18 Kasım 2010 Perşembe

bir günışığı ki, gözlerin kamaşır yani.

Şöyle bir düşünüyorum, nerede bıraktım, şu an neredeyim diye.

Yok canım, fazla bir hayal kırıklığına uğramadım öyle yani. Beynimde duvarlara tırmandım, o kadar.

Bakalım bu düşünceler ne zaman rahat bırakacak, "Neydi, aceba niçün böyle oldu" gibi sorular.

Geçmişi sorgulayıp sorgulamama konusunda oldukça kararsızım. Ders çıkarabilmek için belli bir miktar deşmekten kaçamıyoruz gibi gözüküyor, bir yandan da "Eh, olacağı varmış, takılma artık, devam et" bakış açısı var; ki ilkine tamamen zıt; ve bu seçim yapmayı hiç mi hiç kolaylaştırmıyor (Kolay olmasını beklemek saçma mı, değil mi, o da ayrı bir kendi-kendine-tartışma konusu tabi).

Hangisi, ne zaman, nereye kadar?

Bunları söylerken gözümün önüne takılan kareleri çoktan geride bırakmıştım halbuki. Arka planda çalan Valkea Sisar'ın, hafızanın derinliklerindeki kareleri, yere paralel uçuşan kar tanelerinin hatıralarını su yüzüne çıkarmada bu kadar etkili olmaması gerekiyordu.

Güzel bir gece aslında, Fin Tangosu dinliyorum, tonlarca ayrı ayrı konudan konuşabilirim. Kafamda milyonlarca gerekli gereksiz şeyin uçuştuğunu söyleyerek kendimi buna ve bunun sonucunda da işin içinden çıkmanın zor olduğuna inandırabilirim. Buna meyilli bir yapım var şu an, evet. Ama şu son cümledeki şeyleri yapmasam belki de daha iyi olabilir.

Şarkıya taş plak çıtırtıları, taş plağın boğukluğu karışıyor; ve ben bunu çok seviyorum; çünkü beni buradan alıp, parçalarını algılamaktan zevk aldığım alternatif bir uzay-zamana götürüyor. Belki uzay-zaman değildir, hatta uzay ya da zaman bile değildir, gerçi. Ama bir yerlere gidiyorum işte.

Şarkının iniş çıkışları çok zarif, oldukça zarif. Yormuyor. Taş plak cızırtısıyla beraber güzel bir uyum oluşturuyorlar. Öyleki, taş plak cızırtısı olmadan bu şarkı bu kadar anlamlı olmazdı belki.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder