci biçimde saçmalıyor gibi görünebilirim, ama bu birbirlerinden kopuk gibi gözüken cümleler kafamın içinde gerçekten oluşuyor, sadece o sırada bir iki düşünceyi buraya yazamadan atlıyorum.
Hımmm. Bir ara ben size şu otobüsteki kalpaklı amcayı anlatıyım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder