Bir yılbaşı akşamında daha evde portakal soyma ve tv'de seyredecek doğru düzgün bir şey bulamama durumuyla karşı karşıyayım. Of, feci klişe. Yine de, garip bir şekilde kendimi huzurlu hissediyorum. Hani sadece sıradan şeylerde olan bir huzur vardır ya... Ondan işte.
Bir sene daha, yılbaşını arkadaşlarla kutlama durumunun kıyısından döndüm. Aslında çok şikayetçi de sayılmam bu durumdan, biraz olsun koltuğa yayılıp, dinlenmeye; hatta portakal soymaya falan ihtiyacım var.
Bugün bir final bile atlattım ben, o konuda söyleyecek fazla bir şeyim yok. Ama eve dönerkendi sanırım, bu senenin benim için ne kadar çok şeyi değiştirdiğini fark ettim. Daha önceki yıllar için böyle bir hesaplamaya hiç kalkışmamıştım; ama sanırım değişikliklere olan dikkatim arttığı için bu sene bunları düşünmeye başladım.
Neler yaptım bu sene? Ne değişiklikler oldu hayatımda?
İlk defa staj yaptım mesela, galiba en önemli değişikliklerden biri bu. İlk defa Ankara'nın bir ucunda, hiç tanımadığım insanların arasında bir ay boyunca gerçek bir iş yaptım.
İlk defa alın terimle para kazandım.
İlk defa annemden ayrı bir tatil yaptım (bkz. İstanbul çıkartması ve Çeşme tatili).
4. Genç AKADEMİ'yi organize eden takımın parçası oldum, Nisan ayında 4 gün boyunca Bilkent Otel'deki bir odada 2 kişilik yatağı 5 arkadaşımla paylaştım.
Okuldan eve giderken nasıl daha az para harcayabileceğimi keşfettim.
İlk defa doğumgünümü benle aynı gün doğmuş en yakın arkadaşlarımdan biriyle 150 kişinin arasında kutladım (bkz. Işıl ve OR iftarı).
Fransızca öğrenmeye başladım (Quand j'ètais petite, j'aimais jouer avec mon jouets).
Mesleğimle ilgili damardan dersler almaya başladım.
Bir bongom var artık (arkadaş hediyesi).
Koçluk Projesi'nin liderliğine el attım.
İlk CV'mi yazdım.
İlk defa bir mülakata girdim.
İlk defa annemin arabasıyla trafiğe çıktım.
İlk defa 150 kişiye sunum yaptım.
İlk defa bir huzurevine gittim.
Babamın fotoğraf makinesine çöktüm. O makine hayatımın önemli bir parçası oldu.
vs, vs, vs.
Ayrıntılarla çok dağıldım şimdi bu kadar üzerinde durunca; ama düşünüyorum da, aslında zaten benim "kötü" kelimesini bu tip durumlarda kullanmayı fazla tercih etmememi de bir kenara bırakacak olursak; 2009 yılı bana çok şey kattı; kendimi büyük ölçüde aşmaya başladığım ilk yıl oldu sanırım.
Umarım 2010 ve diğer tüm yıllar da böyle olur, her fırsatta hayattan bir şeyler öğrenmeye, gözümüzü açık tutmaya devam ederiz. Bugün güzel şeyler geçiresim var aklımdan çokça; o yüzden klişe gözükebileceği halde, dileklerimi buraya yazmak istiyorum:
Yeni gelecek olan bu yılda ve tüm diğerlerinde de ağzımızın tadı eksik olmasın; sağlıklı, mutlu olalım; sevdiklerimiz yanımızda olsun. Uzanabilecek kadar yakın, dokunamayacak kadar uzak olduğumuz insanlara ulaşabilelim. Kalplerimizi sevgiyle doldurmak için içtenlikle uğraşalım; en önemlisi ve kalplerimizi sevgiyle doldurmamız için gereken o içtenliğe sahip olalım. Sevdiklerimizle aramızdaki bağlar gittikçe kuvvetlensin.
Yeni yıla 15 dakikadan az kalmış.
Bir kez daha şükürler olsun ki, böyle güzel, verimli bir yıl geçirdim sevdiklerimle; hayatımı daha kaliteli kılacak; daha çok şey öğrenmem için yeni kapılar açacak pek çok şeyi yaşadım; pek çok tecrübe edindim. Ailem, dostlarım, hepsi çok şükür ki yanımda; yanyanayız; sağlıklıyız, şartların getirdiği ölçüde mutluyuz.
Başımıza gelen, gelmeyen; farkında olduğumuz ve olmadığımız her şey için şükürler olsun.
Yeni yıla 5 dakika falan kalmış.
Mutlu yıllar herkese, mutlu yıllar...
31 Aralık 2009 Perşembe
28 Aralık 2009 Pazartesi
kapıların açılıp kapanması, 0'lar ve 1'ler...
Öğrenme alıcılarım yine işbaşında. Bızzzt bızzzt.
Thom Yorke - Hearing Damage
"A tear in my brain
Allows the voices in..."
Bu kadar elektronik altyapılı şeyleri pek sevmem normalde, ama sanırım bu şarkının hikayesine de inanıyorum ki, baya sevmekteyim kendisini. Sabah ilk kalktığımda daha gözümü doğru düzgün açamadan aklıma düşüverdi, bütün gün de kafamın içinde çalıp durdu.
"You can do no wrong
In my eyes..."
Ayrıca, Pınar'la msnde konuşurken ben de ilginç bir denklem buldum, isterseniz Tuncel - Güvenç teoremi falan diyebilirsiniz; buraya eklememi ve kendisine "dedicate" etmemi istedi:
"g = 3.5k k=0, 1, 2..."
Bu da üç buçuk ve katlarını atma denklemi. Finaller baabında hani. k bildiğin katsayı da, varın g'yi siz düşünün...
Başka neleri fark ettim, neleri düşündüm bugün?
Alıcılarım rastlantılara karşı daha açık artık. Benim alıcılarım artık daha açık olduğu için mi yoksa gerçekten de öyle olduğu için mi bilmiyorum ama, sanki hayatımdaki ilginç rastlantıların sayısı artmış gibi hissediyorum.
Bu çok keyifli geliyor aslında bana, hele bir de kaos teorisinden az biraz haberdar olduğum için daha da keyifli oluyor. Bu başkasına olsa korkutabilirdi. Ben baya baya keyif alıyorum bundan. "Manyak mısın" dediğinizi duyar gibiyim ama sonsuz üzeri sonsuz alternatifi düşününce... Hımmm. Hiç de fena gözükmüyor.
Nasıl olduğunu bilmediğim bir şekilde, aslında surat asmamam gereken şeylere kafamı çok fazla takarken, beni asıl çok düşündürmesi gereken şeyler hakkında kendimi daha rahat hissediyorum. Mantıklı açıklamasını henüz bulabilmiş değilim ama galiba bu tamamen içimdeki insan sevgisinden kaynaklanıyor (:P).
Ayrıca, bazen insanın yaptıklarından ötürü kendine cidden güvenmesi gerekiyormuş, belli bir raddede düşünme payı bıraktıktan sonra. Biliyordum aslında, daha emin oldum şimdi de.
Eve geldiğimde saat 10'u geçiyordu. Hiç şaşırmadım. Dün insanlar üretim planlama projesini yetiştirebilmek için gece 3'lere 5'lere kadar B binasında kalmışlar. Facebook anasayfamı dolduran baya ilginç yorumlar vardı, okurken çok eğlendim (bir süreden sonra herkes dalgaya vuruyor çaresiz). O değil de, her ne kadar bu dönem sınırlarımızı feci derecede zorlasa da; bölümümün vidaları gevşemiş halini bile bir ayrı seviyorum.
Çok rüzgarlıydı bugün, solunur bir hava vardı Bilkent'te. Keşke biraz nefes alabilseydim dışarıda. Sınavlarım bitince çıkıp kulaklığım kulağımda, aylak aylak dışarılarda dolanmak, yürümek falan istiyorum.
Son bir ekleme:
O değil de, bir de Devlet Bahçeli'nin 2010 için kuracağı denklemi merak ediyorum.
Thom Yorke - Hearing Damage
"A tear in my brain
Allows the voices in..."
Bu kadar elektronik altyapılı şeyleri pek sevmem normalde, ama sanırım bu şarkının hikayesine de inanıyorum ki, baya sevmekteyim kendisini. Sabah ilk kalktığımda daha gözümü doğru düzgün açamadan aklıma düşüverdi, bütün gün de kafamın içinde çalıp durdu.
"You can do no wrong
In my eyes..."
Ayrıca, Pınar'la msnde konuşurken ben de ilginç bir denklem buldum, isterseniz Tuncel - Güvenç teoremi falan diyebilirsiniz; buraya eklememi ve kendisine "dedicate" etmemi istedi:
"g = 3.5k k=0, 1, 2..."
Bu da üç buçuk ve katlarını atma denklemi. Finaller baabında hani. k bildiğin katsayı da, varın g'yi siz düşünün...
Başka neleri fark ettim, neleri düşündüm bugün?
Alıcılarım rastlantılara karşı daha açık artık. Benim alıcılarım artık daha açık olduğu için mi yoksa gerçekten de öyle olduğu için mi bilmiyorum ama, sanki hayatımdaki ilginç rastlantıların sayısı artmış gibi hissediyorum.
Bu çok keyifli geliyor aslında bana, hele bir de kaos teorisinden az biraz haberdar olduğum için daha da keyifli oluyor. Bu başkasına olsa korkutabilirdi. Ben baya baya keyif alıyorum bundan. "Manyak mısın" dediğinizi duyar gibiyim ama sonsuz üzeri sonsuz alternatifi düşününce... Hımmm. Hiç de fena gözükmüyor.
Nasıl olduğunu bilmediğim bir şekilde, aslında surat asmamam gereken şeylere kafamı çok fazla takarken, beni asıl çok düşündürmesi gereken şeyler hakkında kendimi daha rahat hissediyorum. Mantıklı açıklamasını henüz bulabilmiş değilim ama galiba bu tamamen içimdeki insan sevgisinden kaynaklanıyor (:P).
Ayrıca, bazen insanın yaptıklarından ötürü kendine cidden güvenmesi gerekiyormuş, belli bir raddede düşünme payı bıraktıktan sonra. Biliyordum aslında, daha emin oldum şimdi de.
Eve geldiğimde saat 10'u geçiyordu. Hiç şaşırmadım. Dün insanlar üretim planlama projesini yetiştirebilmek için gece 3'lere 5'lere kadar B binasında kalmışlar. Facebook anasayfamı dolduran baya ilginç yorumlar vardı, okurken çok eğlendim (bir süreden sonra herkes dalgaya vuruyor çaresiz). O değil de, her ne kadar bu dönem sınırlarımızı feci derecede zorlasa da; bölümümün vidaları gevşemiş halini bile bir ayrı seviyorum.
Çok rüzgarlıydı bugün, solunur bir hava vardı Bilkent'te. Keşke biraz nefes alabilseydim dışarıda. Sınavlarım bitince çıkıp kulaklığım kulağımda, aylak aylak dışarılarda dolanmak, yürümek falan istiyorum.
Son bir ekleme:
O değil de, bir de Devlet Bahçeli'nin 2010 için kuracağı denklemi merak ediyorum.
27 Aralık 2009 Pazar
Hatırlıyorum.
Kokular, görüntüler, sesler... Her şey o zaman yepyeniydi, tazeydi.
Nasıl tutunmuşsam o zamana, düşündüğümde hala o günkü gibi hissedebiliyorum kendimi. Yediğim yemeğin tadı, girdiğim odanın kokusu, çamur, temiz hava, uyku ve uykusuzluk arasında gidiş-geliş, yeni insanlar, yeni yerler... Hepsini pek çok şeye göre çok daha net hatırlayabiliyorum. Yağan yağmuru, telefon konuşmalarını, sakız kabını, otobüsleri, otobüs duraklarını, meydanları, insanları...
Belki dışarıdan bakınca saçma görünebilir, ama özgürlüğümü hissedecek kadar büyüdüğümü gerçek anlamda anlamaya başladığım ilk zamanlardı o zamanlar. Her şeyin anlamı farklıydı bunun için de. Yeni denemeler, bilinmedik sokaklar, bilinmedik lokantalar, bilinmedik dükkanlar... Hatta bilinmedik zamanlar. Bunun tadı gerçekten apayrıydı benim için.
Sadece yeni bir şeyler yaşamak da değildi önemli olan, olanları güzel kılan şeylerin içinde buna ek olarak o anda orada olan her şey, akla gelebilecek her küçük ayrıntı vardı. Kusur bile. İçinde kusur olan şeyler de insana mükemmel gelebiliyormuş demek ki. Sadece insanın o şeye ne kadar inandığını, onu ne kadar sevdiğini hatırlaması lazım.
Ayrıntıları hatırlamam için üzerinde biraz düşünmem yetiyor, daha fazlası içinse fotoğraflar devreye giriyor. O zamanı düşününce de o anki mutluluğu, zaferim şimdiye de yansıyor; bir gün yine ayakta o düşü görebilirsem olabilecekleri düşündükçe mutlu oluyorum. Ama insanın cesarete ihtiyacı olur kimi zamanlarda. Benim de bu düşü ayakta görebilmem için cesaret göstermem gereken yerler, yapmam gereken seçimler olacak. Bunları yapacak güce sahip olup olamayacağımı zaman gösterecek. Şimdi biraz daha olgunlaşmam lazım.
Nasıl tutunmuşsam o zamana, düşündüğümde hala o günkü gibi hissedebiliyorum kendimi. Yediğim yemeğin tadı, girdiğim odanın kokusu, çamur, temiz hava, uyku ve uykusuzluk arasında gidiş-geliş, yeni insanlar, yeni yerler... Hepsini pek çok şeye göre çok daha net hatırlayabiliyorum. Yağan yağmuru, telefon konuşmalarını, sakız kabını, otobüsleri, otobüs duraklarını, meydanları, insanları...
Belki dışarıdan bakınca saçma görünebilir, ama özgürlüğümü hissedecek kadar büyüdüğümü gerçek anlamda anlamaya başladığım ilk zamanlardı o zamanlar. Her şeyin anlamı farklıydı bunun için de. Yeni denemeler, bilinmedik sokaklar, bilinmedik lokantalar, bilinmedik dükkanlar... Hatta bilinmedik zamanlar. Bunun tadı gerçekten apayrıydı benim için.
Sadece yeni bir şeyler yaşamak da değildi önemli olan, olanları güzel kılan şeylerin içinde buna ek olarak o anda orada olan her şey, akla gelebilecek her küçük ayrıntı vardı. Kusur bile. İçinde kusur olan şeyler de insana mükemmel gelebiliyormuş demek ki. Sadece insanın o şeye ne kadar inandığını, onu ne kadar sevdiğini hatırlaması lazım.
Ayrıntıları hatırlamam için üzerinde biraz düşünmem yetiyor, daha fazlası içinse fotoğraflar devreye giriyor. O zamanı düşününce de o anki mutluluğu, zaferim şimdiye de yansıyor; bir gün yine ayakta o düşü görebilirsem olabilecekleri düşündükçe mutlu oluyorum. Ama insanın cesarete ihtiyacı olur kimi zamanlarda. Benim de bu düşü ayakta görebilmem için cesaret göstermem gereken yerler, yapmam gereken seçimler olacak. Bunları yapacak güce sahip olup olamayacağımı zaman gösterecek. Şimdi biraz daha olgunlaşmam lazım.
26 Aralık 2009 Cumartesi
Küçük bir mutluluk.
...ama paylaşmaya değer.
İnternet Radyosu Cinemix - The Spirit of Soundtracks
Son zamanlarda gelen klasik müzik isteğimle beraber bilgisayarıma eskiden bildiğim bir programı (MediaMonkey) yüklerken buldum bu radyoyu. Eskiden de bu programla radyo dinlerdim.
Yukarıda verdiğim linkten radyoyu dinleyebilmeniz için dns ayarlarınızın yapılmış olması gerekiyor, yani youtube'u açamıyorsanız bu siteyi de açamıyorsunuz demektir.
Daha fazlası içinse MediaMonkey'i yüklemenizi tavsiye ederim, aklınıza gelebilecek pek çok tarzda müziğe ait tonlarca radyo barındırıyor içinde.
Soundtrack konusuna gelince de...
Bilmiyorum, hepsinin içinde bir hikaye olduğu için galiba; çok etkiliyor beni film müzikleri son zamanlarda. Hani kış falan da geldi ya, havada sürekli bir pus... Bu şeyler biraraya geldiklerinde bende garip bir bütünlük hissi uyandırıyor. Soundtracklerin en güzel yanlarından biri de, insanın algılarını fazla zorlamadan insana çok fazla şey hissettirebilmeleri.
Fazla konuşmıyım ben, iyi dinlemeler hepimize.
Ha bu arada az önce aldığım bilgilere göre (babam söyledi) Merkür gerileme dönemine giriyormuş, şu önümüzdeki bir aylık dönemde ciddi kararlar almamamız ve bir adım atmadan önce başkalarına da danışmamız gerekiyormuş. Bilginize.
İnternet Radyosu Cinemix - The Spirit of Soundtracks
Son zamanlarda gelen klasik müzik isteğimle beraber bilgisayarıma eskiden bildiğim bir programı (MediaMonkey) yüklerken buldum bu radyoyu. Eskiden de bu programla radyo dinlerdim.
Yukarıda verdiğim linkten radyoyu dinleyebilmeniz için dns ayarlarınızın yapılmış olması gerekiyor, yani youtube'u açamıyorsanız bu siteyi de açamıyorsunuz demektir.
Daha fazlası içinse MediaMonkey'i yüklemenizi tavsiye ederim, aklınıza gelebilecek pek çok tarzda müziğe ait tonlarca radyo barındırıyor içinde.
Soundtrack konusuna gelince de...
Bilmiyorum, hepsinin içinde bir hikaye olduğu için galiba; çok etkiliyor beni film müzikleri son zamanlarda. Hani kış falan da geldi ya, havada sürekli bir pus... Bu şeyler biraraya geldiklerinde bende garip bir bütünlük hissi uyandırıyor. Soundtracklerin en güzel yanlarından biri de, insanın algılarını fazla zorlamadan insana çok fazla şey hissettirebilmeleri.
Fazla konuşmıyım ben, iyi dinlemeler hepimize.
Ha bu arada az önce aldığım bilgilere göre (babam söyledi) Merkür gerileme dönemine giriyormuş, şu önümüzdeki bir aylık dönemde ciddi kararlar almamamız ve bir adım atmadan önce başkalarına da danışmamız gerekiyormuş. Bilginize.
25 Aralık 2009 Cuma
amaçlar ve dilekler ve hayaller ve gerçek
Carter Burwell - Bella's Lullaby
Amaçlarım, hayallerim, dileklerim olmasaydı... olacakları düşünemiyorum.
İşin en güzel yanı da, kendimi gerçek hayattaki abuk subuk olaylara kaptırmadan yeri geldiğinde hayal dünyamda yaşayabilmem. Güzel bir müzik, bir kitap, bir film yeter; fazla bir şey aramıyorum.
Bu dünyamdaki tüm sevimsiz şeylere karşı en büyük tesellim. Kendimi buraya hapis hissetmemek beni mutlu ediyor. Küçük detaylar daha az önemli hale geliyor. Gerçekten, hiçbir şey için kendimi fazladan üzmek isteyeceğim bir dönemde değilim. Kafamı daha farklı şeyler üzerinde yoğunlaştırmak istiyorum; anlamak için can attığım ve anlamak adına çok önemli bir noktada bulunduğum şeyler var. Düşünmek güzel, gördüğüm şeylerin üzerinde düşünmem ve bu düşüncelerin bir sonuç vermesi, bir şeyin kafama o an dank etmesini sağlaması harika geliyor bana. Hatta sonradan o sonuçları unutmak bile. Bu hissi bulmak için çaba sarf ediyorum. Küçük ayrıntılara takılmadan.
Gerçekten, galiba artık küçük ayrıntılara daha az kafa yormalıyım. Kendime eziyet etmeye hakkım yok. Kaldı ki, istemiyorum da zaten. Biraz huzur arıyorum; ipuçlarını daha kolay yakalamak için. Geriye kalan her şeyi oluruna bırakmak istiyorum. Bırakayım, bağımsız bilinmeyenler olsunlar.
Hayalleri seviyorum, gerçekten. Ayaklarımın yere basmadığı anlar oluyor. Bunu biliyorum, yine de vazgeçmiyorum. Bence kötü bir şey değil. Bu dünyadaki bütün kalp kırıklıklarına birebir. Sadece kendi özgürlüğümün "burayla" sınırlı olmadığını sürekli hatırlıyor olmam güzel.
Gerçekten, şu aralar pek çok şey benim için eskiden olduklarından daha az önem taşıyor sanırsam. Bırakıp bir kenara da atmıyorum, ama sımsıkı da sarılmıyorum. Sadece bazı şeyleri benden çıkarıyorum, ya da daha az bana bağlıyorum.
Fırtına öncesi sessizlik var bu işin içinde bence, böyle hissediyorum. Kötü bir fırtına değil bu, bir anda hayatımda büyük bir değişiklik olacakmış gibi geliyor. Dedim ya, hayal dünyasında yaşıyorum. Belki de gerçektir. Belki hayaller gerçekten daha gerçektir.
Yine bir şeyler anlıyor gibiyim sanki, içimde bir şeyler sıkışıyor; sonra yavaş yavaş, çok yavaş bir şekilde geri gevşiyor.
İnsanın içine dönmesi bazen o kadar güzel, o kadar tatlı geliyor ki.
Amaçlarım, hayallerim, dileklerim olmasaydı... olacakları düşünemiyorum.
İşin en güzel yanı da, kendimi gerçek hayattaki abuk subuk olaylara kaptırmadan yeri geldiğinde hayal dünyamda yaşayabilmem. Güzel bir müzik, bir kitap, bir film yeter; fazla bir şey aramıyorum.
Bu dünyamdaki tüm sevimsiz şeylere karşı en büyük tesellim. Kendimi buraya hapis hissetmemek beni mutlu ediyor. Küçük detaylar daha az önemli hale geliyor. Gerçekten, hiçbir şey için kendimi fazladan üzmek isteyeceğim bir dönemde değilim. Kafamı daha farklı şeyler üzerinde yoğunlaştırmak istiyorum; anlamak için can attığım ve anlamak adına çok önemli bir noktada bulunduğum şeyler var. Düşünmek güzel, gördüğüm şeylerin üzerinde düşünmem ve bu düşüncelerin bir sonuç vermesi, bir şeyin kafama o an dank etmesini sağlaması harika geliyor bana. Hatta sonradan o sonuçları unutmak bile. Bu hissi bulmak için çaba sarf ediyorum. Küçük ayrıntılara takılmadan.
Gerçekten, galiba artık küçük ayrıntılara daha az kafa yormalıyım. Kendime eziyet etmeye hakkım yok. Kaldı ki, istemiyorum da zaten. Biraz huzur arıyorum; ipuçlarını daha kolay yakalamak için. Geriye kalan her şeyi oluruna bırakmak istiyorum. Bırakayım, bağımsız bilinmeyenler olsunlar.
Hayalleri seviyorum, gerçekten. Ayaklarımın yere basmadığı anlar oluyor. Bunu biliyorum, yine de vazgeçmiyorum. Bence kötü bir şey değil. Bu dünyadaki bütün kalp kırıklıklarına birebir. Sadece kendi özgürlüğümün "burayla" sınırlı olmadığını sürekli hatırlıyor olmam güzel.
Gerçekten, şu aralar pek çok şey benim için eskiden olduklarından daha az önem taşıyor sanırsam. Bırakıp bir kenara da atmıyorum, ama sımsıkı da sarılmıyorum. Sadece bazı şeyleri benden çıkarıyorum, ya da daha az bana bağlıyorum.
Fırtına öncesi sessizlik var bu işin içinde bence, böyle hissediyorum. Kötü bir fırtına değil bu, bir anda hayatımda büyük bir değişiklik olacakmış gibi geliyor. Dedim ya, hayal dünyasında yaşıyorum. Belki de gerçektir. Belki hayaller gerçekten daha gerçektir.
Yine bir şeyler anlıyor gibiyim sanki, içimde bir şeyler sıkışıyor; sonra yavaş yavaş, çok yavaş bir şekilde geri gevşiyor.
İnsanın içine dönmesi bazen o kadar güzel, o kadar tatlı geliyor ki.
24 Aralık 2009 Perşembe
plagiarism yoluyla ego tatmini
Aha, eve erken geldim. Yazalım bunu bir kenara. Saatlerimiz 18:35'i gösterirken, ben evdeyim. Buna ek olarak, bugün yine yaşadığım olaydan yola çıkan düşüncelerimi "unutmamak" için bir yazı yazmaya karar verdim. Konum, üniversitemizdeki şu "pilecırizim" takıntısı.
Plagiarism; Türkçesi yok kelimenin, çok üzgünüm ama o derece bir şey işte, siz anlayın. Kısaca, başkalarının çalışmalarını alıntılamadan kullanmak yani fikir hırsızlığı gibi bir anlamı var.
Hadi projedir tezdir vs vs tamam da; bu ödevlerdeki plagiarism mantığını anlamıyorum ben. Ödevler öğrenmek için mi, yoksa bildiğimizi kanıtlamak için mi? Bu konuda sanırım "otorite"lerle aramızda fikir ayrılıkları var. Bence ödev denen şey, öğrencinin kendini ispatlaması için değil ama bir şeyler öğrenmesi için olmalıdır. Hele ki üniversitede okuyan insanlar için bence zorunlu ödevden saçma bir şey daha yok.
Bunun yanında bir de ödevleri bireysel olarak yapmamızın beklenmesi gibi bir saçmalık var. Ne bu yani, ben bilmediğim şeyi arkadaşlarıma soramaz mıyım? Ya da birilerinin yolladığı koddaki bir tek şey aynı olduğu için ödevi ayrı ayrı yaptıkları halde sıfır almak mı zorundalar?
Bence biz yapmamız gereken şeyleri kendi aramızda tartıştığımız zaman çok daha hızlı, kolay ve emin adımlarla yol alıyoruz ve bir şeyler öğreniyoruz. Kimse mükemmel olmak zorunda değil, ama herkesin iyi olduğu yerler var. Bunları birbirimize aktararak birbirimizi daha iyi yerlere taşımanın ceza verilecek yanı ne, anlamıyorum.
Anlamadığım bir diğer nokta da neden bu ödevlerin çeşitli nedenlerden ötürü "öğretmek" adına hiçbir şey yapamadığı. Nedenler arasına neler girebilir? Mesela, zaman. Ödevleri oturup tek başımıza çözmek için yeteri kadar zamanımız var mı? Tersten düşünecek olursak, sürekli bir yerlere bir şeyler yetiştiriyoruz, ödevler, projeler yapıyoruz, sınavlara çalışıyoruz ama bu koşuşturmanın içinde öğrenmemiz beklenen şeylerin ne kadarını gerçekten öğrenebiliyoruz, yani içselleştirebiliyoruz acaba?
Eğitim denen şey bu kadar mekanik olmamalı. İnsandan bahsediyoruz, robot değiliz.
Ödevler üniversitelerde zorunlu tutulmamalı, hele absürt şekilde alakasız zamanlara hiç konmamalı. Artık ilkokul çağında değiliz, bazı şeylerin seçimini yapacak yaşa geldik. Ödevi yaparsak onun bize yararının olacağını artık biliyoruz, bunu anlamamız için kimsenin zorlamasına gerek yok artık.
Konunun başka bir yanı da, kimsenin o ödevleri yaparken neden bu kadar zorlandığımızı düşünmemesi. Şu okulda belki birkaç kişi haricinde hiçbir hoca bir kez olsun çuvaldızı başkasına değil de kendine batırıp da düşünmüyor, "Ben yapmam gerekeni yapabiliyor muyum?" diye. Bir kez olsun, derste karşısındaki öğrenci neden tavanı seyrediyor, neden ha uyudu ha uyuyacak diye düşünmüyor.
Bizim ne olduğumuzu sanıyorlar? Kendilerinin ne olduklarını sanıyorlar? Bu dediğim yergi amaçlı bir şey değil, ama sadece birilerinin o kişilere onların da yeryüzünde yaşadıklarını, bizim sizin gibi birer insan olduklarını, ve insanın gelişim sürecinin hiç bitmeyen bir şey olduğunu hatırlatması lazım.
Bence yönetimin bunları ciddi anlamda düşünmesi gerekiyor. Ha, rektörümüzün bu blogu takip ettiğini hiç sanmıyorum, ama başka neler yapabileceğimi de pek bilmiyorum. Bu okula geldiğimden beri gördüğüm sorunları çözmek adına, elindeki bir kuruşluk yetkiyi de ego tatmini için kullanan, ya da birilerinin gazıyla bir yerlere gelmiş, ne idüğü, ne yapmaya çalıştığı belirsiz insanlarla boğuşmaktan çok sıkıldım. Sorunu asıl çözecek kişilere ulaşmak istiyorum, ama bu da sanırım çok kolay değil. Ne yapılabilir, bilmiyorum. Tek bildiğim, asıl yönetime fazla gitmeyen, ya da birilerinin gözünden kaçan bir şeyler olduğu.
Ego tatmini ya, başka bir şey değil şu yapılanların çoğu.
İnsanın nerede olursa olsun bulunduğu yeri sindirebilmesi çok önemli bir şey. Gerçekten.
Bulunduğu yeri sindirebilmiş, burnu havalarda dolaşmayan, empati kurabilen, iletişim yeteneği yüksek tüm hocalarıma buradan selamlar, hepsinin ellerinden öpüyorum.
Devamına da bir şey demiyorum, demek istemiyorum.
Plagiarism; Türkçesi yok kelimenin, çok üzgünüm ama o derece bir şey işte, siz anlayın. Kısaca, başkalarının çalışmalarını alıntılamadan kullanmak yani fikir hırsızlığı gibi bir anlamı var.
Hadi projedir tezdir vs vs tamam da; bu ödevlerdeki plagiarism mantığını anlamıyorum ben. Ödevler öğrenmek için mi, yoksa bildiğimizi kanıtlamak için mi? Bu konuda sanırım "otorite"lerle aramızda fikir ayrılıkları var. Bence ödev denen şey, öğrencinin kendini ispatlaması için değil ama bir şeyler öğrenmesi için olmalıdır. Hele ki üniversitede okuyan insanlar için bence zorunlu ödevden saçma bir şey daha yok.
Bunun yanında bir de ödevleri bireysel olarak yapmamızın beklenmesi gibi bir saçmalık var. Ne bu yani, ben bilmediğim şeyi arkadaşlarıma soramaz mıyım? Ya da birilerinin yolladığı koddaki bir tek şey aynı olduğu için ödevi ayrı ayrı yaptıkları halde sıfır almak mı zorundalar?
Bence biz yapmamız gereken şeyleri kendi aramızda tartıştığımız zaman çok daha hızlı, kolay ve emin adımlarla yol alıyoruz ve bir şeyler öğreniyoruz. Kimse mükemmel olmak zorunda değil, ama herkesin iyi olduğu yerler var. Bunları birbirimize aktararak birbirimizi daha iyi yerlere taşımanın ceza verilecek yanı ne, anlamıyorum.
Anlamadığım bir diğer nokta da neden bu ödevlerin çeşitli nedenlerden ötürü "öğretmek" adına hiçbir şey yapamadığı. Nedenler arasına neler girebilir? Mesela, zaman. Ödevleri oturup tek başımıza çözmek için yeteri kadar zamanımız var mı? Tersten düşünecek olursak, sürekli bir yerlere bir şeyler yetiştiriyoruz, ödevler, projeler yapıyoruz, sınavlara çalışıyoruz ama bu koşuşturmanın içinde öğrenmemiz beklenen şeylerin ne kadarını gerçekten öğrenebiliyoruz, yani içselleştirebiliyoruz acaba?
Eğitim denen şey bu kadar mekanik olmamalı. İnsandan bahsediyoruz, robot değiliz.
Ödevler üniversitelerde zorunlu tutulmamalı, hele absürt şekilde alakasız zamanlara hiç konmamalı. Artık ilkokul çağında değiliz, bazı şeylerin seçimini yapacak yaşa geldik. Ödevi yaparsak onun bize yararının olacağını artık biliyoruz, bunu anlamamız için kimsenin zorlamasına gerek yok artık.
Konunun başka bir yanı da, kimsenin o ödevleri yaparken neden bu kadar zorlandığımızı düşünmemesi. Şu okulda belki birkaç kişi haricinde hiçbir hoca bir kez olsun çuvaldızı başkasına değil de kendine batırıp da düşünmüyor, "Ben yapmam gerekeni yapabiliyor muyum?" diye. Bir kez olsun, derste karşısındaki öğrenci neden tavanı seyrediyor, neden ha uyudu ha uyuyacak diye düşünmüyor.
Bizim ne olduğumuzu sanıyorlar? Kendilerinin ne olduklarını sanıyorlar? Bu dediğim yergi amaçlı bir şey değil, ama sadece birilerinin o kişilere onların da yeryüzünde yaşadıklarını, bizim sizin gibi birer insan olduklarını, ve insanın gelişim sürecinin hiç bitmeyen bir şey olduğunu hatırlatması lazım.
Bence yönetimin bunları ciddi anlamda düşünmesi gerekiyor. Ha, rektörümüzün bu blogu takip ettiğini hiç sanmıyorum, ama başka neler yapabileceğimi de pek bilmiyorum. Bu okula geldiğimden beri gördüğüm sorunları çözmek adına, elindeki bir kuruşluk yetkiyi de ego tatmini için kullanan, ya da birilerinin gazıyla bir yerlere gelmiş, ne idüğü, ne yapmaya çalıştığı belirsiz insanlarla boğuşmaktan çok sıkıldım. Sorunu asıl çözecek kişilere ulaşmak istiyorum, ama bu da sanırım çok kolay değil. Ne yapılabilir, bilmiyorum. Tek bildiğim, asıl yönetime fazla gitmeyen, ya da birilerinin gözünden kaçan bir şeyler olduğu.
Ego tatmini ya, başka bir şey değil şu yapılanların çoğu.
İnsanın nerede olursa olsun bulunduğu yeri sindirebilmesi çok önemli bir şey. Gerçekten.
Bulunduğu yeri sindirebilmiş, burnu havalarda dolaşmayan, empati kurabilen, iletişim yeteneği yüksek tüm hocalarıma buradan selamlar, hepsinin ellerinden öpüyorum.
Devamına da bir şey demiyorum, demek istemiyorum.
23 Aralık 2009 Çarşamba
Üniversite hayatında takım oyuncusu olmak
Econ ödevinde çözümleri en uzun zaman alan soruları görünce kafayı duvara vurmak: 1 milyon beyin hücresi
Opti projesini bitircem diye öğle yemeği yiyememek: 1500 kcal
Proje yaparken arkadaşlarla iğrenç esprilere katıla katıla gülmek: Paha biçilmez.
Gerisi için, Bilkent Endüstri Mühendisliği.
Evet, zor bir dönemden geçiyoruz. Her gün sürekli bir şeylere, bir yerlere yetişmek, otobüsleri yakalamak, derslere yetişmeye çalışmak, ödev yetiştirmek, sınavlara çalışmak, teslim tarihine kadar projelerle uğraşmak... Çok zor. Bazen kendimi çok kötü hissediyorum, yaptığım şeyin iyi bir şey olduğunu biliyorum; evet okumak güzel; ama kimi zaman kimliğimi kaybetmek üzere gibi hissediyorum, sanki herhangi bir Bilkent Üniversitesi Endüstri Mühendisliği öğrencisi gibi. Halbuki, ben Nil'im.
Aslında çizdiğim bu olumsuz tablo durumumuzun tamamını ifade etmiyor. Anlatacağım asıl şey bu değil.
Üçüncü sınıf önceki iki sene gibi değil. Kimileriyle iyice yakınlaşırken, kimilerinden daha fazla uzaklaştığımı hissediyorum. İnsanlar değişir. Burada da sorun yok.
Bugün asıl değinmek istediğim şey, işin yıllar sonra dahi hatırlanası, sevilesi yanı.
Çok iyi bir ekibimiz var, birbirinin açıklarını kapatabilen, birlikte yürüyebilen bir ekip. İyi takım oyuncularıyız, çünkü iyi dostlarız. Birbirimizin kuyusunu kazmak yerine birlikte yürüyoruz, tökezleyeni, düşeni birlikte tutuyoruz; aynı zamanda kazananın yeri de daima farklı kalabiliyor.
Birkaç gündür bunu fark ediyorum bunu ben. Hepimizin kişilikleri, hayattan beklentileri, yaşam koşulları, hayata bakış açısı, ilgi alanları, becerileri kimi yerlerde farklılık gösteriyor. Tunay ve Murat projenin uygulama kısmını iyi yaparken ben rapor yazma kısmını üstleniyorum. Cansu, Alp ve Emrecan database projesine yüklenirken, bir dahaki sefere ben ge301 projesini yapıyorum. Hande, kendisini bağlamadığı halde opti projemizde bize yardım ediyor. Güçlerimizi birleştirmemiz gereken yerlerde birleştiriyoruz, ayırmamız gereken yerlerde de ayırabiliyoruz.
Şaka maka, galiba takım olmayı öğreniyoruz. Paylaşmayı.
Eskiden bir ödevi, projeyi başkalarıyla yapacağımı duyduğumda fenalık gelirdi.
Şimdi başkaları olmadan neredeyse hiçbir şeyi tam yapamıyorum. Diğerleri de öyle.
Galiba herkes kendi yeteneklerinin farkına varmaya ve bunların bir bütünde sahip olacağı değeri anlamaya başlıyor yavaş yavaş.
Allah nazarlardan saklasın dostluklarımızı.
Opti projesini bitircem diye öğle yemeği yiyememek: 1500 kcal
Proje yaparken arkadaşlarla iğrenç esprilere katıla katıla gülmek: Paha biçilmez.
Gerisi için, Bilkent Endüstri Mühendisliği.
Evet, zor bir dönemden geçiyoruz. Her gün sürekli bir şeylere, bir yerlere yetişmek, otobüsleri yakalamak, derslere yetişmeye çalışmak, ödev yetiştirmek, sınavlara çalışmak, teslim tarihine kadar projelerle uğraşmak... Çok zor. Bazen kendimi çok kötü hissediyorum, yaptığım şeyin iyi bir şey olduğunu biliyorum; evet okumak güzel; ama kimi zaman kimliğimi kaybetmek üzere gibi hissediyorum, sanki herhangi bir Bilkent Üniversitesi Endüstri Mühendisliği öğrencisi gibi. Halbuki, ben Nil'im.
Aslında çizdiğim bu olumsuz tablo durumumuzun tamamını ifade etmiyor. Anlatacağım asıl şey bu değil.
Üçüncü sınıf önceki iki sene gibi değil. Kimileriyle iyice yakınlaşırken, kimilerinden daha fazla uzaklaştığımı hissediyorum. İnsanlar değişir. Burada da sorun yok.
Bugün asıl değinmek istediğim şey, işin yıllar sonra dahi hatırlanası, sevilesi yanı.
Çok iyi bir ekibimiz var, birbirinin açıklarını kapatabilen, birlikte yürüyebilen bir ekip. İyi takım oyuncularıyız, çünkü iyi dostlarız. Birbirimizin kuyusunu kazmak yerine birlikte yürüyoruz, tökezleyeni, düşeni birlikte tutuyoruz; aynı zamanda kazananın yeri de daima farklı kalabiliyor.
Birkaç gündür bunu fark ediyorum bunu ben. Hepimizin kişilikleri, hayattan beklentileri, yaşam koşulları, hayata bakış açısı, ilgi alanları, becerileri kimi yerlerde farklılık gösteriyor. Tunay ve Murat projenin uygulama kısmını iyi yaparken ben rapor yazma kısmını üstleniyorum. Cansu, Alp ve Emrecan database projesine yüklenirken, bir dahaki sefere ben ge301 projesini yapıyorum. Hande, kendisini bağlamadığı halde opti projemizde bize yardım ediyor. Güçlerimizi birleştirmemiz gereken yerlerde birleştiriyoruz, ayırmamız gereken yerlerde de ayırabiliyoruz.
Şaka maka, galiba takım olmayı öğreniyoruz. Paylaşmayı.
Eskiden bir ödevi, projeyi başkalarıyla yapacağımı duyduğumda fenalık gelirdi.
Şimdi başkaları olmadan neredeyse hiçbir şeyi tam yapamıyorum. Diğerleri de öyle.
Galiba herkes kendi yeteneklerinin farkına varmaya ve bunların bir bütünde sahip olacağı değeri anlamaya başlıyor yavaş yavaş.
Allah nazarlardan saklasın dostluklarımızı.
21 Aralık 2009 Pazartesi
hiçbir şeye cevaben saçmalamak
Bazen öyle saçma sapan şeyler takılıyor ki aklıma. Ama bu galiba insan olmanın altın kurallarından. Saçmalamak.
Bazen, hayatımızda her zaman attığımız adımlardan farklı bir şeyler yapmamız gerekiyor. Belki gıcık oluyoruz, belki korkuyoruz, belki alınıyoruz, belki anlamıyoruz, belki kendimize yediremiyoruz ama bir şekilde o adımı atıyoruz işte.
Sonra zaman geçiyor. Hani her defasında biz bir karar alıyoruz ya... Hani o kararların sonuçları var ya... İşte o sonuçlar ortaya çıkmaya başlıyor. Üzülüyorum bazen, insanlar beni şaşırtıyor. Şaşırmamalıyım aslında, sonuçta herkesten aynı tepkiyi beklemek saçma. Ama işin içine duygular girince mantık geri plana düşüyor; nedenli veya nedensiz, çift taraflı bir kalp kırıklığı var ortada, onun tedavisi nedir ne değildir; bilmiyorum.
Oturup bir sürü ufak tefek yazı yazmak istiyorum, aklıma gelen her şey hakkında: otobüsteki kalpaklı amca, kurallar, "otobüste sırtta çanta taşınmaz", "sorulmadan paso gösteriniz", "yerlere çöp atmayınız" gibi şeyler hakkında düşündüklerim, durup durup aklıma gelenler, sonra yeniden unuttuklarım, insanlar ve onların çeşitlilikleri, ulaşım üzerinden nasıl ayda 12 lira kar ettiğim falan. Vaktim yok.
Güzel kitaplar okumak istiyorum. Alacakaranlık serisini bayramın sonunda bitirmiştim, o zamandan beri kitabın etkisinden kurtulamadım ne yazık ki, derslerimin de başıma üşüşmesiyle beraber başka bir kitap okuyamıyorum.
Sık sık sinemaya gitmek istiyorum, patlamış mısır alacak kadar zengin olmasam da, kokusu beni mutlu ediyor.
"O gün" gibi bir gün istiyorum. Anlatmam mümkün bile değil. Daha önce denedim. Hafızamda hala bu kadar net olması ilginç. Aslında nedenini tahmin edebiliyor gibiyim de. Çok güzel bir his ama.
Ulaşım sorunum daha da beter bir hal alacak olsa da, artık kar yağmalı. Hatta o kadar çok yağmalı ki, akşamları pencereyi açınca araba sesi gelmesin, karın yağışını dinleyelim mesela. Turuncu sokak lambaları. Ama kimse dışarıda kalmasın.
Aslında düşündüklerimden, düşüncelerimin yoğunlaştığı yerlerden, sorgulayış şeklimden, aldığım sonuçlardan memnunum. Hatta bu durum bana ciddi anlamda kendini bilmeden ortaya pat diye çıkıvermiş bir mutluluk bile veriyor. Yakında filozof olup çıkacağım, demedi demeyin.
Kendim gibi yazmaya çalışıyorum, ne benden bir gram eksik, ne de bir gram fazla. Bu da beni mutlu ediyor. Galiba yazmayı bu kadar istememin sebeplerinden biri de bu. Ha kendi çapımda baya şifreli yazıyorum sanırsam, o ayrı mesele.
Ayrıca CS derslerinde yazı yazmayalı baya oluyor, artık başka şeylere de vakit ayırıyorum; sınavlara çalışmak, ödev yapmak, fransızca kitabındaki alıştırmaları yapmak, Işıl'ın isteği üzerine Jacob Black resmi çizmeye çalışmak gibi şeyler mesela. Arada nadiren dersi dinleyip not da tutuyorum; en öne oturmak zorunda kaldığım zaman.
Ha bu arada, bugün 21 Aralık, yani yılın en uzun günü. Bugün hayatımda böyle romanlığımsı bir şey olsun isterdim. Galiba kendimi okuduğum kitaplara fazla kaptırıyorum. Sorun değil, hatta böyle daha iyi. İyi bir hayatım var çok şükür ki, ama kendimi okuduğum kitaplara kaptırdığım zaman gerçekten daha iyi hissediyorum, gerçek hayatta bana uygun olmayan şeyler daha az batıyor.
Evet, aynen böyle.
Uyumam lazım artık, sabah Nesim Hoca ile bomba gibi iki saat stokastik dersi beni bekliyor.
Yahu ben yazınca gerçekten iyi hissediyorum be.
Bazen, hayatımızda her zaman attığımız adımlardan farklı bir şeyler yapmamız gerekiyor. Belki gıcık oluyoruz, belki korkuyoruz, belki alınıyoruz, belki anlamıyoruz, belki kendimize yediremiyoruz ama bir şekilde o adımı atıyoruz işte.
Sonra zaman geçiyor. Hani her defasında biz bir karar alıyoruz ya... Hani o kararların sonuçları var ya... İşte o sonuçlar ortaya çıkmaya başlıyor. Üzülüyorum bazen, insanlar beni şaşırtıyor. Şaşırmamalıyım aslında, sonuçta herkesten aynı tepkiyi beklemek saçma. Ama işin içine duygular girince mantık geri plana düşüyor; nedenli veya nedensiz, çift taraflı bir kalp kırıklığı var ortada, onun tedavisi nedir ne değildir; bilmiyorum.
Oturup bir sürü ufak tefek yazı yazmak istiyorum, aklıma gelen her şey hakkında: otobüsteki kalpaklı amca, kurallar, "otobüste sırtta çanta taşınmaz", "sorulmadan paso gösteriniz", "yerlere çöp atmayınız" gibi şeyler hakkında düşündüklerim, durup durup aklıma gelenler, sonra yeniden unuttuklarım, insanlar ve onların çeşitlilikleri, ulaşım üzerinden nasıl ayda 12 lira kar ettiğim falan. Vaktim yok.
Güzel kitaplar okumak istiyorum. Alacakaranlık serisini bayramın sonunda bitirmiştim, o zamandan beri kitabın etkisinden kurtulamadım ne yazık ki, derslerimin de başıma üşüşmesiyle beraber başka bir kitap okuyamıyorum.
Sık sık sinemaya gitmek istiyorum, patlamış mısır alacak kadar zengin olmasam da, kokusu beni mutlu ediyor.
"O gün" gibi bir gün istiyorum. Anlatmam mümkün bile değil. Daha önce denedim. Hafızamda hala bu kadar net olması ilginç. Aslında nedenini tahmin edebiliyor gibiyim de. Çok güzel bir his ama.
Ulaşım sorunum daha da beter bir hal alacak olsa da, artık kar yağmalı. Hatta o kadar çok yağmalı ki, akşamları pencereyi açınca araba sesi gelmesin, karın yağışını dinleyelim mesela. Turuncu sokak lambaları. Ama kimse dışarıda kalmasın.
Aslında düşündüklerimden, düşüncelerimin yoğunlaştığı yerlerden, sorgulayış şeklimden, aldığım sonuçlardan memnunum. Hatta bu durum bana ciddi anlamda kendini bilmeden ortaya pat diye çıkıvermiş bir mutluluk bile veriyor. Yakında filozof olup çıkacağım, demedi demeyin.
Kendim gibi yazmaya çalışıyorum, ne benden bir gram eksik, ne de bir gram fazla. Bu da beni mutlu ediyor. Galiba yazmayı bu kadar istememin sebeplerinden biri de bu. Ha kendi çapımda baya şifreli yazıyorum sanırsam, o ayrı mesele.
Ayrıca CS derslerinde yazı yazmayalı baya oluyor, artık başka şeylere de vakit ayırıyorum; sınavlara çalışmak, ödev yapmak, fransızca kitabındaki alıştırmaları yapmak, Işıl'ın isteği üzerine Jacob Black resmi çizmeye çalışmak gibi şeyler mesela. Arada nadiren dersi dinleyip not da tutuyorum; en öne oturmak zorunda kaldığım zaman.
Ha bu arada, bugün 21 Aralık, yani yılın en uzun günü. Bugün hayatımda böyle romanlığımsı bir şey olsun isterdim. Galiba kendimi okuduğum kitaplara fazla kaptırıyorum. Sorun değil, hatta böyle daha iyi. İyi bir hayatım var çok şükür ki, ama kendimi okuduğum kitaplara kaptırdığım zaman gerçekten daha iyi hissediyorum, gerçek hayatta bana uygun olmayan şeyler daha az batıyor.
Evet, aynen böyle.
Uyumam lazım artık, sabah Nesim Hoca ile bomba gibi iki saat stokastik dersi beni bekliyor.
Yahu ben yazınca gerçekten iyi hissediyorum be.
OR Resmi Blogu
Hemencecik, çok kısa.
Bilkent Üniversitesi Operational Research Kulübü (kısaca OR) olarak yeni blogumuzu aktif olarak kullanmaya başladık.
"Ay şunu da yapın" ya da "Ben de şunla ilgili yazı yazmak istiyorum" diyen çıkarsa, bekliyoruz.
Oraya yazı yazdığım zaman buraya da bir şekilde bağlarım.
Şimdilik bu kadar, hadi görüşürüz!
Bilkent Üniversitesi Operational Research Kulübü (kısaca OR) olarak yeni blogumuzu aktif olarak kullanmaya başladık.
http://orbilkent.wordpress.com/
Etkinlikler, toplantılarla ilgili bilgiler ve daha başka pek çok şey artık bu sitede yer alıyor olacak. Takip edilesi."Ay şunu da yapın" ya da "Ben de şunla ilgili yazı yazmak istiyorum" diyen çıkarsa, bekliyoruz.
Oraya yazı yazdığım zaman buraya da bir şekilde bağlarım.
Şimdilik bu kadar, hadi görüşürüz!
18 Aralık 2009 Cuma
Kafa karışıklığı...
Yine bir cuma akşamı, kafamda bir şeyler var yine. Ne gibi göründükleri, bununla beraber aslında ne oldukları, nereye varacakları gibi konularda pek bilgimin olmadığı şeyler bunlar. Üstelik dikkatimi de toplarlayabildiğim söylenemez.
Iron & Wine - Flightless Bird, American Mouth
Öncelikle bu cuma akşamını da bir Twilight soundtracki ile taçlandırıyorum.
Aslında bir şeyler yazmak istiyorum, yazdıkça zihnim açılsın diye; ama ne demeliyim, nasıl başlamalıyım onu da pek bilmiyorum. Eskişehir yolu trafiği üstüne bir de ağzına kadar insan dolu otobüs dikkatimi dağıttı.
Çözmem gereken bir şeyler var, ipuçlarını görebiliyorum; ufak çıkarımlar yapabiliyorum, ama bütüne bir türlü varamıyorum, ya da vardığımın farkında değilim.
Bu durumda huzursuz olmamı engelleyen tek şey, öyle ya da böyle bu işin içinden sıyrılmayı başaracağımı hissediyor olmam. Kendime bu konuda güveniyorum.
Yalnız, kontrol elimde evet, ama hala öğreneceğim şeyler var. Buna da şans vermem gerek.
Keşke her şeyi anlatabilsem.
Yazıp yazıp siliyorum, düşünüyorum, tam yazacak bir şey bulmuşken yazmaya başlıyorum, başladığım anda yazacağım şeyi unutuyorum. Sanırım kafam fazla dağınık.
Biraz huzur arıyorum, ve işte tam da bu yüzden son zamanlarda Ankara'dan nefret etmeye başladım. Trafiğinden, her yerini betonların kaplamasından, otobüslerinden, duraklarından, çamur kaplı kaldırımlarından, insanlıktan çıkmış, ya robotlaşmış ya da insanı hayvandan ayıran özellik olduğu söylenen empati yeteneğini kaybederek hayvanlaşmış insanlarından...
Yine de, her şey için şükürler olsun, daha fazlası için çaba gösterirken fazla hırslanıp, elimdeki için şükretmeyi unutmak istemiyorum.
Ayrıca belki fazla detaycı da olabilirim.
Oturduğunuz yerden feci biçimde saçmalıyor gibi görünebilirim, ama bu birbirlerinden kopuk gibi gözüken cümleler kafamın içinde gerçekten oluşuyor, sadece o sırada bir iki düşünceyi buraya yazamadan atlıyorum.
Hımmm. Bir ara ben size şu otobüsteki kalpaklı amcayı anlatıyım.
Iron & Wine - Flightless Bird, American Mouth
Öncelikle bu cuma akşamını da bir Twilight soundtracki ile taçlandırıyorum.
Aslında bir şeyler yazmak istiyorum, yazdıkça zihnim açılsın diye; ama ne demeliyim, nasıl başlamalıyım onu da pek bilmiyorum. Eskişehir yolu trafiği üstüne bir de ağzına kadar insan dolu otobüs dikkatimi dağıttı.
Çözmem gereken bir şeyler var, ipuçlarını görebiliyorum; ufak çıkarımlar yapabiliyorum, ama bütüne bir türlü varamıyorum, ya da vardığımın farkında değilim.
Bu durumda huzursuz olmamı engelleyen tek şey, öyle ya da böyle bu işin içinden sıyrılmayı başaracağımı hissediyor olmam. Kendime bu konuda güveniyorum.
Yalnız, kontrol elimde evet, ama hala öğreneceğim şeyler var. Buna da şans vermem gerek.
Keşke her şeyi anlatabilsem.
Yazıp yazıp siliyorum, düşünüyorum, tam yazacak bir şey bulmuşken yazmaya başlıyorum, başladığım anda yazacağım şeyi unutuyorum. Sanırım kafam fazla dağınık.
Biraz huzur arıyorum, ve işte tam da bu yüzden son zamanlarda Ankara'dan nefret etmeye başladım. Trafiğinden, her yerini betonların kaplamasından, otobüslerinden, duraklarından, çamur kaplı kaldırımlarından, insanlıktan çıkmış, ya robotlaşmış ya da insanı hayvandan ayıran özellik olduğu söylenen empati yeteneğini kaybederek hayvanlaşmış insanlarından...
Yine de, her şey için şükürler olsun, daha fazlası için çaba gösterirken fazla hırslanıp, elimdeki için şükretmeyi unutmak istemiyorum.
Ayrıca belki fazla detaycı da olabilirim.
Oturduğunuz yerden feci biçimde saçmalıyor gibi görünebilirim, ama bu birbirlerinden kopuk gibi gözüken cümleler kafamın içinde gerçekten oluşuyor, sadece o sırada bir iki düşünceyi buraya yazamadan atlıyorum.
Hımmm. Bir ara ben size şu otobüsteki kalpaklı amcayı anlatıyım.
14 Aralık 2009 Pazartesi
time value of thoughts - düşüncenin zaman değeri
Hande'ye bugün dedim ki; "Bazen bazı şeylerin bir şeyleri öğrenmemiz için olduğunu anlamak çok kolay oluyor."
Uzun bir aradan sonra yeniden merhaba. Her zamanki gibi çok vaktim yok, yarın sabah ayılabilmem için çok oyalanmadan uyumam gerek. Ama tadı henüz damağımdayken kaydetmek istediğim bazı şeyler var.
Aslında, birden bire sanki hipnozdan uyanmışım, ya da narkozun etkisinden kurtulmuşum gibi geldi. Uzun zaman geçmişti son düşünmemden beri. Bununla beraber, fark ettiğim bir şey daha vardı ki, bakış açım zamanla değişmişti; buna ne diyelim o zaman; "time value of thoughts".
Her şey bir anda oldu. Yüzüme çarpan, yanaklarımı yakan soğuk rüzgar, birkaç saat önce aklımın derin bir köşesinde, üzerinde fazla durmadan sorguladığım şeyi fark etmemi sağladı. Bir değişiklik vardı. Derinden, sakin, sessiz, korumacı bir şekilde; can yakmadan gelmişti.
Hiç zorlamadım bu sefer. Ağzımdan çıkan kelimeler buhar gibi değildi. Öyle gelmiyordu kulağıma. Çok garip geliyor hala, ama çok güzel. Kontrolü elime almıştım. Gitmek veya kalmak, olaylardan kaçmak veya olayların üzerine gitmek; şansı zorlamak veya zorlamamak... Benim seçimimdi bu sefer. İlk defa, hepsinden daha da çoğunlukla. Aynı zamanda, bilinmeyenlerden de tamamen bağımsızdım, ona uymamak için tersini yapmak zorunda değildim, ya da ona uysun diye gerekeni yapmak zorunda da değildim. Seçim benimdi işte.
Kütüphanenin olduğu köşede annemle babamın beni almasını beklerken sokak lambalarının turuncu ışığını, geçen arabaları seyrettim, o arabaların asfaltta çıkardıkları sesi duydum, bir aşağı bir yukarı yürürken botlarımdan çıkan takırtı da benimleydi. Derin derin nefes aldım o zaman işte.
Şu an bulunduğum durumdan mutluyum, çünkü dengeyi bulabilmenin ne kadar önemli olduğundan daha da eminim artık.
Bütün bunlar birleşti bugün, ve olanların bariz bir şekilde bana bir şeyler kazandırdığını gördüm; ve mutlu oldum. Kendimi biraz daha özgür hissettim. Bu hoşuma gitti.
Bir de dedim ki Hande'ye; "Gerçekten, öyle bir an geliyor ki; o an gelmeden hiçbir şey olmuyor; ama o an gelince hipnozdan çıkmış gibi oluyorsun, ya da narkozun etkisi kalkmış gibi. O anın gelmesini bekle ve çabuk gelmesi için dua et."
O anın, onu bilerek ya da bilmeden çağıran kişilere mutlaka geleceğini biliyorum. Ama dedim ya, çağırmak gerek.
Şükürler olsun.
Uzun bir aradan sonra yeniden merhaba. Her zamanki gibi çok vaktim yok, yarın sabah ayılabilmem için çok oyalanmadan uyumam gerek. Ama tadı henüz damağımdayken kaydetmek istediğim bazı şeyler var.
Aslında, birden bire sanki hipnozdan uyanmışım, ya da narkozun etkisinden kurtulmuşum gibi geldi. Uzun zaman geçmişti son düşünmemden beri. Bununla beraber, fark ettiğim bir şey daha vardı ki, bakış açım zamanla değişmişti; buna ne diyelim o zaman; "time value of thoughts".
Her şey bir anda oldu. Yüzüme çarpan, yanaklarımı yakan soğuk rüzgar, birkaç saat önce aklımın derin bir köşesinde, üzerinde fazla durmadan sorguladığım şeyi fark etmemi sağladı. Bir değişiklik vardı. Derinden, sakin, sessiz, korumacı bir şekilde; can yakmadan gelmişti.
Hiç zorlamadım bu sefer. Ağzımdan çıkan kelimeler buhar gibi değildi. Öyle gelmiyordu kulağıma. Çok garip geliyor hala, ama çok güzel. Kontrolü elime almıştım. Gitmek veya kalmak, olaylardan kaçmak veya olayların üzerine gitmek; şansı zorlamak veya zorlamamak... Benim seçimimdi bu sefer. İlk defa, hepsinden daha da çoğunlukla. Aynı zamanda, bilinmeyenlerden de tamamen bağımsızdım, ona uymamak için tersini yapmak zorunda değildim, ya da ona uysun diye gerekeni yapmak zorunda da değildim. Seçim benimdi işte.
Kütüphanenin olduğu köşede annemle babamın beni almasını beklerken sokak lambalarının turuncu ışığını, geçen arabaları seyrettim, o arabaların asfaltta çıkardıkları sesi duydum, bir aşağı bir yukarı yürürken botlarımdan çıkan takırtı da benimleydi. Derin derin nefes aldım o zaman işte.
Şu an bulunduğum durumdan mutluyum, çünkü dengeyi bulabilmenin ne kadar önemli olduğundan daha da eminim artık.
Bütün bunlar birleşti bugün, ve olanların bariz bir şekilde bana bir şeyler kazandırdığını gördüm; ve mutlu oldum. Kendimi biraz daha özgür hissettim. Bu hoşuma gitti.
Bir de dedim ki Hande'ye; "Gerçekten, öyle bir an geliyor ki; o an gelmeden hiçbir şey olmuyor; ama o an gelince hipnozdan çıkmış gibi oluyorsun, ya da narkozun etkisi kalkmış gibi. O anın gelmesini bekle ve çabuk gelmesi için dua et."
O anın, onu bilerek ya da bilmeden çağıran kişilere mutlaka geleceğini biliyorum. Ama dedim ya, çağırmak gerek.
Şükürler olsun.
equinilibrium.
dipnot: Bu arada, bir ara üşenmezsem otobüste karşıma çıkan şu kalpaklı amcadan da bahsetmeliyim burada.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)