31 Mayıs 2012 Perşembe

Kızılay dönüşü çıkınının getirdikleri

Kuralları koca koca tabelalara yazmadan algılayamayan bir insanlar topluluğu mevcut; çünkü eğer o kurallar o kocaman tabelalara yazılmazsa, veliler topluluk içinde çocuklarına sahip çıkmaları gerektiğini tahmin edemezler, düşünemezler. Onun için, "çocuklarımızın havuz başına bisiklet, kay-kay, paten ve topla girmelerine izin vermeyelim".

Yarın sabahın köründe yine İstanbul yollarına düşüyorum. Bu sefer fazla zaman geçirmeden, hemen eve dönmeye karar verdim, Boğaz'ı bile göremeden, sabah gidip akşam döneceğim. Biraz yorucu olacak mutlaka ama, hemen eve dönme düşüncesi hoşuma gidiyor. Yorucu yolculuk içinse yanıma bir sezon Friends aldım (Hele o USB bir çalışmasın, ya da hele bir USB olmasın o otobüste, bakın görün, n'apıyorum ben o otobüse). Ruh halime göre biraz kitap da okuyabilmeyi umut ediyorum.

Sosyal bilimlerin günümüzdeki en önemli eksiklerinden biri, sayısal bilimlerin aksine, olması gereken şeyi net ve kesin olarak belirtememesi ve çözümden çok, mevcut şartlara odaklanması. Sosyal bilimler alanında yapılan en temel şey, mevcut olan neyse onu anlamaya çalışmaktır, ama kimse aslında olması gerekenin ne olduğunu ve o noktaya nasıl gelinmesi gerektiğini söylemez (en azından ben aldığım psikolojiye giriş, sosyal psikolojiye giriş, dünya politikasına giriş gibi derslerde neredeyse hiç görmedim). Mesela, sosyal psikoloji eğitimi agresifliğin tanımını yapar, örneklerini verir, doğuştan gelen değil, öğrenilen bir davranış olduğunu söyler; ama agresif davranışları nasıl ortadan kaldıracağımız ya da en azından nasıl azaltacağımız üzerinde fazla da bir şey söyle(ye)mez. Aynı şey önyargı gibi başka pek çok konu için de geçerli.

Fakat, sayısal bilimler böyle değildir; örneğin kimya ideal gaz yasasının tanımını yapar, formülünü verir; en liseli ergen haliyle bu formül P.V = n.R.T'dir der. Bu formül elinizin altındayken, gazın basıncı gerektiğinden fazla yüksekse ve siz o basıncı düşürmek istiyorsanız; mol sayısını veya sıcaklığı artırmak, veya hacmi düşürmek gerektiğini bilirsiniz; bütün bunları yapmak içinse uygulayabileceğiniz birtakım bilindik prosedürler vardır.

Peki, sosyal bilimlerde neden bu çözüme yönelik soruların cevapları verilmemektedir? Cevaplar bütüne yansıtılmak için fazla mı objektiftir? Akademisyenler cevapları bulamamakta mıdır, bulmaya yanaşmamakta mıdır, ya da bulup da söyleyecek kadar emin değil midirler? Ya da başka bir şey mi?

İş yaşamında sosyal bilimlerden neden sayısal bilimler kadar yararlanamadığımız sorusunun cevabı, aslında burada yatıyor bence. Sosyal bilimler henüz yeteri kadar çözüm odaklı değil; bu yüzden bugün bu bölümlerin mezunlarının çok önemli bir kısmı ya akademik hayata devam ederek eğitimlerini tam anlamıyla kullanıyorlar, ya da kendi branşlarıyla çok uzaktan da olsa bir şekilde alakalı olabilecek işlerde tutunmaya çalışıp, geçimlerini sağlamak için uğraşıyorlar. Bu uzaktan ilişki yüzünden de, aslında çok uygun sayılmayabilecekleri ve asıl ilgi ve yeteneklerine yönelik olmayan yerlerde iş yapıp, o işe yönelik eğitim almış, ya da o işte gerçekten bir fark yaratabilecek insanlar tarafından yapılabilecek işleri daha verimsiz bir şekilde yürütüyorlar ve bunların performans düşüklüğünde önemli etkileri oluyor.

Sosyal bilimciler sosyal bilimlerin bu sorununun ne kadar farkındalar ya da bunu çözme konusunda ne kadar istekliler bilmiyorum, ama bu sorunun üzerine gidildiği taktirde sosyal bilimlerin iş yaşamında ve toplumsal yaşamda çok daha önemli bir yere sahip olacağını düşünüyorum.

30 Mayıs 2012 Çarşamba

Dikkatini vermek - First thing's first.

Anlatmaya hazırım. O anlara geri dönebilmek için aynı CD'yi taktım bilgisayara. Biraz hava girsin diye pencereyi açmaya niyetlenmiştim ki, jaluziyi çevirmemle karşıda atletiyle sigara içen amcayı görmem bir oldu; çaresiz jaluziyi yarıya kadar indirip yarım aralayabildim. Yine de hazırım.

Dışarıdan dönüyordum; hep böyle başlar ya hikayeler. Birisi söylemişti bunu bana; "ne kadar tahmin edilemez olursa o kadar yoğundur yazı, o kadar anlaşılmaz ve hayranlık uyandırıcı olur". Her zamanki gibi öylece en kısa yoldan olabilecek en hızlı şekilde eve dönmeye odaklanmıştım. Real'in otoparkında tek tük kalan arabaların arasından yürüyüp, kendiminkini buldum. Arabaya bindim; Ay'ın görünüp görünmediğini bile bilmiyordum ama, Radiohead'in Sail to the Moon albümünü taktım, yola çıktım. 2+2=5 ile başladı albüm. Real Kavşağı'ndaki ışıklarda beklerken yayaların lambasının lacivert fonun önünde, sokak lambaları ve farların ışıkları arasında kırmızıdan yeşile dönüşünü gördüm. Bir anda her şey bir hikayeye büründü. Eskişehir Yolu'nu Bilkent'e bağlayan yola geldiğimde yolun ilk defa bu kadar "aktığını" fark ettim.

Sağ şeritten yavaş yavaş giden araçların daha hızlı ilerlemesini ummaktan vazgeçtim, onların peşine takıldım, yavaş yavaş gittim. Eskişehir Yolu'na çıktığımızda yol akmaya devam ediyordu; benim yapmam gereken tek şey, hareket etmeden olduğum gibi durup yolu takip etmek oldu. Bu sırada Sail to the Moon geldi; hafif bir hipnoz etkisi yarattı. Konya Yolu'na dönmeyeceğimi fark ettim o an. Tunalı'dan geçebilirdim; ama hayır, çünkü Tunalı fazla kalabalıktı. Meclis'e kadar gidip, oradan Or-an'a çıkıp, koca bir çember çizerek evime dönmeye karar verdim. Uzun zamandır gece geçmediğim yerlerden geçecektim. Tek başıma, kulağımda dünyada o resme uyabilecek en güzel müzikle. Müziğin sesini açtım; araba hareket halindeyken duyarlarsa duysunlar; geçip gidiyorlar yanımdan zaten. Kırmızı ışıklarda durduğumda kıstım sadece. Camı yarım araladım, gecenin serin havası koluma, karnıma çarptı, biraz üşüdüm. Eskişehir yolundaki alt geçitlerin ışıkları Radiohead'in şarkılarıyla karışıp üzerimden aktı aktı, geçti. Meclis kavşağına geldim; ilerleyip, sağa, Atatürk Bulvarı'na döndüm. Meclis'ten yukarı çıkmaya başladım ağır ağır giden bir servisin peşinde. Şehrimin mimari harikası(!) alt geçitlerinden geçtim, geçerken büyük ihtimalle kulağımda Backdrifts (Honeymoon Is Over) vardı (En güzel uyanı da bu oldu galiba). Ya da başka bir yerde; hatırlamıyorum. Ne kadar parça parça anlatsam da, bütünü önemli benim için, onun orada ya da bunun burada olması değil.

Tunalı'daki altgeçitten çıkıp, kendimi Cinnah Caddesi'nde, yokuş yukarı uzanan yolun iki yanından yükselip üzerini bir taç gibi kapatan, yeşil ışıklarla aydınlatılmış ağaçların arasından tırmanırken buldum. Son zamanlarda gördüğüm en güzel manzaralardan biriydi belki; Ankara'nın bir parçası olması inanılır gibi değil; ama Ankara'nın en "üst tabaka" semtlerinden birinin bir parçası olması oldukça anlaşılabilir. Yokuş bir süre böyle devam etti; yolun sağından yokuşu ağır ağır çıkan bir belediye otobüsünü solladığımı hatırlıyorum. Yokuşun eğimi yavaş yavaş azalmaya başladı, derken yolun sol tarafında kırmızı şerit ışıklarıyla Atakule belirdi. Her zamanki disko topu görünüşünden farklı gözüktü orada gözüme; hatta ufak çaplı olarak büyülendim bile denebilir; çünkü orada gecenin laciverdine o kadar güzel uyuyordu ki (Kendi kendime bir kelime oyunu mu olmuş burada? Shakespeare değilim ki ben! Bence zaten Shakespeare benim gibi yapmamıştır, bir kere tarzlarımız farklı). Bütün düşündüklerimi unutacağımdan korkarak yolun kenarına çekip not almayı düşündüm, ama durma yasağı vardı. Unutmayacağımı umut edip yola devam ettim. Kavşağa geldiğimde kırmızı ışıkta beklerken kafamı kaldırıp tekrar Atakule'ye baktım; fotoğrafını çekmek istedim ama telefonum kocaman, çıfıtçı çarşısı çantamın içinde kim bilir neredeydi (aslında şimdi yanımda fotoğraf makinesi de olduğunu hatırladım ama sanırım 19 saniye içinde değil fotoğraf çekmek, çantamdan bile çıkaramazdım). Bunu fark edince bir daha dönüp, Atakule'nin o resmini çekip zihnime sakladım. Sizle paylaşamadığım için üzgünüm. Yeşil ışık yandı, yukarı doğru gitmeye devam ettim. Akrabalarımızın evinin yakınından geçerek tırmandığım yokuşun sonunda sağa döndüm; artık Turan Güneş Bulvarı'ndaydım. Saatin çok geç olmamasına rağmen insanı şaşırtan bir sakinliği vardı caddenin; önüme kimse atlamadı, ani fren yapmak zorunda kalmadım, yavaşlamadım. Yol tekerleklerin altında akmaya devam ediyordu, ışıklar da öyle. M.S.B. lojmanlarının oraya geldiğimde Thom Yorke'un There There'de dedikleri çok dikkat çekiciydi:
"Just cause you feel, it doesn't mean it's there"
Or-an'ı da geçtim, sonrasında fazla bir aksiyon olmadı; çünkü kendi çöplüğüme yaklaşmıştım artık. Eve dönme zamanıydı. Yolu daha da uzatıp İncek'ten çıkamazdım; hele ki benzin ışığı yanmış arabayla böyle bir şey yapmak gereksiz bir risk olurdu. Ben İncek'i hiç bilmem.

Caddenin yukarısından eve doğru gelirken bir ara pedallara basmadığımda bile araba istediğim hızı koruyordu, sanki beynimi okuyormuş gibi, sanki bir bütün olmuşuz gibi.

Son zamanlarda yaptığım en güzel şeylerden biri bu oldu galiba; kendi kendime kalarak bir şeyler üretmeyi öğrendim artık. Dış dünyadan birtakım girdilerle (çok şükür ki mevcut o girdiler) kendi mutluluğumu kendim üretiyorum; %100 organik. Çevrem için üretken olmam gereken zamanlara da açığım, biliyorum ki onlar da gelecek bir gün (umarım yakında) ve hepsini çok güzel yapacağım. Fakat kendi kendime çalışmasını öğrendim artık. Şimdi nasılsa kimse benden bir şey üretmemi istemiyorken, kendi kendime çalışıyorum. Radiohead de sırtımı sıvazlıyor bu sırada.

Eğer hayatım bir film olsaydı, bu akşamki ufak gezintim kesinlikle bu filmin bir parçası olurdu. Benzin fiyatlarına rağmen şehrimi sevmeye çıktım bu akşam, belli ki. Sevdim mi? Gecesini sevdim; evet. Pijamalarını giymesi gereken, pijamalarını seven insanlar yollardan ayrılıp, evlerinde portakal soyarken her şey çok, çok daha güzel. Benzin ucuz olsa Ankara'yı çok sevebilirdim; insanlarına bulaşmadan, sadece akıp giden yollarıyla ve gece renkleriyle.

Müzik işe yaradı; sanırım pek bir şey unutmadım.

Tüh be sana dünya!

Gecenin şu saati olmuş, yatmak üzereyken kendimi bir anda "Yeni Kayıt" sayfasında buluverdim. Bu yazının da "Kayıtlar" sekmesindeki yayınlanmamış ve büyük ihtimalle de hiç tamamlanmayacak diğer taslaklarla beraber kaybolup gitmesi ihtimali de var; ben yine de bunu bir süreliğine gözardı edip devam etmek istiyorum. Çünkü gecenin bu saatinde hala buralardaysak, biraz biraz kıvama gelmişiz demektir.

Camı açtım odam ben uyumadan önce biraz havalansın diye; aşağılarda bir yerlerde büyük ihtimalle bir arabadan bir müzik sesi gelir gibi olup, sustu. Çiçek kokuları yine neme tutunmuş, yükseliyor; odamın içini dolduruyor. Yanımda arabayı kullanacak, konuşma ve susma zamanını iyi bilen biriyle yola çıkmak istedim.

Geriye baktığımızda ileriyi görür müyüz? Geçmişten kalma rüyaların renkleri nereye kaybolur? Eğer zaman bizim için algımıza sonsuz hızda art arda gelen film kareleri gibi bir şeyse; o halde geçmişin kareleri nereye gider? Gelecek kareler nerededir? Uykum geldi biraz galiba, sadece soruları sormak için bile çok uğraştım. Fakat kitap okumaktan ümidimi çoktan kesmiştim; kafam başka yerde, bir yandan Zorba müziklerinden "Clever People and Grocers" çalmaya başlıyor beynimde. Sonra onu bilgisayarda ararken, aynı albümdeki "Questions Without Answers" parçasına rastlayıp, içimden ufak bir gülücük çakıveriyorum. Zorba'nın boş yere bir şey dediğini duymuş değilim:
"Kafan olmasa da zararı yok; şapkan olsun, yeter... Tüh be sana dünya!"


Her ne kadar teorik şeylere kafam istediğim kadar basmasa da, henüz bir anlam taşımayan teorilerin bile zamanda bir yerlerde önem kazanabileceğini düşünüyorum. Bu yüzden en abuk görünen çalışmalar, düşünceler bile aslında boş olmayabilir. Fakat bir yandan da bu olasılıklara sığınıp büyük ölçüde yararsız işler peşinde koşmamak gerek.

"İnsanlar da aklını kullansın o zaman!" sorusunun cevabı "Ama kullanmıyorlar işte..." olmamalı. İnsan aklını kullanıp, zekasını doğru alanlara yönlendirmeli. Spesifik örneklere kaydıkça tadım kaçıyor; bu yazıyı okuyacak birilerinin düşünce tarzında yaratabileceği herhangi bir olumlu etkiyi de bir yana bırakıp; 5-6 satırı birden siliyorum; çünkü hepimizin papağan gibi sürekli tekrarladığı şeyleri tekrarlamak için durmuyorum burada gecenin bu saatinde. Yazarken, düşünmek, bir şeyler fark etmek istiyorum. Kendime şaşırmak istiyorum; gittikçe daha detaylı şeyler üzerinde durmak istiyorum. Daha önce çok az kişinin üzerinde düşündüğü şeyler üzerinde düşünmek istiyorum; kimsenin bana ya da başkalarına hatırlatmaya kalkmasına gerek kalmadan. Böylece kendimi başkalarının demesiyle konuşup, başkalarının demesiyle susan insanlardan ayırıyorum. İstediğim zaman konuşup, istediğim zaman susuyorum; istediğim şeyi söylüyorum, istemediğimde saklıyorum. Düşünmek ya da anlatmak için beklemiyorum; aksine kendimi sürekli teşvik ediyorum üzerinde düşünecek yeni, parlak şeyler bulmak için; daha yaratıcı olmak için. Ben filozof değilim, olmaya çalışmıyorum. Zaten düşünmenin "Hobaaa, hacu sen de başımıza filozof kesildin" seviyesine indirilmesiyle beraber bir şeyler patlak vermeye başlıyor "sosyallikten patlayan" birtakım ortamlarda. Hatta ta orta sondan beri konuşmadığım okul arkadaşımın geçen gün Facebook'ta (imla hatalarına kadar birebir) "şimdide ciddi bi insanmısın" demesi de bununla ilgili olabilir diye düşünüyorum.

Saati 3 ettim. Aferin bana. Kınam nerede?

28 Mayıs 2012 Pazartesi

Gözlemcinin müdahalesi

Hayatımı alıştığım renklerin biraz daha dışına çıkarıp, farklı renklere bulamak istiyorum. Mavi, yeşil, beyaz; bunları zaten oldum olası sevmişimdir; ama bu aralar araya başka başka renkler katasım var. "Renk paleti"ne baktığımızda gözümüze ilk çarpan şeyler değil, biraz rastgele beliren renkler; uçuk uyumlar... Fark etmeden önce niteliğini anlamadığımız, anladıktan sonra da daha önce nasıl fark etmediğimize şaşırdığımız uyumlar. Tıpkı besteciler gibi... Yaptıkları müziğe bakınca sanki gayet olağan bir şekilde ortaya çıkmış gibi geliyor; ama o besteciler o müzikleri ortaya çıkarmak için kim bilir ne "doğum sancıları" çekmişlerdir. Ortaya çıkmadan önce asla düşünülemeyen, ortaya çıktıktan sonra ise düşünülmemiş olması imkansız görünen şeyler. Ya da sınavda her öğrencinin başına gelen şey gibi; sınav sırasında sorunun çözümünü bir türlü bulamazsınız, kağıdı evirir, çevirir; siler, tekrar yazar, tekrar siler, tekrar yazar ve tekrar silersiniz; en sonunda pes edip kağıdı hocaya teslim ettikten sonra dışarıdaki arkadaşlarınızla soruların çözümlerini tartışırken her şey o kadar nettir ki; çözümlerin öyle olduğunu düşünmemek için aptal olmak gerekir.

İşte, Schrödinger'in kedisi tam orada kutunun kapağını açmış, "Ne var ya, amma çene çaldınız. Bakın işte, yaşıyorum" dercesine etrafta şöyle bir dolanmış, sonra yakınlarda bir sandalyenin üzerinde kıvrılıp, isyan eden bakışlarınıza aldırmaksızın, etrafında dönüp duran tüm olaylara kayıtsız bir halde patilerini yalamaya başlamıştır. Söyleyebileceğiniz pek bir şey yoktur; size de bu noktada kutu, radyoaktif atom, radyoaktiviteye duyarlı çekiç ve içi zehirli gazla dolu cam balon gibi parçalardan oluşan deney teçhizatını toplayıp kaldırmaktan başka pek bir şey kalmamıştır.

(Fotoğraf kaynak: Vikipedi. Vikipedi'den alıntı da yaparım, kaynak da gösteririm! Üniversite hocalarıma buradan selamlar)

23 Mayıs 2012 Çarşamba

Ağaçların hışırtısındaki bilgelik

Tam yatmadan önce odamı biraz havalandırmak için pencereyi açtım. Pervaza dirseklerimi dayayıp biraz etrafı seyrettim. Saat geç, sokaklar çok sessizdi. Bir adam arabasını kilitleyip sessizce apartmanlardan birine girdi. İşte tam o kaybolurken, bizim apartmanla yan apartmanın arasındaki ağaçlar rüzgarla aniden hışırdamaya başladı. İşte o an fark ettim gecenin kokusunu. Hemen eğilip, karanlıkta belirsiz sallanan ağaçlara baktım; havanın kokusunu içime çektim. İşte tam o zaman anladım, sakin bir sahil sitesinde doğayla beraber olmayı ne kadar özlediğimi.

Bunu yazmak için yatağıma geldim, ama cam hala açık ve araya karışan ufak tefek motor seslerine rağmen ağaçların sessiz dualarını, idraklarını, bilgeliklerini duyabiliyorum.

19 yıldır yaşadığım odamda bunu ilk defa bu kadar net algılıyorum.

-Ağaçların hışırtısındaki bilgelik-

Şehirlerde çoğu zaman sadece motor seslerini duyarız, çünkü her yeri onlar işgal etmiştir; ama aslında ağaçlar konuşur. Yalnız, bu koca çemberin içinde o kadar uyumlu yer alırlar ki, fark edilmezler. Belki babam yıllara önce ölmüş kuşumuzu, gonzalesimizi, balığımızı o ağaçların altına gömmüştür. Belki bu belirsiz senfonide onların da çaldığı bir şeyler vardır.

Serin ve temiz hava odamda tatlı tatlı dolaşıyor; baharın, yazın hafif nemli, hafif çiçek kokulu havası. Yaprakların senfonisi, içimden gelen "konuk sanatçı" sesle birleşip "Bırak, her şey aksın" diyor. Yaprakların, dalların kendilerini rüzgara bırakıp hafif hafif, usulca ama bilgelikle sallanışları gibi. Sanki o zaman sesimi çok fazla insan duymayacak belki, ama duyması gereken herkes duyacakmış gibi. "Ne varsa akışına bırak" diyor bana, yıllardır ilk defa böyle duyduğum fısıltı. "Bak," diyor; "ben rüzgarla ne de güzel salınıyorum."

-Yaprakların senfonisi-
-Yaprak senfoni orkestrası-

Thank you trees,
leaves, twigs, roots and chunks

H2O and carbons and CO2 and all that C6H12O6,
that sing altogether the great song of silence.
Thank you the wind,
for letting that happen, letting me
hear what I did not for many years here
Thank you, silence
silence that talks.
Thank you, the night and the stars.
Thank you, all the little insects
and bugs and bees
that are important for the trees
that whisper to me
as we pass through the night
that is full of smell of fresh life.
Thank you, air, for carrying
all the sound and smell, letting me
see what I did not
all through these years that I spent
looking out from that little window.


***

Gece yatarken penceremi çok hafif aralık bıraktım. "Acaba üşütür müyüm" diye düşündüm ama bu riski almaya değeceğine karar verdim, yattığım yerden uzakta aşağıdaki ağaçları  hala duyabiliyordum. Kendimi sadece kulaklarım dışarıda kalacak şekilde örtüyle paketledim. Öylece uyumuşum. Daha sonra babamın gelip penceremi kapatışına uyandım. "Neden kapattın?" deyip, "Hasta olursun" cevabını aldığımı hayal meyal hatırlıyorum. Sonra tekrar uyumuşum.

Şimdi düşününce, sessizliğin aslında en çok ve en güzel konuşan şey olduğunu anlıyorum.

17 Mayıs 2012 Perşembe

Basit şeyler

Yine yağmur yağıyor, ama bu sefer arabadayım, dinmesini bekliyorum. Yağmurda araba kullanmak zevkli bir şey bence. İşin ilginç yanı da bütün yol boyunca doğru silecek çalışma sıklığını bulmaya çalışıp her defasında yol boyunca ayarı değiştirerek gidiyorum; çünkü trafikte yavaşladığımda çok sık çalışmasına gerek kalmıyor; hatta sık çalıştığı zaman "garç", "gurç" diye sesler çıkarıyor. Hızlandığımda ise daha fazla yağmur damlası çarptığından, daha sık geçmeleri gerekiyor. Ayrıca silecek kolunu yukarı doğru bir defa ilerletinceki en sık geçişle, iki defa ilerletinceki en yavaş geçiş arasında dağlar kadar fark var; benim silecek sıklığım da çoğu zaman o  aralarda bir yerlerde oluyor. Yaşasın; araba sileceklerinde bile Murphy kanunu!

Fonda Vicky Cristina Barcelona var. Çok az araladığım camdan içeri yağmur damlaları girip, defterdeki harflerin mürekkebini dağıtıyor. Tatlı bir yağmur, arabada "mahsur kalmak" canımı pek sıkmadı. Yanımda not defterim, müzik ve kitabım var. Etrafımda arabalar, yeşil ağaçlar ve yağmur damlaları var. Rüzgarla yağdığından galiba, damlaların tavanda çıkardığı ses arada kesilir gibi olup, sonra birden tekrar hızlanıyor.

California Dreamin' çalmaya başladı. Sözleri kışı anlatsa da, bu mevsimin şarkısıdır bence.


Bazı basit güzellikler detaylarda gizlidir, bazen bir banka oturup etrafı seyretmek gerekir. Bence her insan ne kadar meşgul olursa olsun, arada sırada bir banka oturup etrafı seyretmelidir. Bu sayede odağını kendi his ve yaşadıklarından alıp; çevresindeki insanlara, olup bitenlere açması için bir sebebe sahip olmuş olur. Çünkü hayatı sadece "kendi" koşturmacası içinde geçen insanlar bir süre sonra kendilerini dış dünyaya kapatmaya mahkum olurlar ve bu bence büyük bir kayıptır. İnsanın kendini dış dünyaya kapatması inanılamayacak şekillerde olabilir; her gün o parti senin, bu davet benim dolaşan insanlar da kendilerini dış dünyaya kapatmış olabilirler mesela; çünkü bakmakla görmek aynı şey değildir; ya da tek bir yere bakmakla ufkunuzu geliştiremezsiniz; gibi... Dış dünya, onun bakmayı bıraktığı yerde başlar; o yüzden bakmadıklarının yanında baktığı yerin pek önemi olmayabilir yani.

Kalabalık bir caddede on dakikalığına dahi olsa kenarda durup, bütün amaçlarınızı bir yana bırakıp, gelip geçen insanları izlemeyi deneyin. Yüzlerine bakın, kafalarından geçenleri okumaya çalışın. Gelip gittikleri yerleri hayal edin. Ya da benim gibi yağmuru izleyin, daha önce dikkatinizi çekmeyen ufak tefek şeyleri gözlemleyin; mesela yağmur damlalarının su birikintilerine katılırken çıkardıkları baloncukları izleyin, bunun keyfini çıkarın; çünkü siz onu gördünüz. Yanından geçip gitmediniz, geçerken bir yere yetişmeye çalışmadınız. Onu görmek için oradaydınız ve gördünüz de. Bu keyif "x'te nargile keyfi", "y'de mangal keyfi" gibi bir şey değil tabi; öyle bir şey beklememek lazım.

Biliyorum, günlük hayatın birtakım gereklilikleri, koşturmacası var ve ben şu sıralar işsiz ve sorumluluksuz takılıp bu koşturmacanın büyük oranda dışında kalabildiğim için bu kadar rahat konuşuyor olabilirim; ama bu yazı benden gelecekteki bana da bir not aslında; bakar kör olmamak için, kalabalıkta yere bakarak yürüyüp kaybolmamak için bir hatıra.

Güneş sol tarafımdan yüzünü göstermeye başladı. Yağmur taneleri son kibar vuruşlarını yapıyor tavana. Fonda Entre Olas var sanırım.

Çok saçmalarsam ben kendimi durdurayım bence.
"Las cosas simples son las más extraordinarias y sólo los sabios consiguen verlas." 
(Paulo Coelho) 
("Basit şeyler, aslında en olağandışı şeylerdir ve sadece bilge kişiler onları görmeyi başarabilir.")

14 Mayıs 2012 Pazartesi

Körv kaç çıkmış hacu?

"I don't feel frightened by not knowing things, by being lost in the mysterious universe without having any purpose, which is the way it really is, as far as I can tell, possibly..." 
(Feynman)

"İyi"nin olması için "kötü" de olmak zorundadır; çünkü göreceli bir evrende yaşıyoruz. Aslında "iyi" ya da "kötü" yoktur; bunları söylerken kastımız, "göreceli iyi" ve "göreceli kötü" olmalı. Bir şeyin "nasıl", "ne", vs. olduğuna karar verirken, önceden başkalarından edindiğimiz bilgi ya da kazandığımız deneyimlere başvururuz. Bu bilgiler ve deneyimler, bize istatistiksel olarak iyi, kötü ve tüm o diğer şeylerin "normal"lerinin nasıl olduğu bilgisini verirler. Karşımıza çıkan şeyleri bu "normal"lerle karşılaştırarak onun nasıl olduğuna karar veririz. Bu yüzden aslında her zaman bir hata payı vardır; çünkü dünya üzerindeki her şey hakkında bilgi toplayamaz ya da her şeyi deneyimleyemeyiz. Kendimizde biriktirdiklerimiz, toplamda olanın sadece küçük bir parçasıdır. Bu küçük parçadan genele dair bir bilgi elde etmeye çalışırız. Yaptığımız tüm bu çıkarımlar, bilinmezlik ve dolayısıyla da olasılıklar yüzünden mutlaka bir hata payı barındırır.

Çoğu insan bu hata payını bilmez, bilebileceklerinse bir çoğu bunu atlar; çünkü bugün bilim, çoğu insan için ders kitaplarından dışarı çıkamamış, insanların hayat görüşleri üzerinde gerçek etkiler kuramamamıştır. Bilimin çıkış sebebi "bir şeyleri anlamak, problemleri çözmek" olmuştu, ama bugün üniversitelerdeki bilimsel araştırmacıların ne kadarının üzerinde çalıştıkları bilime dayalı, elle tutulur bir hayat görüşüne sahip olduğu konusunda oldukça karamsarım. Hatta bence işte tam da bu yüzden bugün aramızda konuştukça gözlerinden parıltılar saçan bir "Richard Feynman" yok. "Ali Hoca B vermiş", "Ayşe Hoca D vermiş", "Körv kaç çıkmış hacu?", "Sınavda hangi çeptırlar var?" gibi şeyler mevcut, başka bir şey yok.

Biraz önce, arabanın arka koltuğunda uyurken Nirvana'nın Breed şarkısının başındaki davulu duymasıyla beraber kollarını havada davul çalarmış gibi savurmaya başlayıp gözlerini açan bir çocuğun videosunu seyrettim. Breed şarkısını severim; eğlenceli sözleri ve insanı gaza getiren bir müziği vardır ("Bir ev dikebiliriz / Bir ağaç inşa edebiliriz / Umrumda bile değil / Kız dedi ki, 'Üçüne de sahip olabiliriz'!"). Bütün uyuşturucu batağına rağmen Kurt Cobain dünya üzerinde gelmiş geçmiş en yaratıcı, en değerli müzisyenlerden biriydi ve balık burcu bu adamın yufka yüreğini anlamak için dahi olmaya gerek yok; şarkılardan anlamıyorsanız, kızıyla beraber çekildiği fotoğraf ve videolara bakmak da büyük ihtimalle yeteri kadar açıklayıcı olur.

An itibariyle Gabriel García Márquez'in öldüğüne dair haberler dolanıyor Twitter'da, doğru mu değil mi belli değil daha. Yüzyıllık Yalnızlık'a başlamış, ama sıkılıp bitirememiştim. Hatta sıkılıp yarıda bıraktığım nadir kitaplardandır kendisi. Yine de şimdi tekrar bakınca, biraz haksızlık yapmış olabileceğimi düşünüyorum; kitabı düşününce aklımda kalan tek şey baskıdaki satırların birbirine çok bitişik olması sebebiyle okurken sıkıntı çekişim. Belli ki onun da etkisi var.

Yağmur başlamış, damlalar odamın camına tıkır tıkır çarpıyor. Bu bahar çok tatlı.

13 Mayıs 2012 Pazar

Rüzgarda uçan şeffaf torba

Bahçede geçenlerde oturduğum bankın yerini değiştirmişler. Şimdi biraz daha aşağılardayım. Etrafta uçuşan pamukçuklar yüzünden burnum sürekli kaşınıyor. Arka taraftaki kavakların rüzgarla hışırtısı ve yaklaşan bulutlar, yağmurun burada kitap okumaya devam edebilecek kadar fazla kalmama izin vermeyeceğini belli ediyor.

Yeşillikler içinde havaya tatlı bir nem ve loşluk geldi. Ağaçların altındaki gölgeler iyice karardı. Bunu çok seviyorum. O koyu yeşil gölgeleri insanlardan koruyan bir algı filtresi var sanki, her gün gözünüzün önünde olabilir ama yine de göremeyebilirsiniz. Havada egzoz kokusuna karışmış hoş bir nem ve çiçek kokusu var. Köpekler kokuların karışımında her bir kokuyu ayırt edebilirlermiş, bir yerlerden duymuştum. Bulutlar iyice yaklaşsalar da benim bir süre daha burada oturmama ses çıkarmayacaklar galiba. Şu anda havadaki o tatlı kokuyu hiçbir parfüme değişmem.


Şimdilik Albemuth Özgür Radyosu'na geri dönüş yapıyorum, ama eve döndüğümde bunun üzerinde düşünmeye devam edeceğim.

***

Eğer biraz olsun mükemmeliyetçi bir insansanız, canınız baklava istiyorken dondurma alabilecek olmak size pek bir şey ifade etmeyebilir. Mantıkla bakınca insanın sinirini biraz bozan bir durum aslında; mükemmeliyetçi olduğunuzu zaten daha önceden biliyorsanız, başkalarının aynı durumda dondurmadan da gayet zevk alabileceğini, ama sizin bunu yapamadığınızı bilmeniz kendinize gıcık olmanızla sonuçlanabilir ("sonuçlanabilir" yazarken hızla yanlışlıkla "sko" diye başladım; acaba Freud'un bahsettiği dil sürçmesinin bir benzerini yaşamış olabilir miyim?). Bir yandan, bu düşünceye sahip olmadan yaşamak nasıl bir histir diye merak ederim ben mesela.

Not alışımdan sonra yağmur yağmadı, bir süre keyifle Albemuth Özgür Radyosu'na gömülebildim. Kitabın ortalarına geldikçe daha da ilgi çekici olmaya başladı. Arada sırada gelip etrafta bağıra çağıra oynayan çocuklar ve anneleri geçti önümden, neyse ki hiçbiri fazla uzun kalmadı. Yine de hava birkaç gün öncesine göre oldukça serindi, rüzgar nemle beraber insanın içine daha da işliyordu. Bu yüzden bir süre sonra üşümeye başladım; bahçede bir tur atıp eve çıkmaya karar verdim. Tam o sırada aklıma komşumuz ve aynı zamanda Calculus hocamın seneler önce içini rengarenk çikolata, şeker gibi bilumum sevimli şeylerle doldurarak kardeşime ve bana hediye ettiği, benim de uzun süredir evde aradığım kupaları eskiden bizim olan yazlıkta bırakmış olabileceğimizi fark ettim. Aslına bakarsanız bu durum baya içime oturdu, çünkü bir şeyler içmek için kullanmasam da seviyordum o kupaları (aslında o zamanlar daha kocaman kupalarda çay kahve içme yaşım gelmemişti de, ondan). IKEA'da şeklini, tutuşunu çok beğendiğim bir kupa vardı geçen gidişimde, bir dahaki sefere onu almak istiyorum. Bir de liseden çok sevdiğim bir arkadaşımın yılbaşı hediyesi, ayıcıklı bir kupa var. Onun içine de kalemlerimi koydum, çalışma masamda, sürekli gözümün önünde duruyor ve şimdi mini minnacık öğrencilerin bir tanecik sınıf öğretmeni arkadaşımı, onun kıvır kıvır saçlarını hatırlatıyor bana. Sonra, Operational Research Kulübü hatırası kupam var bir tane. Bir de, Füsun Teyze'min hediyesi inekli (evet, oldukça manidar) kupam var ki, kendisinin hacmi daha büyük olduğu için hazır çorbayı onun içinde yapmayı seviyorum. Kupalara neden bu kadar taktım, bilmiyorum. Çay, kahve yaşım geldi galiba.

Bir yandan bahçedeki turumda çektiğim bir-iki fotoğrafla uğraşıyorum; bütün bunlar olurken bir anda kendimi "Comes the morning when I can fell that there's nothing left to be concealed..." diye mırıldanırken buldum. Albümü bilgisayara taktım, içim sevgiyle doldu, son 4-5 yıldır her defasında olduğu gibi...


Bir de, dün gece planladığım gibi, bu sabah iki tane Django Reinhardt albümü indirip dinledim; bunu daha önce yapmadığım için çok, ama çok pişmanım. Biraz sindireyim, daha fazla şey anlatacağım.

L'arlésienne

Şu maçın sonucu belli oldu olalı kendimi bir süreliğine, ortalık biraz yatışana kadar Gmail ve blogger sayfalarıma kapatmaya karar verdim.

Bu akşam ilk defa bir senfoni orkestrasını canlı canlı dinledim. Bilkent Senfoni Orkestrası'nın konserine gittik ailecek; şunlar vardı:



Bunlar içinde en çok hoşuma giden ve aklımda kalan, L'arlésienne'in (Arles'li kız) başı ve sonundaki marş oldu. Tabi marşın en gaz yerinde yanımda oturan annem dirseğiyle dürtüp öteki yanımda ellerini coşkuyla havada sallayan adamı gösterince dikkatim biraz dağılmadı değil; ama bu durum tüylerimin diken diken olmasına engel olmadı. Bu kadar bahsetmişken, size dinletmezsem olmaz artık:


Bu noktada takıldım kaldım aslında yine, çünkü müziğin etkisinde kaldım; kendimden çok uzak yerlerde, uzay-zamanın bu ezgilerin çıktığı yerlerinde dolanıyorum bu akşam. Başka ufak tefek şeyler arada tatlı ve sert parazitler yapıyor. Elime not defterimi aldım, ama o bile bir işe yaramadı. Konserin ortasındayken aklıma bir şey geldiğini hatırlıyorum; ama not defterim yanımda değildi, içinde bulunduğum durumda not alamadım.

Woody Allen'ın Sweet and Lowdown filminden aklımda kalan Django Reinhardt var aklımda kalan, onun şarkılarını araştırmayı planlıyorum bu bittiğinde. Sonra da hazır bu saat olmuşken Albemuth Özgür Radyosu eşliğinde uyuklama zamanı da çoktan gelmiş zaten.

12 Mayıs 2012 Cumartesi

Evrenin alnının ortasındaki tencere

"I love stochasticity, because it makes things worth trying. Things are predictable up to some extent, but almost nothing is certain; and that's what makes it worth trying. You can never exactly know what's gonna happen next; and generally thinking, that's pretty encouraging to me. I mean, could you even imagine how boring life would be if everything was certain? I love probabilities. I need them in order to make my life more meaningful, at least up to some extent. I can see the universe; time and space as infinite number of branches of a tree, emanating from a single trunk in an infinitely iterative sort of way; and I tell you; all that fills my heart with joy."


Ben yazdım. Tırnak işareti içine almak istedim; çünkü yazarken bambaşka bir ruh halindeydim; tamam bendim yazan, ama aslında ben, o ben değilim. Yani biraz ben, biraz o.

"Her akşam bir yeni film" konseptim çerçevesinde (gerçi son İstanbul çıkarmam belli olduğundan beri her akşam yapamıyorum bunu ama hala gayet yeterli bir sıklıkta bence) dün bir Woody Allen filmi daha seyrettim; "You Will Meet a Tall Dark Stranger". Yine neredeyse hiç sıkılmadan izledim (bazı filmleri bitirmek için çok uğraşmam gerekiyor; bu onlardan biri değil). Müzikleri yine çok hoşuma gitti. Woody Allen'ın gerçekle masal arası, hafif dalga geçer havası olan, ama insanın içini de ısıtan bir tarzı var bence; müziklerin, çiçeklerin, renklerin, bunda çok etkisi var. Güzel bir bileşim var oralarda, beni kazandı.

İstanbul'a gittim, geldim; geldim geleli yeni bir şeyler yazmak istesem de, not defterimde üzerinde düşünecek pek bir şey kalmamış; sadece bugün 1-2 saat önce simülasyon hocamın doğum gününü kutlarken aklımda beliriveren, çok hoşuma giden İngilizce bir cümleden yukarıdaki kısacık paragrafı çıkardım. Fazla uzatmak istemedim nedense; cümlelerin bu kısa ve öz halleri, paragraftaki bütünlük, akıcılık çok hoşuma gitti. Öylece bıraktım ben de kendisini dinleten bu ufacık paragrafı.

Cümleler aslında kafamdan hızlıca akıp giden düşüncelerin, çağrışımların birer parçaları; düşüncede gayet akıcı bir şekilde uç uca birleşen, ama yazıda nehrin karşısına geçmek için üzerinden zıpladığınız taşlar gibi. Ne kadar hızlı yazarsam, taşlar birbirine o kadar yakın. Ne kadar durup düşünürsem, zıplamalar o kadar uzun mesafeli. Fakat her türlü keyifli; çünkü anlamsız gibi görünen şeylerin ardında bile akıp giden bir şeylerin olduğunu hatırlatıyor; biz o akışı bilsek de bilmesek de. En güzel yanı da, bilmek zorunda olmamamız. Mesela siz; bu yazının başlığından keyif almak için onu anlamak zorunda değilsiniz. Fakat bu başlığın "Stokastik. Evren. Alnımdaki biraz önce sıktığım ve şimdi kıpkırmızı izi kalan sivilce. Sivilce. 'Sana Ceren'in selamı var', 'Hangi Ceren?', 'Tenceren.'" gibi bir düşünce akışıyla aklıma geldiğini söylesem, size baya çılgınca gelebilir. Fakat, sonuçta ne de olsa, kurallara ya da kuralları bilmeye fazla da ihtiyacımız olmayan bir yerdeyiz. Bilinmezliğin tadını çıkaralım.


Türkçe çevirisi (Eğer İngilizce biliyorsanız mutlaka kendisinden dinleyin, gözlerindeki ışıltı görülmeye fazlasıyla değer):
"Görüyorsunuz, şu var ki; ben şüpheyle, belirsizlikle ve bir şeylerin bilinmezliğiyle yaşayabilirim. Bence yanlış cevaplara sahip olmaktansa, bir şeyleri bilmeden yaşamak çok daha ilginçtir. Benim yaklaşık cevaplarım, olası inançlarım ve farklı şeyler hakkında farklı derecelerde eminliğim var. Fakat ben hiçbir şey hakkında kesinlikle emin değilim; ve hakkında hiçbir şey bilmediğim pek çok şey var, neden burada olduğumuzu sormanın bir anlamı olup olmadığı ve bu sorunun ne anlama gelebileceği gibi. Bunun hakkında az biraz düşünebilirim; eğer çözemezsem, başka bir şeye geçerim. Fakat bir cevaba sahip olmak zorunda değilim. Şeyleri bilmemekten, bir amaca sahip olmaksızın şu gizemli evrende kaybolmaktan, ki bu söyleyebileceğim kadarıyla belki gerçekte olan durumdur, dehşete düşmüş hissetmiyorum; bu beni korkutmuyor."
 Bu adamla aynı dönemde yaşasaydım çok büyük olasılıkla çok fena aşık olurdum.

3 Mayıs 2012 Perşembe

Kaset ve kurşun kalem arasındaki ilişki

Başta şunu söyleyeyim: Fonda Vicky Cristina Barcelona müzikleri var. En sevdiğim film müzikleri listesinde net bir şekilde en üst sıralarda bu albüm. İnsanın ruhundaki boşlukları teker teker bulup dolduruyor sanki.

Bugün geç kaldım yazı yazmakta; saat neredeyse 11'e geldi. Birazdan Okan Bayülgen'in "kedi" temalı Muhabbet Kralı programı başlayacak. Konu ilgi çekici ve konukları da bilgili oldu mu tadından yenmiyor bu programlar. Bakalım o zamana kadar yazabilecek miyim bir şeyler.

Bu akşam geç kaldım dedim; yemekten sonra araya bir Woody Allen filmi girdi; Whatever Works. Woody Allen'ı yeni yeni tanımaya başladım ama tarzı o kadar hoşuma gitti ki, galiba baya bir deşeceğim bu adamın yaptıklarını. Bir kere şu ana kadar gördüğüm dört filminin hiçbirinde fire vermemiş bir film müziği güzelliği var bu adamın yapıtlarında. Hiçbir filminde boş bir müzik yok. Başlı başına üzerinde durulması gereken şeyler hepsi.

Aklıma gelen şeylerle ilgili ufak tefek notlar almaya başladım artık; geçen gün kendime soruyordum "Ne zaman ne yazacağımı bilerek yazmaya başlayacağım acaba..." diye. Galiba artık yazmak isteyip de konu bulamama sıkıntıma bir çözüm buldum. Küçük not defterime not alıyorum aklıma gelenleri; belki giriş cümlelerini. Oradan başlayınca devamı daha kolay geliyor.

Teknoloji neredeyse her ihtiyacımıza çare buluyor, işlerimizi giderek artan bir hızla kolaylaştırıyor; birkaç yıl sonra şimdi aklımıza gelemeyecek tüm o şeyler gerçek olduğunda belki bugünkü hayatımıza tıpkı şimdi geçmişteki teknolojiyi düşününce yaptığımız gibi hafiften bir acıma duygusuyla bakacağız. Daha dün walkman'in pili bitmesin diye kaseti kurşun kalemle sararken; bugün kasetler çoktan çöpü boyladı; hatta CD'ler bile yaşam savaşı vermekte. Bütün filmlerimiz, müziklerimiz bilgisayarımızda. Hatta önemli bir kısmı artık bizim bilgisayarımızda bile değil; internetten izliyor ve dinliyoruz bir şeyleri. Bunun günlük hayatımızı kolaylaştırdığı su götürmez bir gerçek tabi; ama benim aklıma takılan başka bir şey var. Bütün bu elle tutulmayan, kokmayan, dokunulmayan elektronik şeylerden onların gerçek tadını alabiliyor muyuz acaba?

Ben çoğu zaman alamıyorum, alamadığımı hissediyorum. Bu yüzden bir 10-20 sene önce yaşayan insanların bu konuda bir bakıma şanslı olduklarını düşünüyorum; çünkü onların plakları, kasetleri, kocaman walkman'leri, raflar dolusu kitapları, video kasetleri; o video kasetleri okuyan kocaman oynatıcıları vardı... Bir albümü dinlerken o albümün kapağı başka bir şey ifade ediyordu onlar için; kaset teypte çalarken aynı zamanda kasedin kabını alır, kurcalayabilirdiniz; hatta şarkı sırasını öğrenmek için kaset kabının arka tarafındaki küçük kıvrık kısma bakmak gerekirdi; buna göre istediğiniz şarkıya gitmek için kasedi ne kadar ileri ya da geri sarmanız gerektiğini hesaplardınız. Aynı zamanda kasedin kabındaki sanat da şimdi bilgisayar ekranında gördüğümüz grafiklerden öte bir şey ifade ediyordu şüphesiz; gözle görülebilir, elle dokunulabilir, hatta koklanabilir bir şey. Oysa bugün bütün müzik arşivimizi bilgisayarımızda "Müziğim" adı altında bir klasörün altında toplayabiliyor, kibar popolarımızı sandalyeden kaldırmak zorunda bile kalmadan istediğimiz müziği istediğimiz yerde dinleyebiliyoruz.

Daha on yıl öncesinde radyoda çalan şarkıları kasede doldurmak için çektiğim çileleri hatırlıyorum; tam şarkıyı güzelce kaydetmişken aptal DJ şarkının ortasında yayına dalıverir ve sinir krizleri geçirirsiniz ya hani; tipik bir durumdur. Ya da sevdiğimiz şarkı radyoda ya da televizyonda çıkınca çıldırırdık mesela. Artık istediğimiz klibi istediğimiz zaman seyrediyoruz ve bu bir mucize değil. İstediğimiz şarkıları CD'ye doldurup tonlarca toplama albüm yapabiliyoruz. Son derece sıradanlaştı, istediğimiz şarkıyı istediğimiz zaman dinleyebilir hale gelince, bunu yapmanın hiçbir önemi, güzel yanı kalmadı.

Bu işten en çok payını alan eşyalardan biri de kitaplar galiba; ve beni en çok kaygılandıran da bu aslında. Kitap kokusunu çok severim ben, eski kitap kokusu zaten bambaşkadır ama yeni kitapların bile kendine özgü bir kokusu vardır sahibini kendini okumaya çeken. Sayfalarının bir dokusu vardır; eğer elleriniz kuruysa mesela biraz haşır huşur olur okurken; benim gibi bu konuda biraz takık bir insansanız bunu fark eder ve ellerinizi nemlendirdikten sonra keyifle okumaya devam edebilirsiniz. Daha sonra, mesela, ne kadar okuduğunuzu ya da bitime ne kadar kaldığını görmek için arada kitabın üst tarafına bakıp hesaplar yapabilirsiniz... En güzeli de, belki bir gün rafları en sevdiğiniz kitaplarla dolu kocaman bir kitaplığınız olabilir ve onu salonunuzun orta yerine koyabilirsiniz, böylece yakınından her geçişinizde ya da onu karşıdan her görüşünüzde içinizi bir mutluluk kaplayabilir... E-kitaplarda bunların hiçbirinin tadı yoktur. Yer kaplamaz, tozlanmaz, taşıması diğerlerine göre son derece kolaydır, tonlarcasını aynı anda her yere götürebilirsiniz. Yine de, bence hiç ruhu yoktur e-kitapların ve bu onların en büyük dezavantajıdır. Bu yüzden elimdeki e-kitaplara gayet uygun imkanlara, şu işsiz halime ve babamın kendine göre haklı itirazlarına rağmen hala onca paramı basılı kitaplara harcarım hiç düşünmeden; hem de utanmadan, sıkılmadan bir gün salonumun ortasında kocaman bir kitaplığım olacağı hayallerini kurarak.

Eskiden insanların kalem kağıt ya da daktilo kullanarak yazdıkları onca şeyi artık bilgisayarda yazıyoruz. Gün içinde aklıma gelen şeyleri kalem kağıtla not almak biraz garibime gidiyor mesela. Halbuki, geçmişte  bilgisayarlar insanların günlük hayatlarına girmeden önce kalem kağıtla ya da daktiloyla bir şeyler yazmak eminim yazan kişi için bambaşka bir anlam taşıyordu. Harflerin o yazılış şekillerinin bile anlattığı bir şeyler vardı. Bugün ise her şey Times New Roman, 12 punto. Ayırt edici çok az şey kaldı.

Aynı şeyler fotoğraflar, filmler ve büyük ihtimalle benim aklıma gelmeyen daha başka şeyler için de geçerli.

Teknoloji karşıtı bir insan değilim, teknolojiyi insanlığın yararına kullanıldığı her alanda seviyorum ve birey olarak sonuna kadar destekliyorum; ama kendimizi kaptırdık, bir yerlere gidiyoruz ve giderken bazı şeyleri net göremiyor olabiliriz. Teknoloji hayatımızı her geçen gün şüphesiz daha da kolaylaştırırken, bazı şeyleri yapmanın zevkini de her geçen gün biraz daha alıp götürüyor bence ve bu beni biraz üzüyor sanki. "Üzüyor" doğru kelime mi, onu bile bilmiyorum aslında.


2 Mayıs 2012 Çarşamba

Kumrular Caddesi

Ankara'nın en memur kokulu yerlerinden biri Kumrular Caddesi'dir. Etrafın pek çok bakanlık, kamu binası vs. ile dolu olmasından ötürü bu caddede sürekli hareket halinde olan bir "takım elbiseli adamlar" ve "bezgin kıyafetli kadınlar" akışı vardır. Adamlar genelde yalnız ya da en fazla 2-3 kişilik gruplar halinde ilerlerler. Yalnız olanların elinde kocaman iş çantasıyla beraber bir ihtimal de hanımın sipariş ettiği meyve-sebzelerin bulunduğu ufak torbalar vardır. 2-3 kişilik gruplar halinde ilerleyen adamlar ise hızlı hızlı yürürler ve hararetli bir şekilde yanlarındakine büyük ihtimalle işle ilgili bir şeyler anlatırlar. Bu adamların takım elbiseleri genellikle çok sıkıcıdır. Boğuktur, çoğunun ruhları gibi kamu binalarının arasındaki boşluklara sıkışmıştır bu takımların renkleri de. Gridir, siyahtır, soluk kahverengidir.

Bir yandan da kadınlar vardır bu caddede, yine resmi giyimli. Aralarından, sayıları az da olsa; bazıları, topluluk içinde olumlu bir şekilde göze batacak kadar özenli giyinmiş olabilirler bazen. Bu caddenin tipik renklerinden uzaklaşabilirler; mesela bej rengi ya da açık maviler çarpabilir gözünüze bu kadınların üzerinde. Öte yandan, erkekler gibi kadınların da büyük çoğunluğu tek düze kıyafetleriyle olumlu ya da olumsuz bir şekilde göze çarpmaktan çok uzaktır. Her gün aynı döngüde dönüp dönüp durmak için evden çıkarken sapından tutup aldıkları o ufak tefek siyah çantalarını kollarına takarlar. Ayakkabıların topukları bile çoğu zaman hayata renk getirmekten uzak ve cesaretsizdir; resmiyetin ya da kadın olmanın toplumsal yaşamda gerektirdiği kadar topuklu; ama bundan bir santim bile yüksek değil. Kıyafetler de yıllardır süregelen o döngüyü yansıtır; öyle özensiz desenler görürsünüz ki bazen; keşke dümdüz olsalardı dersiniz. Kadınların ellerinde de torbalar vardır; çoğu zaman erkeklerinkinden daha büyük torbalar; çünkü kadınlar mutfakta neyin eksik olduğunu erkeklerden daha iyi bilirler. Bu yüzden devler dairelerinde kağıt ve dosya yığınları arasında geçirdikleri sıkıcı mesailerinden sonra süpermarkete gidip akşam yemeğe ne yapacaklarına karar verip, evin ihtiyaçlarını alırlar. Sonra ellerindeki koca torbalarla ve topuklu ayakkabılarıyla, kaldırımın dükkanlarla arabaların işgal etmediği o daracık kısmında, öndeki kalabalığın hızına uyarak yavaş yavaş, düşünceli düşünceli ilerlemeye başlarlar.

Bu torbaları dolduran dükkanları vardır bir de bu sokağın. Kendi içlerine sığamazlar, satılan bir sürü yiyecek maddesi dükkanların dışında, insanların yürümesi gereken yerlere serilir. Bunlara bakmak isteyen sıkıcı takım elbiseli adamlar ve topuklu ayakkabı giymiş kadınlar duraklayıp, yolu iyice daraltırlar. Arkalarından gelen diğer sıkıcı takım elbiseli adamlar ve topuklu ayakkabı giymiş kadınlar bir şekilde kendi şeritlerindeki akışı yavaşlatmış bu dükkan önü kalabalıklarından sıyrılmaya çalışırlar.

Bu dükkanların sahipleri öyle ilginç insanlardır ki, etraflarını pislik götürse de hiçbirinin umrunda değildir. Gerçekten de umarsızlardır. Yapmaları gereken tek şey gelen müşteriye cevap vermek ve onu kaçırmamak, sonunda da eve ekmek götürmektir. Yoksa kapının önüne bir kova su dökmek de şüphesiz gerçekten gülen bir yüz kadar boş bir şeydir.

Yolda dalgın dalgın yürüdüğünüz bir anda aniden yan tarafınızda "Bıyraaaan" diye bir ses duyabilirsiniz. Paniğe kapılmayın. Sadece büyük ihtimalle o çalışanın canı sıkılmıştır, içine bir fenalık gelmiştir, ya da başka benzer bir şey. Sakin olun ve yürümeye devam edin. Biraz ileride yanından geçtiğiniz cep operatörü bayisinin kapısında da "Numara taşıma bedava, gel abicim geeel!" diye avazı çıktığı kadar bağıran biri olabilir. Tam o sırada numaranızı taşımaya karar verme ihtimalinizin bu adamın bağırıp bağırmama konusunda vereceği karar üzerinde hiçbir etkisi yoktur. Boşuna düşünmeyin.

Bir de anlatım bozukluğuyla dolu tabelalar vardır mesela. Gerçi bunlardan sadece burada değil, her yerde görmek mümkün: "Meşhur Adana Dürümcüsü" ya da "Meşhur Sivas Köftecisi" gibi öğle vakti işinden bunalmış ve epey de acıkmış memurları çekmeye çalışan lokantaların tepelerinde görülen yazılardır bunlar. Aslında "Adana Meşhur Dürümcüsü" ya da "Sivas Meşhur Köftecisi" demek daha doğru bence; çünkü şimdi kullanıldığı durumda meşhur sıfatı Adana'yı ve Sivas'ı niteliyor gibi. Tabi, bu durumda lokanta sahiplerinin "meşhur"la kendi yemeklerini nitelemek istediklerini varsayıyorum.

Yiyeceklerden bahsetmişken; bu caddenin özellikle bazı yerlerinde mütemadiyen bir esnaf lokantası yemeği ve sigara karışımı kokusu vardır. Onun dışında, büyüme hayalleri kuran, ama vizyonu turunculu yeşilli sarılı tabelalardan öteye gidemediği için öylece kalakalmış restoranlar ve bu restoranların canı feci şekilde sıkılmış aşçıları, dönercileri vardır. Bir de, ıslak hamburger ve balık ekmek satan yerler gördüm ama sanırım umutsuz vaka.

Tıpkı Ankara'nın kendisi gibi Kumrular Caddesi da öylesine arada kalmıştır ki. Yoldaki kalabalık akışa kaptırmış gidiyorken önünüzdeki orta yaşlarını geçeli baya olmuş, takım elbiseli, bıyıklı amcanın cep telefonu apaçi melodisiyle çalabilir mesela.

Kumrular Caddesi, "gerçek" Ankara'nın küçük bir kopyasıdır. Diğer tüm alışveriş merkezleri ya da "eğlenme" amaçlı yerlerin çoğu; koca bir hayalden, tamamen olmasa da büyük ölçüde kendini kandırmacadan ibarettir bence.

1 Mayıs 2012 Salı

On Sekiz.

Şu çayı da bazen o kadar seviyorum ki. Poşettir, demlemedir; dinlemiyor. Çok sık ve fazla çay içen bir insan değilim, genellikle günde bir defa sabah kahvaltısında. Bazen siyah çay, daha az sıklıkla meyve çayları, bazen de Lipton'un limonlu form çayı. Form tutmakla da alakam yok aslında, form çayına şeker atan bir insanım. Yine de tadını seviyorum, bence güzel bir birleşim. Gerçi son aldığım pakettekinin tadı biraz farklı çıktı sanki, otların tadı limondan biraz daha baskın geldi. Her şey değişiyor, limonlu bitki çayının tadı neden değişmesin?

Daha yeni doldurmuştum kupayı siyah çayla halbuki; uzun zamandır yerde toz içinde bekleyen puzzle'ı toplarken biraz soğumasına izin verince biraz çabuk içtim galiba. Poşetteki dem bardağın içinde kalan azıcık suya iyice geçti ve çay iyice acımtırak bir tat almaya başladı.

Silmek de yazmanın kendisidir aslında. Silerken, neyi yazmayacağınızı seçersiniz ve neyi yazmadığınız, neyi yazdığınızı da belirler aynı zamanda. Bu yüzden, silerken de en az yazarkenki kadar dikkatli olmak gerekir. Yazıp yazıp siliyorum bazı cümleleri, ondan sonra "Silmesem ne olur ki?" diye düşünüyorum. Bir şey olmaz aslında. Belki açığa vurmak istemediğim bazı şeyleri yazmış olurum, eğer yazdıklarımın biraz okunabilirliği varsa da belki birkaç kişi onları okur. Ama silersem eğer, o cümlelerin bu yazı için artık hiçbir anlamı yoktur. Kaybolmuşlardır. Hatta kaybolmamışlardır da aslında; çünkü göreceli evrenimizde bir şeyin kaybolması için önce orada "olması" gerekir. Halbuki onlar silindiklerinden itibaren "o anki ben"im dışımda bir yerlerde hiç olmamışlardır bile.

Düşünce akışı biraz önce kesildi. Birisi hortumu kırdı.

Yazıyı yazarken duraksayınca yazının başından başlayıp okumak ilhamı söndürebilir. İlhamı söndüren bir diğer şey de, düşünürken bölünmektir. Eğer bölünme sebebiniz saçma sapanın da ötesinde bir şeyse durum iyice içinden çıkılmaz bir hal alabilir; çünkü yazmak istediğinize ve yazabileceğinize inanmanıza rağmen o büyü ister istemez kaybolmuştur; çünkü kızarsınız ve kızgınlık odak noktası haline gelir; özellikle ilk anlarda bir kenara bırakamazsınız. Quidditch oyununda Harry Potter'ın kovaladığı şu küçük top (adı her neydiyse artık) gibi bir şey bu elimde tutmaya uğraştığım şey; tam ellerinizin arasındayken onu kaybedebilirsiniz ve eğer tekrar yakalayabilirseniz ne mutlu size.

Hava karardı, yine akşam ezanı okunmak üzere. Bütün bunları iki defadır günün bu saatine denk getirmemin bir sebebi olsa gerek. Biyolojik saat olabilir belki.

Hayat, seçimlerden ibaret midir?

pablo honey

Çiçekli erik ağacı artık çiçekli değil, ama yemyeşil yapraklarla pıtır pıtır dolmuş. Birkaç haftaya erik bile verir belki. Altına bir bank daha çekmişler, iki küçük çocuk gölgede oyun oynuyor.

Bahçenin apartmanlara yakın kuytu köşelerinde rüzgar bazen evlerden ağır soğan kokuları getiriyor, öyle oldukça hızlanıyorum. Biraz ilerleyip açığa gelince rüzgar daha bir serbestçe esmeye başlıyor, ucuzluktan pek bir severek aldığım çiçekli elbisemin etekleri hafif hafif sallanıyor.

Benim çocukluğum bu bahçede, bu yürüyüş yollarında geçti. 4 yaşımdan beri bu sitede yaşıyorum. Bu, neredeyse 19 yıl demek. Her bir köşesinde ayrı bir anım var.

Aşağılara doğru ilerlerken üç küçük oğlanla karşılaşıyorum (küçük dediğimi bilselerdi baya bozulurlardı belki). Bir tanesi önde boyundan büyük bir bisiklet ve iki yanından çıkan küçük yardımcı tekerlekleriyle yokuş yukarı ağır ağır ilerlemeye çalışıyor ama çalıştıkça da bisiklet yana yatıyor. Sonra sağa, hafifçe yokuş aşağı doğru inen yola dönüyor ve başında duruyor. Bisikleti yavaşça yokuş aşağı bırakıyor, bisiklet de ağır ağır hızlanıyor. O hafif yokuşun biraz üstünde aynı yola bağlanan eğimi biraz daha dik bir yokuş var. İşte ben onu çok severdim. Bisikletle mi yoksa kaykayla mı hatırlamıyorum (kaykaya oturarak binerdik); kendimi tepesinden bırakır, düzlüğe gelene kadar hızlanırdım. Sonra pedalları çevirmeye başlardım. Bisikletimin zinciri o kadar çok atardı ki, zincir takmada usta olmuştum. Ellerim hep yağ olurdu; üstüm başım toz, dizlerim de yara bere içindeydi. Televizyon seyrederken o yaraları soymayı sevdiğimi hatırlıyorum.

Ben de yukarıdaki, eğimi fazla olan yoldan geçip, bisikletin indiği yolda yürümeye başladım. Bisikletteki çocuk yolun ortasında durdu, çünkü arkadaki daha büyük olanı durup geri dönmesini söylemişti. Hava çok sıcak, bunaltıcı.

Biraz daha yürüdükçe saha iyice görüş alanıma giriyor. Sahada oynayan çocukları artık tanımıyorum bile, çoğunu daha önce hiç görmemişim etrafta. Fakat aslında değişmeyen o kadar çok şey var ki. Bizim yerimizde ergenlik çağına yeni yeni girmeye başlayan kızlar sahanın kenarındaki bankta fısır fısır dedikodu yapıyorlar mesela. Voleybol topunun, futbol topunun başındaki isimler değişmiş belki ama, küfürler de aynı.

Tam o sırada bunları yazmaya karar veriyorum, ama aklımdan "Acaba hepsini aklımda tutabilir miyim" düşüncesi geçiyor. Ondan sonra hepsini birer madde haline getirip öyle aklımda tutmaya karar veriyorum. Olmuş da galiba. Belki de her zaman yanımda bilgisayar ya da en azından not defteri olmasını beklememem gerek. Hafıza teknikleri konusunda baya geliştirdim kendimi.