27 Kasım 2010 Cumartesi

le miel.

Bazen ister istemez düşünüyorum, acaba eskisi gibi olabilir miyiz diye. Biraz eskiyi özlüyorum, insanların yapmacık hallerinin çok çok daha gerçekçi olduğu o zamanları. Hani biraz alttan alıyordum, biraz öyle kabul ediyordum, falan filan ya. Dahası, bunu yapabiliyordum. "Öyle" kabul edebiliyordum.

Artık yüzlerini her görüşümde her defasında içim buz gibi oluyor. Bakışlarımın, sesimin donuklaştığını hissediyorum. Bir yanım eskisi gibi laf atmayı delicesine istiyor; ama güvenimi kaybettim bir kere, bu güven kaybını arka plana atmayı reddediyorum. Ki mantıklı da zaten.

İnsanın güvenebileceği insanların sayısının zaman içinde eksponansiyel olarak azalması gerçekten içler acısı bir durum.

Litanies Pour Un Retour dokundu bugün, Jacques Brel'den. Bu adamın şarkı söyleyişini çok samimi buluyorum.

23 Kasım 2010 Salı

osmoz, aktif taşıma.

Bugün uzun zamandır yapmadığım bir şeyi yaptım.

Bir kafede manzarası olan bir masayı kaptım, çayımı aldım. Her şeyi bıraktım, oturdum ve kitap okudum. Öyle 3-5 sayfa da değil, baya da okudum. George Orwell - Hayvan Çiftliği. Geçen gün zorla gittiğim Ankamall'den aldığım üç kitaptan biri. Diğer ikisi: Paul Auster - Şans Müziği ve Ayn Rand - Hayatın Kaynağı.

Sonra ORKampüs'10'un ilk oturumuna gittim. Mehmet Auf geldi, süper de bir oturum oldu bence. İnsan içine karıştım, eski arkadaşlarımı gördüm, mutlu oldum.

Şunu anladım ki, bu kadar keşmekeşin içinde sürüklenip gitmemek için yapılması gereken çok önemli bir şey var: Akıntıya karşı kürek çekmek.

İnsanın kendisine vakit ayırması lazım ve bunu bir zorunluluk olarak görüp, ciddiye alması lazım. İşi ne kadar başından aşkın olursa olsun, insan kendisine vakit ayırmalı. Yoksa uzun dönem yorgunluklar bir yerden sonra psikolojiyi çok fena yıpratıyor.

Şöyle bir benzerlik geldi aklıma şimdi; bu bahsettiğim "sinir stres atma" işi, bir nevi hücredeki madde transferi olaylarına benziyor. Birtakım şeyler doğal bir kuvvetle bünyeye katılıyor. İş/okul hayatlarımızın yoğunluğu bizi osmozvari bir şekilde stres manyağı yapıyor. İşte tam o sırada bir şeylerin patlamaması için devreye aktif taşımanın girmesi gerek; bütün o stresi bizim enerji harcayarak üstümüzden atmamız anlamına geliyor bu da. O stresi bünyeden uzaklaştırmak için özellikle bir şeyler planlayıp, onları gerçekleştirmek çok gerekli.

Yoksa en sonunda patlayıp gidersin.

Bundan sonra buna dikkat edilecek. İyi sonuçlar alacağımdan eminim.

19 Kasım 2010 Cuma

heeeeeeeyy yaaaa...

Bugün ilginç bir şey oldu.

Daha önce buralarda bir yerlerde bahsettiğim trafik kazasından beri, kırılan iki ön dişim dolguyla idare ediyor. Bir tanesi şimdiye kadar pek kıllık çıkarmadı sağ olsun ama daha büyük olan öteki kırıktaki dolgu 2-3 ayda bir düşüyor, yeniden yaptırıyorum.

Bugün sabah dişimi fırçalarken, işte o büyük dolgu düştü.

Çok sallamadım bu sefer. Hatta "Aaa bak her defasında daha az tepki veriyorum bu dolgu düşmesi olaylarına, ne güzel" falan dedim kendime.

Diş fırçalama işini bitirdim çıktım, odamda dolanırken "Hadi yerine yerleştirmeyi deniyim" dedim. Biraz uğraştım ama sonuçta oldu. İşte tam bu noktada dolgu ilginç bir şekilde oraya yerleşti ve kıpırdamadı. Sevindim, annemlere söyledim, güldük ettik falan filan.

İnanır mısınız, o dolgu ek hiçbir kuvvet olmadan, bütün gün orada KIPIRDAMADAN durdu.

Su içtim, yemek yedim. Yerinden oynamadı bile.

Bendeki mutluluğu tahmin edemezsiniz.

Gelgelelim, yemekten sonra ellerimi yıkamaya gittim, aynada bakınırken gözüme ufacık, miniminnacık bir karabiber kalıntısı takıldı, tam dolgunun oralarda gezinen.

Hah. Olaya gel şimdi.

İlla alıcam ya onu, hafif hafif diş fırçasıyla dokunmaya başladım. Dolguyu da düşünüyorum ama, "Düşmez ya, bir şey olmaz." düşüncesiyle falan. Sonra, bir anda, ne oldu demeden dolgu yerinden çıktı, lavabonun içinde tıkırdayarak yuvarlandı ve lavabo deliğinde kayboldu.

Sonra tabi dank etti, "Salak, ne oynuyosun karabiberse karabiber ya; bari önlemini alsaydın, değil mi!"

Şimdi, böyle bir olaydan sonra hayatın öğretici olmadığını kim söyleyebilir ki. Öğrenmen için her şeyi önüne koyuyor, o da yetmiyor sana bas bas bağırıyor. Bir yandan da egon kulağına fısıl fısıl konuşuyor. Karşı koyması o kadar güç ki. Hayatın dediklerini duymuyorsun bile. Sonra da işte böyle ağzın açık kalıyorsun.

İşte bunu öğrenmek lazım arkadaş. Acele kararlar vermemek, gaza gelmemek gerek. Ego'yu susturabilmek gerçekten önemli bir şey ve büyük de bir başarı.

Hayat gerçekleri bundan daha acı şeylerle öğretmesin inşallah.

the doctor.

Hayal dünyasında yaşamayalım da, nerede yaşayalım arkadaşım.

Bu fikir bazılarına "Öeaaaa" dedirtse de, beni hiç korkutmuyor. Ayaklarımız yere bastı da ne oldu, söyleyin bana.

Tek yapmam gereken şey gözlerimi bir noktaya sabitlemek. Ders gibi kısıtlı durumlarda bu bir nokta daha spesifik bir nokta halini alabilir (tahtanın üzerindeki bir nokta mesela). Görüntü yavaş yavaş bulanıklaştığında zaten her şey kendiliğinden oluveriyor. Hatta, o dünyaya geçtiğinde algıların bulanıklaşmasının bile kendi içinde oldukça ilginç bir sebebi var gibi geliyor bana.

Bundan sonra havalarda uçma, efendime söyliyim, kendimi roman & dizi karakteri sanma hakkımı saklı tutuyorum. Kimse karışmasın.

Zaman makinesi nerede! Feynman'la konuşmam gerek.

18 Kasım 2010 Perşembe

bu geyikleri lisede bıraktık sanıyordum, dostum.

Belki de daha basit kitaplar okuyarak yeniden başlamalıyım.

Çok inatçıyım, çok. Aylardır aynı kitabı okumaya çalışıyorum, kitapla aramda "It's not you, it's me" tarzı bir ilişki oluştu. Evet, Dostoyevski'nin Karamazov Kardeşler'i. Çok da güzel kitap, biraz fazla uzun sadece. NŞA'da üstesinden gelmek çok zor olmazdı. Ama... Ama...

Doğru düzgün kafamı veremiyorum. Başak burcuyum, detaylar olmadı mı da rahat edemiyorum. Okudum mu, harfi harfine okumalıyım. Oysaki, şu günlerde ben değil detaylarla boğuşmak olsun, iki okuma seansı arasında kitabın anafikrini, 5029890384 isimli karakterlerini aklımda tutabilmek için bile büyük çaba harcıyorum. Ah, Dostoyevski'yi de nasıl seviyorum halbuki.

Eskiden, küçükken, çocukken, gece uyumadan önce kitap okumaya bayılırdım. Başucumda kapağı olmayan, eski püskü, büyük ihtimalle babamdan kalmış bir Keloğlan kitabı vardı. Onun tadını hala unutamıyorum. Şimdi... başladığım sayfayı bitirebilmek için göz kapaklarımı açık tutmakta zorlanıyorum. Her defasında başucumdaki lambamı söndürürken üst üste kule olmuş kitaplara (ciddi anlamda kule yalnız), özellikle de Karamazov Kardeşler'e bakıyorum, kendime kızıyorum.

Yine de bu bayram tatilinden yararlanıp, bu kitap okuma işine yeni bir soluk getirmeye kararlıyım.

Belki biraz Paulo Coelho karıştırmalıyım araya. Hem çok uzun değil, hem akıcı, hem kolay okunur. Zaten Paulo Coelho kitapları benim için hep böyle durumlara yönelik birer joker oldular. Okumaktan uzak kalıp yeniden kitapları elime almaya karar verdiğimde başvurduğum bir yazar kendisi. Acaba, diyorum, bir ara Kızılay'a indiğimde Portobello Cadısı'nı mı alsam...

Uzun zamandır Dost Kitabevi'ni gezip, kitap almıyorum. Kendimi kitapların, kitap kokularının içinde kaybetmiyorum. Hazır kafam birazcık rahatlamışken, belki de dizilerden birazcık ödün verip kendimi yeniden kitap okumaya yönlendirebilirim. Tatilden sonra işler nasıl bir yoğunlukta geri dönecek bilmiyorum gerçi; rapor, ödev vs vs teslim tarihlerini kafamda tutmayı bıraktım desem yalan olmaz artık. Ayrıca, tedarik zinciri dersinin vakalarını okumadan saymıyoruz tabi ki.

Bu arada başlıkla alakasız yazılar yazmak, ya da yazıyla alakasız başlıklar atmak; evet, bunu bilinçli yapıyorum ve hoşuma da gidiyor nedense.

bir günışığı ki, gözlerin kamaşır yani.

Şöyle bir düşünüyorum, nerede bıraktım, şu an neredeyim diye.

Yok canım, fazla bir hayal kırıklığına uğramadım öyle yani. Beynimde duvarlara tırmandım, o kadar.

Bakalım bu düşünceler ne zaman rahat bırakacak, "Neydi, aceba niçün böyle oldu" gibi sorular.

Geçmişi sorgulayıp sorgulamama konusunda oldukça kararsızım. Ders çıkarabilmek için belli bir miktar deşmekten kaçamıyoruz gibi gözüküyor, bir yandan da "Eh, olacağı varmış, takılma artık, devam et" bakış açısı var; ki ilkine tamamen zıt; ve bu seçim yapmayı hiç mi hiç kolaylaştırmıyor (Kolay olmasını beklemek saçma mı, değil mi, o da ayrı bir kendi-kendine-tartışma konusu tabi).

Hangisi, ne zaman, nereye kadar?

Bunları söylerken gözümün önüne takılan kareleri çoktan geride bırakmıştım halbuki. Arka planda çalan Valkea Sisar'ın, hafızanın derinliklerindeki kareleri, yere paralel uçuşan kar tanelerinin hatıralarını su yüzüne çıkarmada bu kadar etkili olmaması gerekiyordu.

Güzel bir gece aslında, Fin Tangosu dinliyorum, tonlarca ayrı ayrı konudan konuşabilirim. Kafamda milyonlarca gerekli gereksiz şeyin uçuştuğunu söyleyerek kendimi buna ve bunun sonucunda da işin içinden çıkmanın zor olduğuna inandırabilirim. Buna meyilli bir yapım var şu an, evet. Ama şu son cümledeki şeyleri yapmasam belki de daha iyi olabilir.

Şarkıya taş plak çıtırtıları, taş plağın boğukluğu karışıyor; ve ben bunu çok seviyorum; çünkü beni buradan alıp, parçalarını algılamaktan zevk aldığım alternatif bir uzay-zamana götürüyor. Belki uzay-zaman değildir, hatta uzay ya da zaman bile değildir, gerçi. Ama bir yerlere gidiyorum işte.

Şarkının iniş çıkışları çok zarif, oldukça zarif. Yormuyor. Taş plak cızırtısıyla beraber güzel bir uyum oluşturuyorlar. Öyleki, taş plak cızırtısı olmadan bu şarkı bu kadar anlamlı olmazdı belki.

fin tangosu.

Yeniden çılgınca Fin tangosu dinlemem için güzel bir sebep olması lazım, kafamın müsait olması lazım, falan, filan. Bir fon müziği görevi görmesi lazım, anlatabiliyor muyum...

Eski şarkıların (50'ler, 60'lar...) tadı başka ya hani; sanki o zamanki hayatlar, sevgiler de başkaymış, daha bir hayal gibiymiş, ama daha bir gerçekmiş gibi geliyor. Belki böyle düşünmem tamamen beynimin eksik parçaları kafasına göre (beynimin kafası, lütfen ama) tamamlayışıyla alakalı olabilir. Bilmiyorum. Ama böyle şarkıların çıktığı bir devirde yalan sevgilerin yaşanması hiç de mantıklı gelmiyor.

Yine de en sevdiğim Fin tangosu sanatçısının yaşadıklarını okuyunca, her an her şeyin olabileceğine yeniden inanıyorum. Hiç belli olmuyor galiba biliyor musunuz, hiç.

O zaman, Olavi Virta - Yölintu. Sizin beyniniz de biraz dans etsin bakalım. Ha bu arada, Yölintu Fincede "gece kuşu" ("night bird") demekmiş, olur da şarkıyı dinlemeyi atlarsınız falan, söylemeden geçmiyim dedim.

Bu arada, kafam 8000 metrelerden yeryüzüne yaklaştıkça blog yazma isteğim ve hevesim de artıyor, oldukça güzel bir his.

17 Kasım 2010 Çarşamba

ustaya söyleyin müdüre söyleyin, o balığın... ağzına... lamba kapatsın!

İyi bayramlar.

Valla ben de isterdim öyle facebook'larda "@ıbık", "@zıbık" diye şu anda bulunduğum odamdan apayrı "location"lar belirtmeyi ama, yurtta kalmayıp kendi hasbehas evimde kalmamdan ötürü, yurttan evime dönüp de "sonunda @home" deme durumum bile olmadığı için, elimden hiçbir şey gelmiyor inanır mısınız.

Hayır, Ankara birden nasıl bomboş kaldı, nasıl yaşanır, çekilir, park yeri bulunması kolay bir yer oldu; orası zaten apayrı bir mesele.

Ama ben diyorum ki; Ankara gittikçe tuhaflaşıyor. Bunda yönetimin payı tabi ki kaçınılmaz, ama bir de insanlardaki engellenemez "beyne oksijen yetersizliği" hâli var, onu ne yaparız, inanın bilemiyorum.

Milyonlarca bölüm the Big Bang Theory seyretmeye devam ediyorum, 2. sezonun 18. bölümü endüstri mühendislerinin ve endüstri mühendisliği öğrencilerinin ağızlarına layık (sözgelimi) bir bölüm -ki Sheldon bu lafıma "Excuse me, spoiler alert!" diye tepki verirdi büyük ihtimalle-.

Bir yandan iki akşamdır cnbc-e'de Spartacus abimizle karşılaşıyoruz. Normalde bu tip konular pek ilgimi çekmiyor ama dönen entrikalara hayır diyemedim. Ha, tabi bir de Yüzüklerin Efendisi'nde Haldir (Haldir O' Lorien, Aragorn'un deyişiyle) rolüyle tanıdığımız Craig Parker'ın da dizide olduğunu görmem de merak etmem için baya yeterli bir sebep oldu. Yalnız; her şey çok iyi, çok güzel de; o nasıl bir ses Craig abicim ya.

Ve tabi ki bir yandan da çaktırmadan bir bayramı daha geçiriyoruz. Bayramın nasıl geçtiği hakkında bir şeyler yazayım madem biraz da; her bayram olduğu gibi annem benden "vakitli" kalkmamı bekledi ve yine her bayram olduğu gibi onun bu konudaki beklentilerini karşılamadığımı söylemek zorundayım (sebep: "Ohuyom ben yığaaa!"). Ama akraba-eş-dost ziyaretlerinde gösterdiğim tutarlılığı ve kararlılığı da benim yaşımdakilerin çok azı gösteriyor galiba.

Kimseye mesaj atmıyorum, bireysel gibi gözüken ama bireysellikten çıkmış mesajlar her ne kadar hatrı sayılır bir hatırlanma örneği teşkil etse de, yeteri kadar samimi olmadığını düşünüyorum. Bu yüzden Facebook'tan yazdığım kısa ve öz, "iyi bayramlar. :D" şeklindeki bir durum güncellemesi ile yetindim. Ha bir de, buradan kimseyi sallamadığım gibi bir mesaj çıkaran olursa, kendisine plaket yaptırmak için adını öğrenmekten memnuniyet duyarım.

Bu seferki kayıt biraz alaycılıkla dolu oldu galiba, biraz the Big Bang Theory etkileri görülmesi mümkündür, yadırgamayın. Sadece kendi çapımda eğleniyorum, bir yandan da bu kendi çapımdaki eğlencemi dünyaya açıyorum (öeaaaaaaaaaaaaaa).

Neyse o zaman ben uyumaya gidiyorum. Hadi görüşürüz. Tımammmm mığea! (Linkteki videoya bakın tabi ki!)

16 Kasım 2010 Salı

geçen gün yine gelecekle ilgili düşünüyorum; inanır mısın...

Biri beni durdursun.

Başıma gelecekleri bile bile, bir an önce iş hayatına atılasım var. Komik, çok komik. Hayır, okulda da pek bir nane kalmadığı bir gerçek ama, iş hayatına atılmayı istemek de biraz sakat bir olay bence.

Bu mülakatlar falan, yavaş yavaş aklıma takılmaya başladı bile. Tipik mülakat soruları vardır ya mesela hani: Önümüzdeki 10 yıllık süreç için kariyer planım neymiş, gibi. "Evlenip, çoluğa çocuğa karışmak" diyen kadınlar kaç puan kazanıyor acaba, mesela? Bunu demese bile, bunu yaşamayacak olma ihtimali nedir?

Bir de "Çocuk da yaparım, kariyer de" olayları var. Kim, ne yapıyor arkadaşım? Birileri beni aydınlatsın, bu olay nasıl oluyor. Hangisi hangi sırayla oluyor, ne kadar ödün vermek gerekiyor, vs vs. Geçen sene bir hocamla, çok sevdiğim bir hocamla ufaktan, birazcık konuşmuştuk bu meseleyi. "Evlenmeden önce dilediğin gibi takıl (kariyerden bahsediyoruz burada tabi) ki, evlendikten sonra 'Şunu da yapamadım' deme" demişti. Ne yalan söyliyim, bir sürü güzel, mantıklı şey dedi (Şimdi burada uzun uzun anlatamayacağım hepsini); benim içim baya da rahatlamıştı ama yine de bazen, ufaktan; kafama takılmıyor değil. Günün birinde evlenirsem de çoluk çocuğa karışırsam, bensiz büyüyecek o çocuğa yazık günah değil mi? Hadi ben evde oturup o çocuğa baktım diyelim, evde oturma fırsat maliyetime (opportunity cost) yazık değil mi? Bu ödünleşim (tradeoff) için bir "başabaş noktası" (breakeven point) var mıdır, varsa nedir; nerededir?

Burada yaptığım "Ev işiyle falan hayatta uğraşamam" varsayımının pratikteki geçerliliğinden hiiiiiiiç bahsetmiyorum bile.

Bir diğer soru, Ankara'da istediğim sektörde adam gibi bir yerde üretim planlama yapabileceğim yerlerin sayısı bir elin parmağını bile geçmiyor sanırım. E ben İstanbul'a mı gideceğim şimdi? Hadi gittim diyelim, bunun maddi ve manevi getiri ve götürüleri nasıl olacak? Ailemden ayrı yaşama fikrine alışmamın zaman alacağı bir gerçek.

Vesaire, vesaire. Unutmadan, belki de bilenlere yavaş yavaş sormak lazım bunları.

14 Kasım 2010 Pazar

just don't expect me to memorize without learning.

As I was heading home, in a public bus, watching around; I realized & remembered that...

the way to remembering passes through understanding and learning. First you understand and put it in the short-term memory. Then you learn it by repeating it several times. Only after that, you take it into long-term memory, which means you memorize.

Therefore, we can't memorize without learning.

Teachers, instructors, or whoever reading this; don't you ever tell someone to "just memorize something". Teach them at first place and that could eventually lead to memorizing after some repetition.

Just some introduction-to-psychology stuff.

And yeah, I do like psychology.

13 Kasım 2010 Cumartesi

100. kayıt derken?

Ben hangi ara doksan dokuz kayıt girdim buraya yahu...

Acaba, diyorum, yavaş yavaş İngilizce blog yazmaya başlasam mı ki. Bir okuyan eden olur, ya da ne bileyim, en azından kendime bir meydan okumuş olurum, biraz değişiklik olur, rapor dışında bir şeyi İngilizce yazmış olurum, falan filan.

Of, en son ne anlattığımı bile doğru düzgün hatırlamıyorum ki.

Kısacası, şu son 10 gün gerçekten yıpratıcıydı ama yavaş yavaş yeniden toparlıyorum da denebilir.

Dün tam 12 saat uyudum. 12'de kalktım, kahvaltıda poğaça değil, ev tostu yedim. Laptopu kucağıma aldım, saatlerce the Big Bang Theory seyrettim; utanmadım, ilk sezonu bitirdim.

Sonra House M.D.'nin son bölümünü Fransızca altyazıyla seyretmeye çalışmak gibi saçma bir şeye kalkıştım (ha zevkli olmadı değil, az çok söküyorum galiba ben bu dili). Evet, inanılır gibi değil ama saçma bir şey yapmak için vaktim oldu.

Kim bilir, belki ilerleyen günlerde biraz kitap bile okuyabilirim. Ya da daha mantıklı konular üzerine yazılar yazabilirim. Yazabilmeyi gerçekten çok istiyorum.

Bazen aklıma o kadar güzel konular geliyor ki; "Tamam," diyorum; "bunu kesin yazmalı bir ara." Ama çok alakasız bir anda olduğu için bu olay; ne bir yere not almak, ne de sonradan hatırlamak mümkün olmuyor.

Tıpkı, canımın gecenin köründe Türk kahvesi çekip, gündüz bunun aklımın köşesinden bile geçmemesi gibi.

10 Kasım 2010 Çarşamba

yeteeeeeeeeeeer!

Son 10 günüm 1 yıl gibi geçti adeta.

Milyonlarca sınava girdim. Final dönemi tadında vize haftası yaşadım, öyle ki final uçuğumu bile attım (hayırlara vesile!).

Şu son 5 günün 2'sinde İstanbul'a taşınıp durduk. Hayatımda ilk defa uçağa bindim. O kadar da abartılı bir şey olmadığına karar verdim. Bol sarsıntılı, biraz baş dönmeli, basık kabinlerden kaynaklı hafif klostrofobik yolculuklar.

Onu ara, ona mail at, onu mutlu et, onun dediği abuk şeylerden anlamlar çıkarmaya çalış, şu saatte kalk, oraya git... Benim bir ara bir yaşantım, bir sosyal hayatım, kendime ayırdığım bir zaman falan vardı?

Sınav diyeni vururum artık.

2 Kasım 2010 Salı

EQ.

"Never ever ever ever underestimate the importance of EQ."

Bugün kazandığımız deneyim de bu.

Ha öyle tırnak işareti içinde yazdım falan ama, benden çıktı bu laf da. Bir gün toplayıp kitap yapmak üzere biriktiriyorum(!).

Kafamın daha müsait olduğu bir ara uzun uzun anlatırım, belki.