Babam bugün dedi ki:
"Senin kafandaki düşüncelerin, olan olayların bıraktığı izlenimlerin bir A kümesi olduğunu farz et. Hayatın boyunca ne zaman 'harici' bir B kümesi A'ya yaklaşsa, o zaman A buna bir tepki vermek zorundadır. B olayı ne kadar büyükse, A olayının verdiği tepki de o kadar büyük olur. Ve bu durum, anca A'nın B'yi de kapsamasıyla, onu da içine alabilmesiyle çözülebilir."
9 Ocak 2010 Cumartesi
ikinci gün.
Kazanın ardından ikinci gün.
Sabah annemin, babamın elini tutarak eski komşumuzun plastik cerrah oğluna gittim. Yaralarımı temizledi, dikişlerime baktı.
Doktordan sonra çıktık, Ankamall'e gittik. Sabah evden çıkmadan önce şarj olmayı kesinkes reddetmiş emektar cep telefonumu değiştirdik.
Eve geldim, ilaçlarımı sürdüm.
Sonra TV karşısında uyuklamaya başladım, en sonunda uykuya yenik düştüm.
Bir 10-15 dakika sonra kapı çaldı. Sitede çocukluğumdan beri tanıdığım, aynı zamanda da aynı okulda okuduğumuz arkadaşım, matrak kişilik Can geldi. Malum ben konuşamayınca biraz parkeleri seyretmek zorunda kaldı. Dahası, normalde zaten güldürmeden konuşmadığı için, beni güldürmemek için heykel gibi durmak için çok uğraştı. Daha sonra Ayça'nın gitarını çaldı, ben de gülmeden ritim tutmaya çalıştım.
Sonra annem geldi, biraz da onla oturduk.
Ardından okuldan arkadaşlarım Cansu, Alp, Emrecan, Deniz ve onun erkek arkadaşı Özgür geldi. Tabi ekip bu kişiler + Can olunca, gülerken dikişlerimi patlatmamak için baya uğraştım, hatta arada bir salondan odaya kaçmam bile gerekti. Hepsi harika insanlar, hepsini çok seviyorum.
Bunun dışında komşulardan da gelenler oldu.
Telefon sayısı da baya fazlaydı. Şimdilik fazla konuşamadığım için telefonlara annem bakıyor. Mesajlara ben cevap veriyorum. :P
Arayan, soran, facebook'tan, msn'den ses eden, evimize gelip ziyaret eden herkese çok çok çok teşekkürler. İnsan böyle zamanlarda dostlarının, "asıl" dostlarının ihtiyacını duyuyor. Hepinizden Allah razı olsun.
Sabah annemin, babamın elini tutarak eski komşumuzun plastik cerrah oğluna gittim. Yaralarımı temizledi, dikişlerime baktı.
Doktordan sonra çıktık, Ankamall'e gittik. Sabah evden çıkmadan önce şarj olmayı kesinkes reddetmiş emektar cep telefonumu değiştirdik.
Eve geldim, ilaçlarımı sürdüm.
Sonra TV karşısında uyuklamaya başladım, en sonunda uykuya yenik düştüm.
Bir 10-15 dakika sonra kapı çaldı. Sitede çocukluğumdan beri tanıdığım, aynı zamanda da aynı okulda okuduğumuz arkadaşım, matrak kişilik Can geldi. Malum ben konuşamayınca biraz parkeleri seyretmek zorunda kaldı. Dahası, normalde zaten güldürmeden konuşmadığı için, beni güldürmemek için heykel gibi durmak için çok uğraştı. Daha sonra Ayça'nın gitarını çaldı, ben de gülmeden ritim tutmaya çalıştım.
Sonra annem geldi, biraz da onla oturduk.
Ardından okuldan arkadaşlarım Cansu, Alp, Emrecan, Deniz ve onun erkek arkadaşı Özgür geldi. Tabi ekip bu kişiler + Can olunca, gülerken dikişlerimi patlatmamak için baya uğraştım, hatta arada bir salondan odaya kaçmam bile gerekti. Hepsi harika insanlar, hepsini çok seviyorum.
Bunun dışında komşulardan da gelenler oldu.
Telefon sayısı da baya fazlaydı. Şimdilik fazla konuşamadığım için telefonlara annem bakıyor. Mesajlara ben cevap veriyorum. :P
Arayan, soran, facebook'tan, msn'den ses eden, evimize gelip ziyaret eden herkese çok çok çok teşekkürler. İnsan böyle zamanlarda dostlarının, "asıl" dostlarının ihtiyacını duyuyor. Hepinizden Allah razı olsun.
8 Ocak 2010 Cuma
bir adet dönüm noktası.
Her şeyi yazacağım, dedim.
Bunu da.
Bugün, aslına bakarsanız yaklaşık bir 5-6 saat önce bir trafik kazası geçirdim. İçinde uyukluyor olduğum servis, Bilkent Köprüsü'nün girişinde direğe "girdi".
Otobüste neredeyse herkes yaralıydı, en az yaralılardan biri benmişim, öyle diyorlar.
Neyim var peki?
Alt dudağım ve üst dudağıma yaklaşık bir 10 tane dikiş atıldı. Ayrıca ön iki dişimi de Bilkent Üniversitesi Ulaşım Birimi'ne bağışlamış bulunuyorum. Fazla ayrıntıya girmiyorum.
Nasılım?
Ağzımı oynatıp da millete laf yetiştirememenin verdiği gıcık bir his var tabi ki, bir de kırık dişlerimin hafif sızlaması var. Onun dışında kendimi garip bir şekilde bir çok iyi, bir çok kötü, bir zayıf, bir güçlü hissediyorum. Ama genel olarak iyiyim.
Çünkü otobüs direğe çarptıktan sonra olacağımı beklediğimden çok daha soğukkanlı davrandım. Benimle yaklaşık olarak aynı durumda olan bir kız daha vardı, kazanın ilk anında otobüsten çıkmaya çalışırken onunla yüzlerimize baktık ve birer çığlık attık. Umarım kendisini bir daha görebilirim. Sanki çok iyi arkadaşım olacakmış gibi hissettim.
Yoldan geçen bir teyze beni aldı hastaneye götürdü, o sırada annemi aradım. Kırık dişlerimle "s"leri söyleyemeden sakince anneme durumu anlattım.
Neyse, hastaneye bıraktı Harika Teyze beni (Allah razı olsun), sonra damar yoludur vsdir, bir süre doktor bekledim, çünkü benden daha kötü durumda olanlar varmış. Düşünün artık.
Daha sonra annem, ardından da babam geldi. İnsanların böyle durumlarda sevdiklerini yanlarında görmesi harika bir şeymiş.
Biraz daha zaman geçti, sonra lokal anestezi olduğunu düşündüğüm şeyi yapıp dikiş attılar. Dikiş atarlarken uyukladım (ilaçtan değil, gözüme ışık geliyordu ve zaten geceden uykusuzdum).
Sonra röntgendir ıbıktır zıbıktır vs bitirdik, ifade vermeye gittik, taa Beysukent'e.
Oradan çıkıp okula gittim, rapor ve ilaçlarımı aldım. Rapor verdikten sonra arabaya giderken arkadaşlarımı gördüm. Moralim bir kat daha düzeldi.
Şimdi evdeyim, oturuyorum. Yaralarımı temizledim. İlaçlarımı içicem (nasıl alacaksam artık). Öyle işte.
Ama bildiğim bir şey var ki, hep bahsettiğim o bütün olasılık denizi içinde yine ucuz kurtardım.
Bazen hayat ağır şeylerle sınava sokuyor bizi. Bu da onlardan biriydi benim için.
Ucuz atlattım, çok şükür.
Kafamı toplayıp da edebiyat parçalayamıyorum şu an. Ama söylemem gereken bazı şeyler var.
İnsan hayatı gerçekten pamuk ipliğine bağlı.
Bugün böyleyiz diye yarın da böyle olacak değiliz.
Dün üst dudağımda çıkan uçukla uğraşıyordum, bugün ise dikişlerim var. Gibi.
O yüzden anı yaşamalıyız, ama ana bağlanmamalıyız. Değişebilecek şeylere olan bağımlılığımızı minimuma indirmeliyiz.
Aynı zamanda çok şükür ki bugün annem ve babam yanımdaydı. İyi ki onlar benim annem ve babam. Çok şükür.
Çok şükür, her şeye çok şükür.
Bunu da.
Bugün, aslına bakarsanız yaklaşık bir 5-6 saat önce bir trafik kazası geçirdim. İçinde uyukluyor olduğum servis, Bilkent Köprüsü'nün girişinde direğe "girdi".
Otobüste neredeyse herkes yaralıydı, en az yaralılardan biri benmişim, öyle diyorlar.
Neyim var peki?
Alt dudağım ve üst dudağıma yaklaşık bir 10 tane dikiş atıldı. Ayrıca ön iki dişimi de Bilkent Üniversitesi Ulaşım Birimi'ne bağışlamış bulunuyorum. Fazla ayrıntıya girmiyorum.
Nasılım?
Ağzımı oynatıp da millete laf yetiştirememenin verdiği gıcık bir his var tabi ki, bir de kırık dişlerimin hafif sızlaması var. Onun dışında kendimi garip bir şekilde bir çok iyi, bir çok kötü, bir zayıf, bir güçlü hissediyorum. Ama genel olarak iyiyim.
Çünkü otobüs direğe çarptıktan sonra olacağımı beklediğimden çok daha soğukkanlı davrandım. Benimle yaklaşık olarak aynı durumda olan bir kız daha vardı, kazanın ilk anında otobüsten çıkmaya çalışırken onunla yüzlerimize baktık ve birer çığlık attık. Umarım kendisini bir daha görebilirim. Sanki çok iyi arkadaşım olacakmış gibi hissettim.
Yoldan geçen bir teyze beni aldı hastaneye götürdü, o sırada annemi aradım. Kırık dişlerimle "s"leri söyleyemeden sakince anneme durumu anlattım.
Neyse, hastaneye bıraktı Harika Teyze beni (Allah razı olsun), sonra damar yoludur vsdir, bir süre doktor bekledim, çünkü benden daha kötü durumda olanlar varmış. Düşünün artık.
Daha sonra annem, ardından da babam geldi. İnsanların böyle durumlarda sevdiklerini yanlarında görmesi harika bir şeymiş.
Biraz daha zaman geçti, sonra lokal anestezi olduğunu düşündüğüm şeyi yapıp dikiş attılar. Dikiş atarlarken uyukladım (ilaçtan değil, gözüme ışık geliyordu ve zaten geceden uykusuzdum).
Sonra röntgendir ıbıktır zıbıktır vs bitirdik, ifade vermeye gittik, taa Beysukent'e.
Oradan çıkıp okula gittim, rapor ve ilaçlarımı aldım. Rapor verdikten sonra arabaya giderken arkadaşlarımı gördüm. Moralim bir kat daha düzeldi.
Şimdi evdeyim, oturuyorum. Yaralarımı temizledim. İlaçlarımı içicem (nasıl alacaksam artık). Öyle işte.
Ama bildiğim bir şey var ki, hep bahsettiğim o bütün olasılık denizi içinde yine ucuz kurtardım.
Bazen hayat ağır şeylerle sınava sokuyor bizi. Bu da onlardan biriydi benim için.
Ucuz atlattım, çok şükür.
Kafamı toplayıp da edebiyat parçalayamıyorum şu an. Ama söylemem gereken bazı şeyler var.
İnsan hayatı gerçekten pamuk ipliğine bağlı.
Bugün böyleyiz diye yarın da böyle olacak değiliz.
Dün üst dudağımda çıkan uçukla uğraşıyordum, bugün ise dikişlerim var. Gibi.
O yüzden anı yaşamalıyız, ama ana bağlanmamalıyız. Değişebilecek şeylere olan bağımlılığımızı minimuma indirmeliyiz.
Aynı zamanda çok şükür ki bugün annem ve babam yanımdaydı. İyi ki onlar benim annem ve babam. Çok şükür.
Çok şükür, her şeye çok şükür.
1 Ocak 2010 Cuma
yeni yıldan beklenti.
"Yeni yıldan beklenti." Bir an için bu üç kelimenin aklınıza getirebileceği tüm o "yat, kat, sevgili, para, başarı, huzur" vs vs muhabbetlerini bir yana bırakın ve beraber o üç kelimenin anlattığı şeyin temeline inelim.
"Yeni yıldan beklenti".
"Yeni yıl"ın bir şeyleri değiştirmesini istiyoruz. "Yeni yılın" ta kendisinden bir beklentimiz var. Ama sorun şu ki, bu durum "yeni yılın" pek umrunda değil. Aslında onun bu durumdan haberi bile yok. Hatta aslında "yeni yıl" diye bir şey dahi olmayabilir.
Hal böyleyken, yeni yıldan beklenti de ne demek oluyor? Yeni yıldan "armut piş, ağzıma düş" şeklinde beklediğimiz şeyleri aslında biz kendi çabamızla ve biraz da belki "şans" denen ne idüğü belirsiz şeyin sayesinde bulmak zorunda değil miyiz? Niye yeni yıldan bir şeyler bekleyelim ki aslında?
Evet, biraz önce aklıma düştü bu soru. Sanki bundan önceki yıllarda beklediğimiz, olmasını istediğimiz şeyleri bize veren ya da vermeyen hep "yıllar" olmuş gibi, bundan sonraki dileklerimizi, isteklerimizi niye yeni yıla sıralıyoruz? Neden bir yıl denen o zaman süresinin içinde aldığımız toplam getirilerden toplam gidenleri çıkarıp bir bilanço çıkarıyoruz ve ardından bütün bilançoyu o yıla yıkıyoruz? Aslında bilançonun böyle olmasına sebep olanlar da büyük ölçüde biz değil miyiz?
Tamam, olaylarda bir takım dış etkenler de var, bunu kabul ediyorum. Ama bu etkenlerin hiçbirinin "yeni bir yılın gelmesiyle" doğrudan bağlantılı olduğunu sanmıyorum.
Suçu ne 2009'a, ne 2010'a, ne de diğerlerine atmalı. "Yıl" denen şey, sadece bizim zaman denen uçsuz bucaksız şeyi başkalarına göreceli olarak tarif edebilmemiz için, "bu sabah" kahvaltıda ne yediğimizi, stokastik finalinin "8 Ocak'ta" olduğunu falan başka insanlara anlatabilmemiz için tasarlanmış şeyler. Başka bir şey değil.
Bu yüzden, hayatımızda belli bir yönde ilerlemesini beklediğimiz şeyler varsa bunun için atmamız gereken adımları başka kişilere/ başka bir şeylere yıkmadan önce, kendimiz elimizden geleni yapmalıyız.
Yani... Tamam; fazla deterministik yaklaştım olaya; şu an bunun farkına vardım ama; sonuç olarak hala beklentileri "yeni yıla" sıralamanın saçma ve sonuçsuz olduğunu ve bunun yerine kendimizi beklentilerimizi gerçekleştirecek yönde ilerletmek için elimizden geleni yapmamız gerektiğini düşünüyorum.
Öyle işte.
"Yeni yıldan beklenti".
"Yeni yıl"ın bir şeyleri değiştirmesini istiyoruz. "Yeni yılın" ta kendisinden bir beklentimiz var. Ama sorun şu ki, bu durum "yeni yılın" pek umrunda değil. Aslında onun bu durumdan haberi bile yok. Hatta aslında "yeni yıl" diye bir şey dahi olmayabilir.
Hal böyleyken, yeni yıldan beklenti de ne demek oluyor? Yeni yıldan "armut piş, ağzıma düş" şeklinde beklediğimiz şeyleri aslında biz kendi çabamızla ve biraz da belki "şans" denen ne idüğü belirsiz şeyin sayesinde bulmak zorunda değil miyiz? Niye yeni yıldan bir şeyler bekleyelim ki aslında?
Evet, biraz önce aklıma düştü bu soru. Sanki bundan önceki yıllarda beklediğimiz, olmasını istediğimiz şeyleri bize veren ya da vermeyen hep "yıllar" olmuş gibi, bundan sonraki dileklerimizi, isteklerimizi niye yeni yıla sıralıyoruz? Neden bir yıl denen o zaman süresinin içinde aldığımız toplam getirilerden toplam gidenleri çıkarıp bir bilanço çıkarıyoruz ve ardından bütün bilançoyu o yıla yıkıyoruz? Aslında bilançonun böyle olmasına sebep olanlar da büyük ölçüde biz değil miyiz?
Tamam, olaylarda bir takım dış etkenler de var, bunu kabul ediyorum. Ama bu etkenlerin hiçbirinin "yeni bir yılın gelmesiyle" doğrudan bağlantılı olduğunu sanmıyorum.
Suçu ne 2009'a, ne 2010'a, ne de diğerlerine atmalı. "Yıl" denen şey, sadece bizim zaman denen uçsuz bucaksız şeyi başkalarına göreceli olarak tarif edebilmemiz için, "bu sabah" kahvaltıda ne yediğimizi, stokastik finalinin "8 Ocak'ta" olduğunu falan başka insanlara anlatabilmemiz için tasarlanmış şeyler. Başka bir şey değil.
Bu yüzden, hayatımızda belli bir yönde ilerlemesini beklediğimiz şeyler varsa bunun için atmamız gereken adımları başka kişilere/ başka bir şeylere yıkmadan önce, kendimiz elimizden geleni yapmalıyız.
Yani... Tamam; fazla deterministik yaklaştım olaya; şu an bunun farkına vardım ama; sonuç olarak hala beklentileri "yeni yıla" sıralamanın saçma ve sonuçsuz olduğunu ve bunun yerine kendimizi beklentilerimizi gerçekleştirecek yönde ilerletmek için elimizden geleni yapmamız gerektiğini düşünüyorum.
Öyle işte.
31 Aralık 2009 Perşembe
Sıradan şeylerdeki huzur
Bir yılbaşı akşamında daha evde portakal soyma ve tv'de seyredecek doğru düzgün bir şey bulamama durumuyla karşı karşıyayım. Of, feci klişe. Yine de, garip bir şekilde kendimi huzurlu hissediyorum. Hani sadece sıradan şeylerde olan bir huzur vardır ya... Ondan işte.
Bir sene daha, yılbaşını arkadaşlarla kutlama durumunun kıyısından döndüm. Aslında çok şikayetçi de sayılmam bu durumdan, biraz olsun koltuğa yayılıp, dinlenmeye; hatta portakal soymaya falan ihtiyacım var.
Bugün bir final bile atlattım ben, o konuda söyleyecek fazla bir şeyim yok. Ama eve dönerkendi sanırım, bu senenin benim için ne kadar çok şeyi değiştirdiğini fark ettim. Daha önceki yıllar için böyle bir hesaplamaya hiç kalkışmamıştım; ama sanırım değişikliklere olan dikkatim arttığı için bu sene bunları düşünmeye başladım.
Neler yaptım bu sene? Ne değişiklikler oldu hayatımda?
İlk defa staj yaptım mesela, galiba en önemli değişikliklerden biri bu. İlk defa Ankara'nın bir ucunda, hiç tanımadığım insanların arasında bir ay boyunca gerçek bir iş yaptım.
İlk defa alın terimle para kazandım.
İlk defa annemden ayrı bir tatil yaptım (bkz. İstanbul çıkartması ve Çeşme tatili).
4. Genç AKADEMİ'yi organize eden takımın parçası oldum, Nisan ayında 4 gün boyunca Bilkent Otel'deki bir odada 2 kişilik yatağı 5 arkadaşımla paylaştım.
Okuldan eve giderken nasıl daha az para harcayabileceğimi keşfettim.
İlk defa doğumgünümü benle aynı gün doğmuş en yakın arkadaşlarımdan biriyle 150 kişinin arasında kutladım (bkz. Işıl ve OR iftarı).
Fransızca öğrenmeye başladım (Quand j'ètais petite, j'aimais jouer avec mon jouets).
Mesleğimle ilgili damardan dersler almaya başladım.
Bir bongom var artık (arkadaş hediyesi).
Koçluk Projesi'nin liderliğine el attım.
İlk CV'mi yazdım.
İlk defa bir mülakata girdim.
İlk defa annemin arabasıyla trafiğe çıktım.
İlk defa 150 kişiye sunum yaptım.
İlk defa bir huzurevine gittim.
Babamın fotoğraf makinesine çöktüm. O makine hayatımın önemli bir parçası oldu.
vs, vs, vs.
Ayrıntılarla çok dağıldım şimdi bu kadar üzerinde durunca; ama düşünüyorum da, aslında zaten benim "kötü" kelimesini bu tip durumlarda kullanmayı fazla tercih etmememi de bir kenara bırakacak olursak; 2009 yılı bana çok şey kattı; kendimi büyük ölçüde aşmaya başladığım ilk yıl oldu sanırım.
Umarım 2010 ve diğer tüm yıllar da böyle olur, her fırsatta hayattan bir şeyler öğrenmeye, gözümüzü açık tutmaya devam ederiz. Bugün güzel şeyler geçiresim var aklımdan çokça; o yüzden klişe gözükebileceği halde, dileklerimi buraya yazmak istiyorum:
Yeni gelecek olan bu yılda ve tüm diğerlerinde de ağzımızın tadı eksik olmasın; sağlıklı, mutlu olalım; sevdiklerimiz yanımızda olsun. Uzanabilecek kadar yakın, dokunamayacak kadar uzak olduğumuz insanlara ulaşabilelim. Kalplerimizi sevgiyle doldurmak için içtenlikle uğraşalım; en önemlisi ve kalplerimizi sevgiyle doldurmamız için gereken o içtenliğe sahip olalım. Sevdiklerimizle aramızdaki bağlar gittikçe kuvvetlensin.
Yeni yıla 15 dakikadan az kalmış.
Bir kez daha şükürler olsun ki, böyle güzel, verimli bir yıl geçirdim sevdiklerimle; hayatımı daha kaliteli kılacak; daha çok şey öğrenmem için yeni kapılar açacak pek çok şeyi yaşadım; pek çok tecrübe edindim. Ailem, dostlarım, hepsi çok şükür ki yanımda; yanyanayız; sağlıklıyız, şartların getirdiği ölçüde mutluyuz.
Başımıza gelen, gelmeyen; farkında olduğumuz ve olmadığımız her şey için şükürler olsun.
Yeni yıla 5 dakika falan kalmış.
Mutlu yıllar herkese, mutlu yıllar...
Bir sene daha, yılbaşını arkadaşlarla kutlama durumunun kıyısından döndüm. Aslında çok şikayetçi de sayılmam bu durumdan, biraz olsun koltuğa yayılıp, dinlenmeye; hatta portakal soymaya falan ihtiyacım var.
Bugün bir final bile atlattım ben, o konuda söyleyecek fazla bir şeyim yok. Ama eve dönerkendi sanırım, bu senenin benim için ne kadar çok şeyi değiştirdiğini fark ettim. Daha önceki yıllar için böyle bir hesaplamaya hiç kalkışmamıştım; ama sanırım değişikliklere olan dikkatim arttığı için bu sene bunları düşünmeye başladım.
Neler yaptım bu sene? Ne değişiklikler oldu hayatımda?
İlk defa staj yaptım mesela, galiba en önemli değişikliklerden biri bu. İlk defa Ankara'nın bir ucunda, hiç tanımadığım insanların arasında bir ay boyunca gerçek bir iş yaptım.
İlk defa alın terimle para kazandım.
İlk defa annemden ayrı bir tatil yaptım (bkz. İstanbul çıkartması ve Çeşme tatili).
4. Genç AKADEMİ'yi organize eden takımın parçası oldum, Nisan ayında 4 gün boyunca Bilkent Otel'deki bir odada 2 kişilik yatağı 5 arkadaşımla paylaştım.
Okuldan eve giderken nasıl daha az para harcayabileceğimi keşfettim.
İlk defa doğumgünümü benle aynı gün doğmuş en yakın arkadaşlarımdan biriyle 150 kişinin arasında kutladım (bkz. Işıl ve OR iftarı).
Fransızca öğrenmeye başladım (Quand j'ètais petite, j'aimais jouer avec mon jouets).
Mesleğimle ilgili damardan dersler almaya başladım.
Bir bongom var artık (arkadaş hediyesi).
Koçluk Projesi'nin liderliğine el attım.
İlk CV'mi yazdım.
İlk defa bir mülakata girdim.
İlk defa annemin arabasıyla trafiğe çıktım.
İlk defa 150 kişiye sunum yaptım.
İlk defa bir huzurevine gittim.
Babamın fotoğraf makinesine çöktüm. O makine hayatımın önemli bir parçası oldu.
vs, vs, vs.
Ayrıntılarla çok dağıldım şimdi bu kadar üzerinde durunca; ama düşünüyorum da, aslında zaten benim "kötü" kelimesini bu tip durumlarda kullanmayı fazla tercih etmememi de bir kenara bırakacak olursak; 2009 yılı bana çok şey kattı; kendimi büyük ölçüde aşmaya başladığım ilk yıl oldu sanırım.
Umarım 2010 ve diğer tüm yıllar da böyle olur, her fırsatta hayattan bir şeyler öğrenmeye, gözümüzü açık tutmaya devam ederiz. Bugün güzel şeyler geçiresim var aklımdan çokça; o yüzden klişe gözükebileceği halde, dileklerimi buraya yazmak istiyorum:
Yeni gelecek olan bu yılda ve tüm diğerlerinde de ağzımızın tadı eksik olmasın; sağlıklı, mutlu olalım; sevdiklerimiz yanımızda olsun. Uzanabilecek kadar yakın, dokunamayacak kadar uzak olduğumuz insanlara ulaşabilelim. Kalplerimizi sevgiyle doldurmak için içtenlikle uğraşalım; en önemlisi ve kalplerimizi sevgiyle doldurmamız için gereken o içtenliğe sahip olalım. Sevdiklerimizle aramızdaki bağlar gittikçe kuvvetlensin.
Yeni yıla 15 dakikadan az kalmış.
Bir kez daha şükürler olsun ki, böyle güzel, verimli bir yıl geçirdim sevdiklerimle; hayatımı daha kaliteli kılacak; daha çok şey öğrenmem için yeni kapılar açacak pek çok şeyi yaşadım; pek çok tecrübe edindim. Ailem, dostlarım, hepsi çok şükür ki yanımda; yanyanayız; sağlıklıyız, şartların getirdiği ölçüde mutluyuz.
Başımıza gelen, gelmeyen; farkında olduğumuz ve olmadığımız her şey için şükürler olsun.
Yeni yıla 5 dakika falan kalmış.
Mutlu yıllar herkese, mutlu yıllar...
28 Aralık 2009 Pazartesi
kapıların açılıp kapanması, 0'lar ve 1'ler...
Öğrenme alıcılarım yine işbaşında. Bızzzt bızzzt.
Thom Yorke - Hearing Damage
"A tear in my brain
Allows the voices in..."
Bu kadar elektronik altyapılı şeyleri pek sevmem normalde, ama sanırım bu şarkının hikayesine de inanıyorum ki, baya sevmekteyim kendisini. Sabah ilk kalktığımda daha gözümü doğru düzgün açamadan aklıma düşüverdi, bütün gün de kafamın içinde çalıp durdu.
"You can do no wrong
In my eyes..."
Ayrıca, Pınar'la msnde konuşurken ben de ilginç bir denklem buldum, isterseniz Tuncel - Güvenç teoremi falan diyebilirsiniz; buraya eklememi ve kendisine "dedicate" etmemi istedi:
"g = 3.5k k=0, 1, 2..."
Bu da üç buçuk ve katlarını atma denklemi. Finaller baabında hani. k bildiğin katsayı da, varın g'yi siz düşünün...
Başka neleri fark ettim, neleri düşündüm bugün?
Alıcılarım rastlantılara karşı daha açık artık. Benim alıcılarım artık daha açık olduğu için mi yoksa gerçekten de öyle olduğu için mi bilmiyorum ama, sanki hayatımdaki ilginç rastlantıların sayısı artmış gibi hissediyorum.
Bu çok keyifli geliyor aslında bana, hele bir de kaos teorisinden az biraz haberdar olduğum için daha da keyifli oluyor. Bu başkasına olsa korkutabilirdi. Ben baya baya keyif alıyorum bundan. "Manyak mısın" dediğinizi duyar gibiyim ama sonsuz üzeri sonsuz alternatifi düşününce... Hımmm. Hiç de fena gözükmüyor.
Nasıl olduğunu bilmediğim bir şekilde, aslında surat asmamam gereken şeylere kafamı çok fazla takarken, beni asıl çok düşündürmesi gereken şeyler hakkında kendimi daha rahat hissediyorum. Mantıklı açıklamasını henüz bulabilmiş değilim ama galiba bu tamamen içimdeki insan sevgisinden kaynaklanıyor (:P).
Ayrıca, bazen insanın yaptıklarından ötürü kendine cidden güvenmesi gerekiyormuş, belli bir raddede düşünme payı bıraktıktan sonra. Biliyordum aslında, daha emin oldum şimdi de.
Eve geldiğimde saat 10'u geçiyordu. Hiç şaşırmadım. Dün insanlar üretim planlama projesini yetiştirebilmek için gece 3'lere 5'lere kadar B binasında kalmışlar. Facebook anasayfamı dolduran baya ilginç yorumlar vardı, okurken çok eğlendim (bir süreden sonra herkes dalgaya vuruyor çaresiz). O değil de, her ne kadar bu dönem sınırlarımızı feci derecede zorlasa da; bölümümün vidaları gevşemiş halini bile bir ayrı seviyorum.
Çok rüzgarlıydı bugün, solunur bir hava vardı Bilkent'te. Keşke biraz nefes alabilseydim dışarıda. Sınavlarım bitince çıkıp kulaklığım kulağımda, aylak aylak dışarılarda dolanmak, yürümek falan istiyorum.
Son bir ekleme:
O değil de, bir de Devlet Bahçeli'nin 2010 için kuracağı denklemi merak ediyorum.
Thom Yorke - Hearing Damage
"A tear in my brain
Allows the voices in..."
Bu kadar elektronik altyapılı şeyleri pek sevmem normalde, ama sanırım bu şarkının hikayesine de inanıyorum ki, baya sevmekteyim kendisini. Sabah ilk kalktığımda daha gözümü doğru düzgün açamadan aklıma düşüverdi, bütün gün de kafamın içinde çalıp durdu.
"You can do no wrong
In my eyes..."
Ayrıca, Pınar'la msnde konuşurken ben de ilginç bir denklem buldum, isterseniz Tuncel - Güvenç teoremi falan diyebilirsiniz; buraya eklememi ve kendisine "dedicate" etmemi istedi:
"g = 3.5k k=0, 1, 2..."
Bu da üç buçuk ve katlarını atma denklemi. Finaller baabında hani. k bildiğin katsayı da, varın g'yi siz düşünün...
Başka neleri fark ettim, neleri düşündüm bugün?
Alıcılarım rastlantılara karşı daha açık artık. Benim alıcılarım artık daha açık olduğu için mi yoksa gerçekten de öyle olduğu için mi bilmiyorum ama, sanki hayatımdaki ilginç rastlantıların sayısı artmış gibi hissediyorum.
Bu çok keyifli geliyor aslında bana, hele bir de kaos teorisinden az biraz haberdar olduğum için daha da keyifli oluyor. Bu başkasına olsa korkutabilirdi. Ben baya baya keyif alıyorum bundan. "Manyak mısın" dediğinizi duyar gibiyim ama sonsuz üzeri sonsuz alternatifi düşününce... Hımmm. Hiç de fena gözükmüyor.
Nasıl olduğunu bilmediğim bir şekilde, aslında surat asmamam gereken şeylere kafamı çok fazla takarken, beni asıl çok düşündürmesi gereken şeyler hakkında kendimi daha rahat hissediyorum. Mantıklı açıklamasını henüz bulabilmiş değilim ama galiba bu tamamen içimdeki insan sevgisinden kaynaklanıyor (:P).
Ayrıca, bazen insanın yaptıklarından ötürü kendine cidden güvenmesi gerekiyormuş, belli bir raddede düşünme payı bıraktıktan sonra. Biliyordum aslında, daha emin oldum şimdi de.
Eve geldiğimde saat 10'u geçiyordu. Hiç şaşırmadım. Dün insanlar üretim planlama projesini yetiştirebilmek için gece 3'lere 5'lere kadar B binasında kalmışlar. Facebook anasayfamı dolduran baya ilginç yorumlar vardı, okurken çok eğlendim (bir süreden sonra herkes dalgaya vuruyor çaresiz). O değil de, her ne kadar bu dönem sınırlarımızı feci derecede zorlasa da; bölümümün vidaları gevşemiş halini bile bir ayrı seviyorum.
Çok rüzgarlıydı bugün, solunur bir hava vardı Bilkent'te. Keşke biraz nefes alabilseydim dışarıda. Sınavlarım bitince çıkıp kulaklığım kulağımda, aylak aylak dışarılarda dolanmak, yürümek falan istiyorum.
Son bir ekleme:
O değil de, bir de Devlet Bahçeli'nin 2010 için kuracağı denklemi merak ediyorum.
27 Aralık 2009 Pazar
Hatırlıyorum.
Kokular, görüntüler, sesler... Her şey o zaman yepyeniydi, tazeydi.
Nasıl tutunmuşsam o zamana, düşündüğümde hala o günkü gibi hissedebiliyorum kendimi. Yediğim yemeğin tadı, girdiğim odanın kokusu, çamur, temiz hava, uyku ve uykusuzluk arasında gidiş-geliş, yeni insanlar, yeni yerler... Hepsini pek çok şeye göre çok daha net hatırlayabiliyorum. Yağan yağmuru, telefon konuşmalarını, sakız kabını, otobüsleri, otobüs duraklarını, meydanları, insanları...
Belki dışarıdan bakınca saçma görünebilir, ama özgürlüğümü hissedecek kadar büyüdüğümü gerçek anlamda anlamaya başladığım ilk zamanlardı o zamanlar. Her şeyin anlamı farklıydı bunun için de. Yeni denemeler, bilinmedik sokaklar, bilinmedik lokantalar, bilinmedik dükkanlar... Hatta bilinmedik zamanlar. Bunun tadı gerçekten apayrıydı benim için.
Sadece yeni bir şeyler yaşamak da değildi önemli olan, olanları güzel kılan şeylerin içinde buna ek olarak o anda orada olan her şey, akla gelebilecek her küçük ayrıntı vardı. Kusur bile. İçinde kusur olan şeyler de insana mükemmel gelebiliyormuş demek ki. Sadece insanın o şeye ne kadar inandığını, onu ne kadar sevdiğini hatırlaması lazım.
Ayrıntıları hatırlamam için üzerinde biraz düşünmem yetiyor, daha fazlası içinse fotoğraflar devreye giriyor. O zamanı düşününce de o anki mutluluğu, zaferim şimdiye de yansıyor; bir gün yine ayakta o düşü görebilirsem olabilecekleri düşündükçe mutlu oluyorum. Ama insanın cesarete ihtiyacı olur kimi zamanlarda. Benim de bu düşü ayakta görebilmem için cesaret göstermem gereken yerler, yapmam gereken seçimler olacak. Bunları yapacak güce sahip olup olamayacağımı zaman gösterecek. Şimdi biraz daha olgunlaşmam lazım.
Nasıl tutunmuşsam o zamana, düşündüğümde hala o günkü gibi hissedebiliyorum kendimi. Yediğim yemeğin tadı, girdiğim odanın kokusu, çamur, temiz hava, uyku ve uykusuzluk arasında gidiş-geliş, yeni insanlar, yeni yerler... Hepsini pek çok şeye göre çok daha net hatırlayabiliyorum. Yağan yağmuru, telefon konuşmalarını, sakız kabını, otobüsleri, otobüs duraklarını, meydanları, insanları...
Belki dışarıdan bakınca saçma görünebilir, ama özgürlüğümü hissedecek kadar büyüdüğümü gerçek anlamda anlamaya başladığım ilk zamanlardı o zamanlar. Her şeyin anlamı farklıydı bunun için de. Yeni denemeler, bilinmedik sokaklar, bilinmedik lokantalar, bilinmedik dükkanlar... Hatta bilinmedik zamanlar. Bunun tadı gerçekten apayrıydı benim için.
Sadece yeni bir şeyler yaşamak da değildi önemli olan, olanları güzel kılan şeylerin içinde buna ek olarak o anda orada olan her şey, akla gelebilecek her küçük ayrıntı vardı. Kusur bile. İçinde kusur olan şeyler de insana mükemmel gelebiliyormuş demek ki. Sadece insanın o şeye ne kadar inandığını, onu ne kadar sevdiğini hatırlaması lazım.
Ayrıntıları hatırlamam için üzerinde biraz düşünmem yetiyor, daha fazlası içinse fotoğraflar devreye giriyor. O zamanı düşününce de o anki mutluluğu, zaferim şimdiye de yansıyor; bir gün yine ayakta o düşü görebilirsem olabilecekleri düşündükçe mutlu oluyorum. Ama insanın cesarete ihtiyacı olur kimi zamanlarda. Benim de bu düşü ayakta görebilmem için cesaret göstermem gereken yerler, yapmam gereken seçimler olacak. Bunları yapacak güce sahip olup olamayacağımı zaman gösterecek. Şimdi biraz daha olgunlaşmam lazım.
26 Aralık 2009 Cumartesi
Küçük bir mutluluk.
...ama paylaşmaya değer.
İnternet Radyosu Cinemix - The Spirit of Soundtracks
Son zamanlarda gelen klasik müzik isteğimle beraber bilgisayarıma eskiden bildiğim bir programı (MediaMonkey) yüklerken buldum bu radyoyu. Eskiden de bu programla radyo dinlerdim.
Yukarıda verdiğim linkten radyoyu dinleyebilmeniz için dns ayarlarınızın yapılmış olması gerekiyor, yani youtube'u açamıyorsanız bu siteyi de açamıyorsunuz demektir.
Daha fazlası içinse MediaMonkey'i yüklemenizi tavsiye ederim, aklınıza gelebilecek pek çok tarzda müziğe ait tonlarca radyo barındırıyor içinde.
Soundtrack konusuna gelince de...
Bilmiyorum, hepsinin içinde bir hikaye olduğu için galiba; çok etkiliyor beni film müzikleri son zamanlarda. Hani kış falan da geldi ya, havada sürekli bir pus... Bu şeyler biraraya geldiklerinde bende garip bir bütünlük hissi uyandırıyor. Soundtracklerin en güzel yanlarından biri de, insanın algılarını fazla zorlamadan insana çok fazla şey hissettirebilmeleri.
Fazla konuşmıyım ben, iyi dinlemeler hepimize.
Ha bu arada az önce aldığım bilgilere göre (babam söyledi) Merkür gerileme dönemine giriyormuş, şu önümüzdeki bir aylık dönemde ciddi kararlar almamamız ve bir adım atmadan önce başkalarına da danışmamız gerekiyormuş. Bilginize.
İnternet Radyosu Cinemix - The Spirit of Soundtracks
Son zamanlarda gelen klasik müzik isteğimle beraber bilgisayarıma eskiden bildiğim bir programı (MediaMonkey) yüklerken buldum bu radyoyu. Eskiden de bu programla radyo dinlerdim.
Yukarıda verdiğim linkten radyoyu dinleyebilmeniz için dns ayarlarınızın yapılmış olması gerekiyor, yani youtube'u açamıyorsanız bu siteyi de açamıyorsunuz demektir.
Daha fazlası içinse MediaMonkey'i yüklemenizi tavsiye ederim, aklınıza gelebilecek pek çok tarzda müziğe ait tonlarca radyo barındırıyor içinde.
Soundtrack konusuna gelince de...
Bilmiyorum, hepsinin içinde bir hikaye olduğu için galiba; çok etkiliyor beni film müzikleri son zamanlarda. Hani kış falan da geldi ya, havada sürekli bir pus... Bu şeyler biraraya geldiklerinde bende garip bir bütünlük hissi uyandırıyor. Soundtracklerin en güzel yanlarından biri de, insanın algılarını fazla zorlamadan insana çok fazla şey hissettirebilmeleri.
Fazla konuşmıyım ben, iyi dinlemeler hepimize.
Ha bu arada az önce aldığım bilgilere göre (babam söyledi) Merkür gerileme dönemine giriyormuş, şu önümüzdeki bir aylık dönemde ciddi kararlar almamamız ve bir adım atmadan önce başkalarına da danışmamız gerekiyormuş. Bilginize.
25 Aralık 2009 Cuma
amaçlar ve dilekler ve hayaller ve gerçek
Carter Burwell - Bella's Lullaby
Amaçlarım, hayallerim, dileklerim olmasaydı... olacakları düşünemiyorum.
İşin en güzel yanı da, kendimi gerçek hayattaki abuk subuk olaylara kaptırmadan yeri geldiğinde hayal dünyamda yaşayabilmem. Güzel bir müzik, bir kitap, bir film yeter; fazla bir şey aramıyorum.
Bu dünyamdaki tüm sevimsiz şeylere karşı en büyük tesellim. Kendimi buraya hapis hissetmemek beni mutlu ediyor. Küçük detaylar daha az önemli hale geliyor. Gerçekten, hiçbir şey için kendimi fazladan üzmek isteyeceğim bir dönemde değilim. Kafamı daha farklı şeyler üzerinde yoğunlaştırmak istiyorum; anlamak için can attığım ve anlamak adına çok önemli bir noktada bulunduğum şeyler var. Düşünmek güzel, gördüğüm şeylerin üzerinde düşünmem ve bu düşüncelerin bir sonuç vermesi, bir şeyin kafama o an dank etmesini sağlaması harika geliyor bana. Hatta sonradan o sonuçları unutmak bile. Bu hissi bulmak için çaba sarf ediyorum. Küçük ayrıntılara takılmadan.
Gerçekten, galiba artık küçük ayrıntılara daha az kafa yormalıyım. Kendime eziyet etmeye hakkım yok. Kaldı ki, istemiyorum da zaten. Biraz huzur arıyorum; ipuçlarını daha kolay yakalamak için. Geriye kalan her şeyi oluruna bırakmak istiyorum. Bırakayım, bağımsız bilinmeyenler olsunlar.
Hayalleri seviyorum, gerçekten. Ayaklarımın yere basmadığı anlar oluyor. Bunu biliyorum, yine de vazgeçmiyorum. Bence kötü bir şey değil. Bu dünyadaki bütün kalp kırıklıklarına birebir. Sadece kendi özgürlüğümün "burayla" sınırlı olmadığını sürekli hatırlıyor olmam güzel.
Gerçekten, şu aralar pek çok şey benim için eskiden olduklarından daha az önem taşıyor sanırsam. Bırakıp bir kenara da atmıyorum, ama sımsıkı da sarılmıyorum. Sadece bazı şeyleri benden çıkarıyorum, ya da daha az bana bağlıyorum.
Fırtına öncesi sessizlik var bu işin içinde bence, böyle hissediyorum. Kötü bir fırtına değil bu, bir anda hayatımda büyük bir değişiklik olacakmış gibi geliyor. Dedim ya, hayal dünyasında yaşıyorum. Belki de gerçektir. Belki hayaller gerçekten daha gerçektir.
Yine bir şeyler anlıyor gibiyim sanki, içimde bir şeyler sıkışıyor; sonra yavaş yavaş, çok yavaş bir şekilde geri gevşiyor.
İnsanın içine dönmesi bazen o kadar güzel, o kadar tatlı geliyor ki.
Amaçlarım, hayallerim, dileklerim olmasaydı... olacakları düşünemiyorum.
İşin en güzel yanı da, kendimi gerçek hayattaki abuk subuk olaylara kaptırmadan yeri geldiğinde hayal dünyamda yaşayabilmem. Güzel bir müzik, bir kitap, bir film yeter; fazla bir şey aramıyorum.
Bu dünyamdaki tüm sevimsiz şeylere karşı en büyük tesellim. Kendimi buraya hapis hissetmemek beni mutlu ediyor. Küçük detaylar daha az önemli hale geliyor. Gerçekten, hiçbir şey için kendimi fazladan üzmek isteyeceğim bir dönemde değilim. Kafamı daha farklı şeyler üzerinde yoğunlaştırmak istiyorum; anlamak için can attığım ve anlamak adına çok önemli bir noktada bulunduğum şeyler var. Düşünmek güzel, gördüğüm şeylerin üzerinde düşünmem ve bu düşüncelerin bir sonuç vermesi, bir şeyin kafama o an dank etmesini sağlaması harika geliyor bana. Hatta sonradan o sonuçları unutmak bile. Bu hissi bulmak için çaba sarf ediyorum. Küçük ayrıntılara takılmadan.
Gerçekten, galiba artık küçük ayrıntılara daha az kafa yormalıyım. Kendime eziyet etmeye hakkım yok. Kaldı ki, istemiyorum da zaten. Biraz huzur arıyorum; ipuçlarını daha kolay yakalamak için. Geriye kalan her şeyi oluruna bırakmak istiyorum. Bırakayım, bağımsız bilinmeyenler olsunlar.
Hayalleri seviyorum, gerçekten. Ayaklarımın yere basmadığı anlar oluyor. Bunu biliyorum, yine de vazgeçmiyorum. Bence kötü bir şey değil. Bu dünyadaki bütün kalp kırıklıklarına birebir. Sadece kendi özgürlüğümün "burayla" sınırlı olmadığını sürekli hatırlıyor olmam güzel.
Gerçekten, şu aralar pek çok şey benim için eskiden olduklarından daha az önem taşıyor sanırsam. Bırakıp bir kenara da atmıyorum, ama sımsıkı da sarılmıyorum. Sadece bazı şeyleri benden çıkarıyorum, ya da daha az bana bağlıyorum.
Fırtına öncesi sessizlik var bu işin içinde bence, böyle hissediyorum. Kötü bir fırtına değil bu, bir anda hayatımda büyük bir değişiklik olacakmış gibi geliyor. Dedim ya, hayal dünyasında yaşıyorum. Belki de gerçektir. Belki hayaller gerçekten daha gerçektir.
Yine bir şeyler anlıyor gibiyim sanki, içimde bir şeyler sıkışıyor; sonra yavaş yavaş, çok yavaş bir şekilde geri gevşiyor.
İnsanın içine dönmesi bazen o kadar güzel, o kadar tatlı geliyor ki.
24 Aralık 2009 Perşembe
plagiarism yoluyla ego tatmini
Aha, eve erken geldim. Yazalım bunu bir kenara. Saatlerimiz 18:35'i gösterirken, ben evdeyim. Buna ek olarak, bugün yine yaşadığım olaydan yola çıkan düşüncelerimi "unutmamak" için bir yazı yazmaya karar verdim. Konum, üniversitemizdeki şu "pilecırizim" takıntısı.
Plagiarism; Türkçesi yok kelimenin, çok üzgünüm ama o derece bir şey işte, siz anlayın. Kısaca, başkalarının çalışmalarını alıntılamadan kullanmak yani fikir hırsızlığı gibi bir anlamı var.
Hadi projedir tezdir vs vs tamam da; bu ödevlerdeki plagiarism mantığını anlamıyorum ben. Ödevler öğrenmek için mi, yoksa bildiğimizi kanıtlamak için mi? Bu konuda sanırım "otorite"lerle aramızda fikir ayrılıkları var. Bence ödev denen şey, öğrencinin kendini ispatlaması için değil ama bir şeyler öğrenmesi için olmalıdır. Hele ki üniversitede okuyan insanlar için bence zorunlu ödevden saçma bir şey daha yok.
Bunun yanında bir de ödevleri bireysel olarak yapmamızın beklenmesi gibi bir saçmalık var. Ne bu yani, ben bilmediğim şeyi arkadaşlarıma soramaz mıyım? Ya da birilerinin yolladığı koddaki bir tek şey aynı olduğu için ödevi ayrı ayrı yaptıkları halde sıfır almak mı zorundalar?
Bence biz yapmamız gereken şeyleri kendi aramızda tartıştığımız zaman çok daha hızlı, kolay ve emin adımlarla yol alıyoruz ve bir şeyler öğreniyoruz. Kimse mükemmel olmak zorunda değil, ama herkesin iyi olduğu yerler var. Bunları birbirimize aktararak birbirimizi daha iyi yerlere taşımanın ceza verilecek yanı ne, anlamıyorum.
Anlamadığım bir diğer nokta da neden bu ödevlerin çeşitli nedenlerden ötürü "öğretmek" adına hiçbir şey yapamadığı. Nedenler arasına neler girebilir? Mesela, zaman. Ödevleri oturup tek başımıza çözmek için yeteri kadar zamanımız var mı? Tersten düşünecek olursak, sürekli bir yerlere bir şeyler yetiştiriyoruz, ödevler, projeler yapıyoruz, sınavlara çalışıyoruz ama bu koşuşturmanın içinde öğrenmemiz beklenen şeylerin ne kadarını gerçekten öğrenebiliyoruz, yani içselleştirebiliyoruz acaba?
Eğitim denen şey bu kadar mekanik olmamalı. İnsandan bahsediyoruz, robot değiliz.
Ödevler üniversitelerde zorunlu tutulmamalı, hele absürt şekilde alakasız zamanlara hiç konmamalı. Artık ilkokul çağında değiliz, bazı şeylerin seçimini yapacak yaşa geldik. Ödevi yaparsak onun bize yararının olacağını artık biliyoruz, bunu anlamamız için kimsenin zorlamasına gerek yok artık.
Konunun başka bir yanı da, kimsenin o ödevleri yaparken neden bu kadar zorlandığımızı düşünmemesi. Şu okulda belki birkaç kişi haricinde hiçbir hoca bir kez olsun çuvaldızı başkasına değil de kendine batırıp da düşünmüyor, "Ben yapmam gerekeni yapabiliyor muyum?" diye. Bir kez olsun, derste karşısındaki öğrenci neden tavanı seyrediyor, neden ha uyudu ha uyuyacak diye düşünmüyor.
Bizim ne olduğumuzu sanıyorlar? Kendilerinin ne olduklarını sanıyorlar? Bu dediğim yergi amaçlı bir şey değil, ama sadece birilerinin o kişilere onların da yeryüzünde yaşadıklarını, bizim sizin gibi birer insan olduklarını, ve insanın gelişim sürecinin hiç bitmeyen bir şey olduğunu hatırlatması lazım.
Bence yönetimin bunları ciddi anlamda düşünmesi gerekiyor. Ha, rektörümüzün bu blogu takip ettiğini hiç sanmıyorum, ama başka neler yapabileceğimi de pek bilmiyorum. Bu okula geldiğimden beri gördüğüm sorunları çözmek adına, elindeki bir kuruşluk yetkiyi de ego tatmini için kullanan, ya da birilerinin gazıyla bir yerlere gelmiş, ne idüğü, ne yapmaya çalıştığı belirsiz insanlarla boğuşmaktan çok sıkıldım. Sorunu asıl çözecek kişilere ulaşmak istiyorum, ama bu da sanırım çok kolay değil. Ne yapılabilir, bilmiyorum. Tek bildiğim, asıl yönetime fazla gitmeyen, ya da birilerinin gözünden kaçan bir şeyler olduğu.
Ego tatmini ya, başka bir şey değil şu yapılanların çoğu.
İnsanın nerede olursa olsun bulunduğu yeri sindirebilmesi çok önemli bir şey. Gerçekten.
Bulunduğu yeri sindirebilmiş, burnu havalarda dolaşmayan, empati kurabilen, iletişim yeteneği yüksek tüm hocalarıma buradan selamlar, hepsinin ellerinden öpüyorum.
Devamına da bir şey demiyorum, demek istemiyorum.
Plagiarism; Türkçesi yok kelimenin, çok üzgünüm ama o derece bir şey işte, siz anlayın. Kısaca, başkalarının çalışmalarını alıntılamadan kullanmak yani fikir hırsızlığı gibi bir anlamı var.
Hadi projedir tezdir vs vs tamam da; bu ödevlerdeki plagiarism mantığını anlamıyorum ben. Ödevler öğrenmek için mi, yoksa bildiğimizi kanıtlamak için mi? Bu konuda sanırım "otorite"lerle aramızda fikir ayrılıkları var. Bence ödev denen şey, öğrencinin kendini ispatlaması için değil ama bir şeyler öğrenmesi için olmalıdır. Hele ki üniversitede okuyan insanlar için bence zorunlu ödevden saçma bir şey daha yok.
Bunun yanında bir de ödevleri bireysel olarak yapmamızın beklenmesi gibi bir saçmalık var. Ne bu yani, ben bilmediğim şeyi arkadaşlarıma soramaz mıyım? Ya da birilerinin yolladığı koddaki bir tek şey aynı olduğu için ödevi ayrı ayrı yaptıkları halde sıfır almak mı zorundalar?
Bence biz yapmamız gereken şeyleri kendi aramızda tartıştığımız zaman çok daha hızlı, kolay ve emin adımlarla yol alıyoruz ve bir şeyler öğreniyoruz. Kimse mükemmel olmak zorunda değil, ama herkesin iyi olduğu yerler var. Bunları birbirimize aktararak birbirimizi daha iyi yerlere taşımanın ceza verilecek yanı ne, anlamıyorum.
Anlamadığım bir diğer nokta da neden bu ödevlerin çeşitli nedenlerden ötürü "öğretmek" adına hiçbir şey yapamadığı. Nedenler arasına neler girebilir? Mesela, zaman. Ödevleri oturup tek başımıza çözmek için yeteri kadar zamanımız var mı? Tersten düşünecek olursak, sürekli bir yerlere bir şeyler yetiştiriyoruz, ödevler, projeler yapıyoruz, sınavlara çalışıyoruz ama bu koşuşturmanın içinde öğrenmemiz beklenen şeylerin ne kadarını gerçekten öğrenebiliyoruz, yani içselleştirebiliyoruz acaba?
Eğitim denen şey bu kadar mekanik olmamalı. İnsandan bahsediyoruz, robot değiliz.
Ödevler üniversitelerde zorunlu tutulmamalı, hele absürt şekilde alakasız zamanlara hiç konmamalı. Artık ilkokul çağında değiliz, bazı şeylerin seçimini yapacak yaşa geldik. Ödevi yaparsak onun bize yararının olacağını artık biliyoruz, bunu anlamamız için kimsenin zorlamasına gerek yok artık.
Konunun başka bir yanı da, kimsenin o ödevleri yaparken neden bu kadar zorlandığımızı düşünmemesi. Şu okulda belki birkaç kişi haricinde hiçbir hoca bir kez olsun çuvaldızı başkasına değil de kendine batırıp da düşünmüyor, "Ben yapmam gerekeni yapabiliyor muyum?" diye. Bir kez olsun, derste karşısındaki öğrenci neden tavanı seyrediyor, neden ha uyudu ha uyuyacak diye düşünmüyor.
Bizim ne olduğumuzu sanıyorlar? Kendilerinin ne olduklarını sanıyorlar? Bu dediğim yergi amaçlı bir şey değil, ama sadece birilerinin o kişilere onların da yeryüzünde yaşadıklarını, bizim sizin gibi birer insan olduklarını, ve insanın gelişim sürecinin hiç bitmeyen bir şey olduğunu hatırlatması lazım.
Bence yönetimin bunları ciddi anlamda düşünmesi gerekiyor. Ha, rektörümüzün bu blogu takip ettiğini hiç sanmıyorum, ama başka neler yapabileceğimi de pek bilmiyorum. Bu okula geldiğimden beri gördüğüm sorunları çözmek adına, elindeki bir kuruşluk yetkiyi de ego tatmini için kullanan, ya da birilerinin gazıyla bir yerlere gelmiş, ne idüğü, ne yapmaya çalıştığı belirsiz insanlarla boğuşmaktan çok sıkıldım. Sorunu asıl çözecek kişilere ulaşmak istiyorum, ama bu da sanırım çok kolay değil. Ne yapılabilir, bilmiyorum. Tek bildiğim, asıl yönetime fazla gitmeyen, ya da birilerinin gözünden kaçan bir şeyler olduğu.
Ego tatmini ya, başka bir şey değil şu yapılanların çoğu.
İnsanın nerede olursa olsun bulunduğu yeri sindirebilmesi çok önemli bir şey. Gerçekten.
Bulunduğu yeri sindirebilmiş, burnu havalarda dolaşmayan, empati kurabilen, iletişim yeteneği yüksek tüm hocalarıma buradan selamlar, hepsinin ellerinden öpüyorum.
Devamına da bir şey demiyorum, demek istemiyorum.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)