Econ ödevinde çözümleri en uzun zaman alan soruları görünce kafayı duvara vurmak: 1 milyon beyin hücresi
Opti projesini bitircem diye öğle yemeği yiyememek: 1500 kcal
Proje yaparken arkadaşlarla iğrenç esprilere katıla katıla gülmek: Paha biçilmez.
Gerisi için, Bilkent Endüstri Mühendisliği.
Evet, zor bir dönemden geçiyoruz. Her gün sürekli bir şeylere, bir yerlere yetişmek, otobüsleri yakalamak, derslere yetişmeye çalışmak, ödev yetiştirmek, sınavlara çalışmak, teslim tarihine kadar projelerle uğraşmak... Çok zor. Bazen kendimi çok kötü hissediyorum, yaptığım şeyin iyi bir şey olduğunu biliyorum; evet okumak güzel; ama kimi zaman kimliğimi kaybetmek üzere gibi hissediyorum, sanki herhangi bir Bilkent Üniversitesi Endüstri Mühendisliği öğrencisi gibi. Halbuki, ben Nil'im.
Aslında çizdiğim bu olumsuz tablo durumumuzun tamamını ifade etmiyor. Anlatacağım asıl şey bu değil.
Üçüncü sınıf önceki iki sene gibi değil. Kimileriyle iyice yakınlaşırken, kimilerinden daha fazla uzaklaştığımı hissediyorum. İnsanlar değişir. Burada da sorun yok.
Bugün asıl değinmek istediğim şey, işin yıllar sonra dahi hatırlanası, sevilesi yanı.
Çok iyi bir ekibimiz var, birbirinin açıklarını kapatabilen, birlikte yürüyebilen bir ekip. İyi takım oyuncularıyız, çünkü iyi dostlarız. Birbirimizin kuyusunu kazmak yerine birlikte yürüyoruz, tökezleyeni, düşeni birlikte tutuyoruz; aynı zamanda kazananın yeri de daima farklı kalabiliyor.
Birkaç gündür bunu fark ediyorum bunu ben. Hepimizin kişilikleri, hayattan beklentileri, yaşam koşulları, hayata bakış açısı, ilgi alanları, becerileri kimi yerlerde farklılık gösteriyor. Tunay ve Murat projenin uygulama kısmını iyi yaparken ben rapor yazma kısmını üstleniyorum. Cansu, Alp ve Emrecan database projesine yüklenirken, bir dahaki sefere ben ge301 projesini yapıyorum. Hande, kendisini bağlamadığı halde opti projemizde bize yardım ediyor. Güçlerimizi birleştirmemiz gereken yerlerde birleştiriyoruz, ayırmamız gereken yerlerde de ayırabiliyoruz.
Şaka maka, galiba takım olmayı öğreniyoruz. Paylaşmayı.
Eskiden bir ödevi, projeyi başkalarıyla yapacağımı duyduğumda fenalık gelirdi.
Şimdi başkaları olmadan neredeyse hiçbir şeyi tam yapamıyorum. Diğerleri de öyle.
Galiba herkes kendi yeteneklerinin farkına varmaya ve bunların bir bütünde sahip olacağı değeri anlamaya başlıyor yavaş yavaş.
Allah nazarlardan saklasın dostluklarımızı.
23 Aralık 2009 Çarşamba
21 Aralık 2009 Pazartesi
hiçbir şeye cevaben saçmalamak
Bazen öyle saçma sapan şeyler takılıyor ki aklıma. Ama bu galiba insan olmanın altın kurallarından. Saçmalamak.
Bazen, hayatımızda her zaman attığımız adımlardan farklı bir şeyler yapmamız gerekiyor. Belki gıcık oluyoruz, belki korkuyoruz, belki alınıyoruz, belki anlamıyoruz, belki kendimize yediremiyoruz ama bir şekilde o adımı atıyoruz işte.
Sonra zaman geçiyor. Hani her defasında biz bir karar alıyoruz ya... Hani o kararların sonuçları var ya... İşte o sonuçlar ortaya çıkmaya başlıyor. Üzülüyorum bazen, insanlar beni şaşırtıyor. Şaşırmamalıyım aslında, sonuçta herkesten aynı tepkiyi beklemek saçma. Ama işin içine duygular girince mantık geri plana düşüyor; nedenli veya nedensiz, çift taraflı bir kalp kırıklığı var ortada, onun tedavisi nedir ne değildir; bilmiyorum.
Oturup bir sürü ufak tefek yazı yazmak istiyorum, aklıma gelen her şey hakkında: otobüsteki kalpaklı amca, kurallar, "otobüste sırtta çanta taşınmaz", "sorulmadan paso gösteriniz", "yerlere çöp atmayınız" gibi şeyler hakkında düşündüklerim, durup durup aklıma gelenler, sonra yeniden unuttuklarım, insanlar ve onların çeşitlilikleri, ulaşım üzerinden nasıl ayda 12 lira kar ettiğim falan. Vaktim yok.
Güzel kitaplar okumak istiyorum. Alacakaranlık serisini bayramın sonunda bitirmiştim, o zamandan beri kitabın etkisinden kurtulamadım ne yazık ki, derslerimin de başıma üşüşmesiyle beraber başka bir kitap okuyamıyorum.
Sık sık sinemaya gitmek istiyorum, patlamış mısır alacak kadar zengin olmasam da, kokusu beni mutlu ediyor.
"O gün" gibi bir gün istiyorum. Anlatmam mümkün bile değil. Daha önce denedim. Hafızamda hala bu kadar net olması ilginç. Aslında nedenini tahmin edebiliyor gibiyim de. Çok güzel bir his ama.
Ulaşım sorunum daha da beter bir hal alacak olsa da, artık kar yağmalı. Hatta o kadar çok yağmalı ki, akşamları pencereyi açınca araba sesi gelmesin, karın yağışını dinleyelim mesela. Turuncu sokak lambaları. Ama kimse dışarıda kalmasın.
Aslında düşündüklerimden, düşüncelerimin yoğunlaştığı yerlerden, sorgulayış şeklimden, aldığım sonuçlardan memnunum. Hatta bu durum bana ciddi anlamda kendini bilmeden ortaya pat diye çıkıvermiş bir mutluluk bile veriyor. Yakında filozof olup çıkacağım, demedi demeyin.
Kendim gibi yazmaya çalışıyorum, ne benden bir gram eksik, ne de bir gram fazla. Bu da beni mutlu ediyor. Galiba yazmayı bu kadar istememin sebeplerinden biri de bu. Ha kendi çapımda baya şifreli yazıyorum sanırsam, o ayrı mesele.
Ayrıca CS derslerinde yazı yazmayalı baya oluyor, artık başka şeylere de vakit ayırıyorum; sınavlara çalışmak, ödev yapmak, fransızca kitabındaki alıştırmaları yapmak, Işıl'ın isteği üzerine Jacob Black resmi çizmeye çalışmak gibi şeyler mesela. Arada nadiren dersi dinleyip not da tutuyorum; en öne oturmak zorunda kaldığım zaman.
Ha bu arada, bugün 21 Aralık, yani yılın en uzun günü. Bugün hayatımda böyle romanlığımsı bir şey olsun isterdim. Galiba kendimi okuduğum kitaplara fazla kaptırıyorum. Sorun değil, hatta böyle daha iyi. İyi bir hayatım var çok şükür ki, ama kendimi okuduğum kitaplara kaptırdığım zaman gerçekten daha iyi hissediyorum, gerçek hayatta bana uygun olmayan şeyler daha az batıyor.
Evet, aynen böyle.
Uyumam lazım artık, sabah Nesim Hoca ile bomba gibi iki saat stokastik dersi beni bekliyor.
Yahu ben yazınca gerçekten iyi hissediyorum be.
Bazen, hayatımızda her zaman attığımız adımlardan farklı bir şeyler yapmamız gerekiyor. Belki gıcık oluyoruz, belki korkuyoruz, belki alınıyoruz, belki anlamıyoruz, belki kendimize yediremiyoruz ama bir şekilde o adımı atıyoruz işte.
Sonra zaman geçiyor. Hani her defasında biz bir karar alıyoruz ya... Hani o kararların sonuçları var ya... İşte o sonuçlar ortaya çıkmaya başlıyor. Üzülüyorum bazen, insanlar beni şaşırtıyor. Şaşırmamalıyım aslında, sonuçta herkesten aynı tepkiyi beklemek saçma. Ama işin içine duygular girince mantık geri plana düşüyor; nedenli veya nedensiz, çift taraflı bir kalp kırıklığı var ortada, onun tedavisi nedir ne değildir; bilmiyorum.
Oturup bir sürü ufak tefek yazı yazmak istiyorum, aklıma gelen her şey hakkında: otobüsteki kalpaklı amca, kurallar, "otobüste sırtta çanta taşınmaz", "sorulmadan paso gösteriniz", "yerlere çöp atmayınız" gibi şeyler hakkında düşündüklerim, durup durup aklıma gelenler, sonra yeniden unuttuklarım, insanlar ve onların çeşitlilikleri, ulaşım üzerinden nasıl ayda 12 lira kar ettiğim falan. Vaktim yok.
Güzel kitaplar okumak istiyorum. Alacakaranlık serisini bayramın sonunda bitirmiştim, o zamandan beri kitabın etkisinden kurtulamadım ne yazık ki, derslerimin de başıma üşüşmesiyle beraber başka bir kitap okuyamıyorum.
Sık sık sinemaya gitmek istiyorum, patlamış mısır alacak kadar zengin olmasam da, kokusu beni mutlu ediyor.
"O gün" gibi bir gün istiyorum. Anlatmam mümkün bile değil. Daha önce denedim. Hafızamda hala bu kadar net olması ilginç. Aslında nedenini tahmin edebiliyor gibiyim de. Çok güzel bir his ama.
Ulaşım sorunum daha da beter bir hal alacak olsa da, artık kar yağmalı. Hatta o kadar çok yağmalı ki, akşamları pencereyi açınca araba sesi gelmesin, karın yağışını dinleyelim mesela. Turuncu sokak lambaları. Ama kimse dışarıda kalmasın.
Aslında düşündüklerimden, düşüncelerimin yoğunlaştığı yerlerden, sorgulayış şeklimden, aldığım sonuçlardan memnunum. Hatta bu durum bana ciddi anlamda kendini bilmeden ortaya pat diye çıkıvermiş bir mutluluk bile veriyor. Yakında filozof olup çıkacağım, demedi demeyin.
Kendim gibi yazmaya çalışıyorum, ne benden bir gram eksik, ne de bir gram fazla. Bu da beni mutlu ediyor. Galiba yazmayı bu kadar istememin sebeplerinden biri de bu. Ha kendi çapımda baya şifreli yazıyorum sanırsam, o ayrı mesele.
Ayrıca CS derslerinde yazı yazmayalı baya oluyor, artık başka şeylere de vakit ayırıyorum; sınavlara çalışmak, ödev yapmak, fransızca kitabındaki alıştırmaları yapmak, Işıl'ın isteği üzerine Jacob Black resmi çizmeye çalışmak gibi şeyler mesela. Arada nadiren dersi dinleyip not da tutuyorum; en öne oturmak zorunda kaldığım zaman.
Ha bu arada, bugün 21 Aralık, yani yılın en uzun günü. Bugün hayatımda böyle romanlığımsı bir şey olsun isterdim. Galiba kendimi okuduğum kitaplara fazla kaptırıyorum. Sorun değil, hatta böyle daha iyi. İyi bir hayatım var çok şükür ki, ama kendimi okuduğum kitaplara kaptırdığım zaman gerçekten daha iyi hissediyorum, gerçek hayatta bana uygun olmayan şeyler daha az batıyor.
Evet, aynen böyle.
Uyumam lazım artık, sabah Nesim Hoca ile bomba gibi iki saat stokastik dersi beni bekliyor.
Yahu ben yazınca gerçekten iyi hissediyorum be.
OR Resmi Blogu
Hemencecik, çok kısa.
Bilkent Üniversitesi Operational Research Kulübü (kısaca OR) olarak yeni blogumuzu aktif olarak kullanmaya başladık.
"Ay şunu da yapın" ya da "Ben de şunla ilgili yazı yazmak istiyorum" diyen çıkarsa, bekliyoruz.
Oraya yazı yazdığım zaman buraya da bir şekilde bağlarım.
Şimdilik bu kadar, hadi görüşürüz!
Bilkent Üniversitesi Operational Research Kulübü (kısaca OR) olarak yeni blogumuzu aktif olarak kullanmaya başladık.
http://orbilkent.wordpress.com/
Etkinlikler, toplantılarla ilgili bilgiler ve daha başka pek çok şey artık bu sitede yer alıyor olacak. Takip edilesi."Ay şunu da yapın" ya da "Ben de şunla ilgili yazı yazmak istiyorum" diyen çıkarsa, bekliyoruz.
Oraya yazı yazdığım zaman buraya da bir şekilde bağlarım.
Şimdilik bu kadar, hadi görüşürüz!
18 Aralık 2009 Cuma
Kafa karışıklığı...
Yine bir cuma akşamı, kafamda bir şeyler var yine. Ne gibi göründükleri, bununla beraber aslında ne oldukları, nereye varacakları gibi konularda pek bilgimin olmadığı şeyler bunlar. Üstelik dikkatimi de toplarlayabildiğim söylenemez.
Iron & Wine - Flightless Bird, American Mouth
Öncelikle bu cuma akşamını da bir Twilight soundtracki ile taçlandırıyorum.
Aslında bir şeyler yazmak istiyorum, yazdıkça zihnim açılsın diye; ama ne demeliyim, nasıl başlamalıyım onu da pek bilmiyorum. Eskişehir yolu trafiği üstüne bir de ağzına kadar insan dolu otobüs dikkatimi dağıttı.
Çözmem gereken bir şeyler var, ipuçlarını görebiliyorum; ufak çıkarımlar yapabiliyorum, ama bütüne bir türlü varamıyorum, ya da vardığımın farkında değilim.
Bu durumda huzursuz olmamı engelleyen tek şey, öyle ya da böyle bu işin içinden sıyrılmayı başaracağımı hissediyor olmam. Kendime bu konuda güveniyorum.
Yalnız, kontrol elimde evet, ama hala öğreneceğim şeyler var. Buna da şans vermem gerek.
Keşke her şeyi anlatabilsem.
Yazıp yazıp siliyorum, düşünüyorum, tam yazacak bir şey bulmuşken yazmaya başlıyorum, başladığım anda yazacağım şeyi unutuyorum. Sanırım kafam fazla dağınık.
Biraz huzur arıyorum, ve işte tam da bu yüzden son zamanlarda Ankara'dan nefret etmeye başladım. Trafiğinden, her yerini betonların kaplamasından, otobüslerinden, duraklarından, çamur kaplı kaldırımlarından, insanlıktan çıkmış, ya robotlaşmış ya da insanı hayvandan ayıran özellik olduğu söylenen empati yeteneğini kaybederek hayvanlaşmış insanlarından...
Yine de, her şey için şükürler olsun, daha fazlası için çaba gösterirken fazla hırslanıp, elimdeki için şükretmeyi unutmak istemiyorum.
Ayrıca belki fazla detaycı da olabilirim.
Oturduğunuz yerden feci biçimde saçmalıyor gibi görünebilirim, ama bu birbirlerinden kopuk gibi gözüken cümleler kafamın içinde gerçekten oluşuyor, sadece o sırada bir iki düşünceyi buraya yazamadan atlıyorum.
Hımmm. Bir ara ben size şu otobüsteki kalpaklı amcayı anlatıyım.
Iron & Wine - Flightless Bird, American Mouth
Öncelikle bu cuma akşamını da bir Twilight soundtracki ile taçlandırıyorum.
Aslında bir şeyler yazmak istiyorum, yazdıkça zihnim açılsın diye; ama ne demeliyim, nasıl başlamalıyım onu da pek bilmiyorum. Eskişehir yolu trafiği üstüne bir de ağzına kadar insan dolu otobüs dikkatimi dağıttı.
Çözmem gereken bir şeyler var, ipuçlarını görebiliyorum; ufak çıkarımlar yapabiliyorum, ama bütüne bir türlü varamıyorum, ya da vardığımın farkında değilim.
Bu durumda huzursuz olmamı engelleyen tek şey, öyle ya da böyle bu işin içinden sıyrılmayı başaracağımı hissediyor olmam. Kendime bu konuda güveniyorum.
Yalnız, kontrol elimde evet, ama hala öğreneceğim şeyler var. Buna da şans vermem gerek.
Keşke her şeyi anlatabilsem.
Yazıp yazıp siliyorum, düşünüyorum, tam yazacak bir şey bulmuşken yazmaya başlıyorum, başladığım anda yazacağım şeyi unutuyorum. Sanırım kafam fazla dağınık.
Biraz huzur arıyorum, ve işte tam da bu yüzden son zamanlarda Ankara'dan nefret etmeye başladım. Trafiğinden, her yerini betonların kaplamasından, otobüslerinden, duraklarından, çamur kaplı kaldırımlarından, insanlıktan çıkmış, ya robotlaşmış ya da insanı hayvandan ayıran özellik olduğu söylenen empati yeteneğini kaybederek hayvanlaşmış insanlarından...
Yine de, her şey için şükürler olsun, daha fazlası için çaba gösterirken fazla hırslanıp, elimdeki için şükretmeyi unutmak istemiyorum.
Ayrıca belki fazla detaycı da olabilirim.
Oturduğunuz yerden feci biçimde saçmalıyor gibi görünebilirim, ama bu birbirlerinden kopuk gibi gözüken cümleler kafamın içinde gerçekten oluşuyor, sadece o sırada bir iki düşünceyi buraya yazamadan atlıyorum.
Hımmm. Bir ara ben size şu otobüsteki kalpaklı amcayı anlatıyım.
14 Aralık 2009 Pazartesi
time value of thoughts - düşüncenin zaman değeri
Hande'ye bugün dedim ki; "Bazen bazı şeylerin bir şeyleri öğrenmemiz için olduğunu anlamak çok kolay oluyor."
Uzun bir aradan sonra yeniden merhaba. Her zamanki gibi çok vaktim yok, yarın sabah ayılabilmem için çok oyalanmadan uyumam gerek. Ama tadı henüz damağımdayken kaydetmek istediğim bazı şeyler var.
Aslında, birden bire sanki hipnozdan uyanmışım, ya da narkozun etkisinden kurtulmuşum gibi geldi. Uzun zaman geçmişti son düşünmemden beri. Bununla beraber, fark ettiğim bir şey daha vardı ki, bakış açım zamanla değişmişti; buna ne diyelim o zaman; "time value of thoughts".
Her şey bir anda oldu. Yüzüme çarpan, yanaklarımı yakan soğuk rüzgar, birkaç saat önce aklımın derin bir köşesinde, üzerinde fazla durmadan sorguladığım şeyi fark etmemi sağladı. Bir değişiklik vardı. Derinden, sakin, sessiz, korumacı bir şekilde; can yakmadan gelmişti.
Hiç zorlamadım bu sefer. Ağzımdan çıkan kelimeler buhar gibi değildi. Öyle gelmiyordu kulağıma. Çok garip geliyor hala, ama çok güzel. Kontrolü elime almıştım. Gitmek veya kalmak, olaylardan kaçmak veya olayların üzerine gitmek; şansı zorlamak veya zorlamamak... Benim seçimimdi bu sefer. İlk defa, hepsinden daha da çoğunlukla. Aynı zamanda, bilinmeyenlerden de tamamen bağımsızdım, ona uymamak için tersini yapmak zorunda değildim, ya da ona uysun diye gerekeni yapmak zorunda da değildim. Seçim benimdi işte.
Kütüphanenin olduğu köşede annemle babamın beni almasını beklerken sokak lambalarının turuncu ışığını, geçen arabaları seyrettim, o arabaların asfaltta çıkardıkları sesi duydum, bir aşağı bir yukarı yürürken botlarımdan çıkan takırtı da benimleydi. Derin derin nefes aldım o zaman işte.
Şu an bulunduğum durumdan mutluyum, çünkü dengeyi bulabilmenin ne kadar önemli olduğundan daha da eminim artık.
Bütün bunlar birleşti bugün, ve olanların bariz bir şekilde bana bir şeyler kazandırdığını gördüm; ve mutlu oldum. Kendimi biraz daha özgür hissettim. Bu hoşuma gitti.
Bir de dedim ki Hande'ye; "Gerçekten, öyle bir an geliyor ki; o an gelmeden hiçbir şey olmuyor; ama o an gelince hipnozdan çıkmış gibi oluyorsun, ya da narkozun etkisi kalkmış gibi. O anın gelmesini bekle ve çabuk gelmesi için dua et."
O anın, onu bilerek ya da bilmeden çağıran kişilere mutlaka geleceğini biliyorum. Ama dedim ya, çağırmak gerek.
Şükürler olsun.
Uzun bir aradan sonra yeniden merhaba. Her zamanki gibi çok vaktim yok, yarın sabah ayılabilmem için çok oyalanmadan uyumam gerek. Ama tadı henüz damağımdayken kaydetmek istediğim bazı şeyler var.
Aslında, birden bire sanki hipnozdan uyanmışım, ya da narkozun etkisinden kurtulmuşum gibi geldi. Uzun zaman geçmişti son düşünmemden beri. Bununla beraber, fark ettiğim bir şey daha vardı ki, bakış açım zamanla değişmişti; buna ne diyelim o zaman; "time value of thoughts".
Her şey bir anda oldu. Yüzüme çarpan, yanaklarımı yakan soğuk rüzgar, birkaç saat önce aklımın derin bir köşesinde, üzerinde fazla durmadan sorguladığım şeyi fark etmemi sağladı. Bir değişiklik vardı. Derinden, sakin, sessiz, korumacı bir şekilde; can yakmadan gelmişti.
Hiç zorlamadım bu sefer. Ağzımdan çıkan kelimeler buhar gibi değildi. Öyle gelmiyordu kulağıma. Çok garip geliyor hala, ama çok güzel. Kontrolü elime almıştım. Gitmek veya kalmak, olaylardan kaçmak veya olayların üzerine gitmek; şansı zorlamak veya zorlamamak... Benim seçimimdi bu sefer. İlk defa, hepsinden daha da çoğunlukla. Aynı zamanda, bilinmeyenlerden de tamamen bağımsızdım, ona uymamak için tersini yapmak zorunda değildim, ya da ona uysun diye gerekeni yapmak zorunda da değildim. Seçim benimdi işte.
Kütüphanenin olduğu köşede annemle babamın beni almasını beklerken sokak lambalarının turuncu ışığını, geçen arabaları seyrettim, o arabaların asfaltta çıkardıkları sesi duydum, bir aşağı bir yukarı yürürken botlarımdan çıkan takırtı da benimleydi. Derin derin nefes aldım o zaman işte.
Şu an bulunduğum durumdan mutluyum, çünkü dengeyi bulabilmenin ne kadar önemli olduğundan daha da eminim artık.
Bütün bunlar birleşti bugün, ve olanların bariz bir şekilde bana bir şeyler kazandırdığını gördüm; ve mutlu oldum. Kendimi biraz daha özgür hissettim. Bu hoşuma gitti.
Bir de dedim ki Hande'ye; "Gerçekten, öyle bir an geliyor ki; o an gelmeden hiçbir şey olmuyor; ama o an gelince hipnozdan çıkmış gibi oluyorsun, ya da narkozun etkisi kalkmış gibi. O anın gelmesini bekle ve çabuk gelmesi için dua et."
O anın, onu bilerek ya da bilmeden çağıran kişilere mutlaka geleceğini biliyorum. Ama dedim ya, çağırmak gerek.
Şükürler olsun.
equinilibrium.
dipnot: Bu arada, bir ara üşenmezsem otobüste karşıma çıkan şu kalpaklı amcadan da bahsetmeliyim burada.
30 Kasım 2009 Pazartesi
Seviyorum seni, Frank Sinatra!
Ben insanların pozitif enerjisine inanırım. Ölmüş olsalar da, görüntülerinin, ses kayıtlarının bile yayabileceği pozitif enerjileri vardır kimi insanların.
Birden neden böyle çıktığını en azından şimdi anlatmayacağım. Zaten uyumam da lazım.
Ama gerçekten, gerçekten; kafamın içinde baya baya fazla şey uçuşuyor. Bir ara anlatırım belki.
Frank Sinatra, mekanın cennet olsun.
Frank Sinatra - New York, New York
22 Kasım 2009 Pazar
New Moon demişken...
Alexandre Desplat - New Moon (The Meadow)
Dinlenesi, üzerinde düşünülesi, derinliklerinde kaybolunası.
Söyleyecek sözüm yok, henüz. Boş laflarla kafa doldurmak yok. Şimdilik, sadece dinlemek gerek.
Dinlenesi, üzerinde düşünülesi, derinliklerinde kaybolunası.
Söyleyecek sözüm yok, henüz. Boş laflarla kafa doldurmak yok. Şimdilik, sadece dinlemek gerek.
7 Kasım 2009 Cumartesi
Bilkent'te sorun çözme sorunsalı-3
Viiii aaaar dı çeeeempiyıııns may freeeeend...
Merhaba, merhaba, merhaba.
Dün cuma idi, malum, benim için kritik gün, şu iki sınavın çakışması olayları.
Evet, iki sınava da girebildim. İnanılır gibi değil, ama başardım. Çok şükür hala hayati fonksiyonlarım ve aklım yerinde. Hatta bugün üstüne bir üretim planlama projesi daha bile patlattım.
Nasıl hallettim peki? Hemen kısa bir özet geçeyim:
Çarşamba günü Econ hocamıza gidip sınavı çakışma olanlara önceden vermesini rica etmiştim. Perşembe günü odasına gittiğimde o da yeni geliyordu, "Maili gördün mü" dedi. "Yok hocam, görmedim ne dediniz" dedim. Anlattı, oku dedi. Sonra şöyle devam etti: "Bize telefon geldi, 'Bir öğrenciniz 3-4 gündür buraya gelip gidiyor' dediler" dedi, "Evet hocam o benim" diyip güldüm. "Mail attım, çakışma olanlar haber versin dedim. Sen de oku sonra bana mail at. Yalnız yarın sınavda bir tek sen olursan sorun olur."
Ben de mailimi attım.
Dün 15.45'te gittim sınava, 5 kişiydik. Hocayla da alakalı olarak, sınav öncesi gerginliklerinden pek eser yoktu, sohbet ettik sınavdan önce. Sınav da beklediğimden daha az korkunç geçti benim için. Ne olacağını yine de bilmiyorum. Neyse, 17.45'te sınavdan çıktım; 17.50'de Fransızca sınavımın olacağı sınıfta, nefes nefese kalmış oturuyordum. Tabi ki iki saat boyunca ($78,400.46)*(0.023) tarzı işlemlerle geçen bir sınavdan sonra beynim haşat olmamış değildi, ama iman gücü müdür nedir anlamadım, Econ sınavının olduğu EB'den, Fransızca sınavının yapılacağı A binasına gidene kadar aldığım oksijen beynimi öyle bir berraklaştırdı ki, sınıfa gidip oturduğumda 5 dakika önceki baş ağrısından pek eser kalmamıştı.
Neyse, öyle böyle Fransızca sınavını bulmaca çözer gibi bitirdim, erkenden de çıktım. EB'ye bizim tayfanın yanına giderken, yol boyunca yüzümde o günden sağ salim çıkabilmenin verdiği aptal bir gülümseme ile yürüdüm, "Vi ar dı çeeempiyıns" modunda.
Evet, başarmıştım. Sadece bir gün içine 2 sınav bir proje sığdırmak ve o iki sınava 10 dakika arayla girmek değildi benim için bu. Daha çok, haklı olduğun bir durumda elinden geleni ardına koymayıp, hakkını arayıp, en sonunda dediğini yaptırabilmekti de aynı zamanda.
Kısacası, burası Bilkent Üniversitesi. Çok güzel bir okul, seviyorum okulumu, çok seviyorum hem de. Ama bazen gerçekten çileden çıkartan şeylerle karşılaşıyoruz. Burada çözüm tamamen bizim inatçılığımıza kalıyor. Benim şahsi tavsiyem, haklı olduğunuza inandığınız durumlarda asla olayın peşini bırakmayın. Bu pek çok yerde geçerli. Bilkent'te de.
Ha YDK'ya ne mi oldu? Bilmiyorum. Ne mi olacak? Karşılaştığım şeyler hiç hoş değildi, hala unutmuş değilim. Ama şimdilik uğraşmam gereken daha önemli şeyler var, bu yüzden o konuda ne yapacağıma ilerde karar vereceğim, rektörlüğe kadar da yolu var. Onun dışında, Allah ona akıl fikir versin, onu ıslah etsin inşallah.
Merhaba, merhaba, merhaba.
Dün cuma idi, malum, benim için kritik gün, şu iki sınavın çakışması olayları.
Evet, iki sınava da girebildim. İnanılır gibi değil, ama başardım. Çok şükür hala hayati fonksiyonlarım ve aklım yerinde. Hatta bugün üstüne bir üretim planlama projesi daha bile patlattım.
Nasıl hallettim peki? Hemen kısa bir özet geçeyim:
Çarşamba günü Econ hocamıza gidip sınavı çakışma olanlara önceden vermesini rica etmiştim. Perşembe günü odasına gittiğimde o da yeni geliyordu, "Maili gördün mü" dedi. "Yok hocam, görmedim ne dediniz" dedim. Anlattı, oku dedi. Sonra şöyle devam etti: "Bize telefon geldi, 'Bir öğrenciniz 3-4 gündür buraya gelip gidiyor' dediler" dedi, "Evet hocam o benim" diyip güldüm. "Mail attım, çakışma olanlar haber versin dedim. Sen de oku sonra bana mail at. Yalnız yarın sınavda bir tek sen olursan sorun olur."
Ben de mailimi attım.
Dün 15.45'te gittim sınava, 5 kişiydik. Hocayla da alakalı olarak, sınav öncesi gerginliklerinden pek eser yoktu, sohbet ettik sınavdan önce. Sınav da beklediğimden daha az korkunç geçti benim için. Ne olacağını yine de bilmiyorum. Neyse, 17.45'te sınavdan çıktım; 17.50'de Fransızca sınavımın olacağı sınıfta, nefes nefese kalmış oturuyordum. Tabi ki iki saat boyunca ($78,400.46)*(0.023) tarzı işlemlerle geçen bir sınavdan sonra beynim haşat olmamış değildi, ama iman gücü müdür nedir anlamadım, Econ sınavının olduğu EB'den, Fransızca sınavının yapılacağı A binasına gidene kadar aldığım oksijen beynimi öyle bir berraklaştırdı ki, sınıfa gidip oturduğumda 5 dakika önceki baş ağrısından pek eser kalmamıştı.
Neyse, öyle böyle Fransızca sınavını bulmaca çözer gibi bitirdim, erkenden de çıktım. EB'ye bizim tayfanın yanına giderken, yol boyunca yüzümde o günden sağ salim çıkabilmenin verdiği aptal bir gülümseme ile yürüdüm, "Vi ar dı çeeempiyıns" modunda.
Evet, başarmıştım. Sadece bir gün içine 2 sınav bir proje sığdırmak ve o iki sınava 10 dakika arayla girmek değildi benim için bu. Daha çok, haklı olduğun bir durumda elinden geleni ardına koymayıp, hakkını arayıp, en sonunda dediğini yaptırabilmekti de aynı zamanda.
Kısacası, burası Bilkent Üniversitesi. Çok güzel bir okul, seviyorum okulumu, çok seviyorum hem de. Ama bazen gerçekten çileden çıkartan şeylerle karşılaşıyoruz. Burada çözüm tamamen bizim inatçılığımıza kalıyor. Benim şahsi tavsiyem, haklı olduğunuza inandığınız durumlarda asla olayın peşini bırakmayın. Bu pek çok yerde geçerli. Bilkent'te de.
Ha YDK'ya ne mi oldu? Bilmiyorum. Ne mi olacak? Karşılaştığım şeyler hiç hoş değildi, hala unutmuş değilim. Ama şimdilik uğraşmam gereken daha önemli şeyler var, bu yüzden o konuda ne yapacağıma ilerde karar vereceğim, rektörlüğe kadar da yolu var. Onun dışında, Allah ona akıl fikir versin, onu ıslah etsin inşallah.
*** The End ***
4 Kasım 2009 Çarşamba
Bilkent'te sorun çözme sorunsalı-2
Bugün de YDK'dan mühendislik dersi aldım. Evet evet, yanlış okumuyorsunuz, YDK bana nasıl mühendis olunacağını anlattı.
Sınavlarımı alabilmek için uğraş verdiğim bir diğer günün sonunda, yeniden merhaba.
Demiştim ya hani, bütün processi buraya dökmeye karar verdim diye, işte devam ediyorum.
İki taraf da işi birbirine yıkıyor sürekli. Bir telefon konuşmasıyla hallolabilecek bir şey için beni iki gündür oradan oraya koşturuyorlar.
Bugün Econ hocamıza gidip konuştum, Fransızcadan make-up alabilmemiz için, Econ sınavına girdikten sonra bize imzalı bir kağıt vereceklerini, o kağıdı Yabancı Diller'e ulaştırdığımızda da Fransızcadan make-up alabileceğimizi söyledi. Ben tabi ki bu tip konularda tecrübe sahibi olduğum için, kendimi garantiye almadan olayın peşini bırakmak istemedim, bu yüzden YDK'nın (Yabancı Dil Koordinatörü) yanına gitmek zorunda kaldım yine. Nitekim, iyi ki de gitmişim, illa bir kıllık çıkacak ya. Dünkünden farklı bir tavırla karşılaşmadım; aksine gerilim daha da tırmandı, seslerimiz bir kat daha yükseldi.
Bugün yine "Dersi withdraw et o zaman" dendi. Üstüne üstlük, kendisi (YDK) bana mühendislik dersi vermeye de kalktı. Buyrun, okuyun, bir kez daha gülün; Barney'nin deyişiyle; "True story":
YDK: Econ'dan make-up al.
Ben: Hocam, Econ başlı başına zor bir ders zaten. Bir de make-up'ta iyice zorlaştırıyorlar, almak istemiyorum. Econ hocamız make-up sınavını zor yapacağını bizzat bana söyledi, ben de benim hiçbir suçum yokken böyle bir şeyle karşılaşmak istemiyorum, böyle bir durumda bize haksızl... (ık değil mi, diyecekken... sözüm kesilir tabi ki, bitmesi mümkün mü...)
YDK: E o zaman ben de sana öyle bir make-up yaparım ki finalin beş katı zorlukta olur, o zaman ne yapacaksın?
Ben: Çalışırım hocam, zaten seviyorum Fransızcayı.
(Kibar tabirle, Econ'un yanında "Ateş olsa cürmü kadar yer yakar" diyorum tam bu noktada)
YDK: Sevgiyle olmaz bu işler, bak sen mühendis olacaksın, bunun böyle çözülmeyeceğini bilmen lazım...
(Çok biliyorsun ya mühendisliği.)
Ben: Evet hocam, ben bir mühendis olarak burada büyük bir sorun görüyorum.
YDK: Sorun morun yok... Yok öyle bir şey. (...) İşim var şimdi benim, sana daha fazla vakit ayıramıycam, kusura bakma.
(Çayını alarak uzaklaşır...)
(Türkçesi: kibar tabirle "bas git". Ayrıca çözmeye çalıştığım sorunu işinin bir parçası olarak görmemesi de, Ali'nin tabiriyle ayrı bir "sigara yakılası" olay.)
Bir ara bizim bölüm sekreteriyle iletişime geçilmeye çalışıldı, ne konuştular bilmiyorum, öğrenemedim.
Ve bütün bu konuşmaların, artan desibelin, gerilimin üstüne odayı parmakları sinirden buz kesmiş, elleri titreyerek terkedip, opti dersine giden ben.
Aradan biraz zaman geçti, sonra Econ hocasının odasına çıktım yine, 4. denememde en sonunda odasında bulabildim. Durumu ve işin ne kadar zorlaştırıldığını anlattım, dinledi, en azından durumun biraz daha farkında gibi. Yarın bir şeyler olacak inşallah.
İşte böyle durumlar. Alıştım böyle şeyler için uğraşmaya, ama böyle bir yaklaşımla kolay kolay yaklaşamaz herkes. Allah kimseyi o kişinin eline düşürmesin, zira kendisinde empatinin kırıntısı bile yok.
Yorum yapıp içimi dökeyim, sinirimi atayım diyorum ama, yorum yapılacak bir şey yok. Yabancı Diller de kendi çapında haklı, ama bunun tek suçu Fransızca dersi almak olan benim gibi endüstri mühendisliği öğrencilerine yansıtılması ve çözümü benim bulmamın beklenmesi gerçekten, gerçekten çok itici.
Bakalım zaman daha neler gösterecek.
Dün de olanları anneme anlatırken fark ettim, galiba ben gerçekten anneanneme benziyorum. Haklarımı arayış biçimim, haklı olduğuma inandığım zaman sözümü esirgememem, sesimi alçaltmamam; bana onun kendisiyle ilgili anlattığı anılarını hatırlattı.
Eh, ben de az çok alışıyorum artık. Bu da bir tecrübe. İnsan haklı olduğuna inandıkça, devamı geliyor.
Gelişmelerle beraber yeniden karşınızda oluciiz. Bizden ayrılmayın.
Sınavlarımı alabilmek için uğraş verdiğim bir diğer günün sonunda, yeniden merhaba.
Demiştim ya hani, bütün processi buraya dökmeye karar verdim diye, işte devam ediyorum.
İki taraf da işi birbirine yıkıyor sürekli. Bir telefon konuşmasıyla hallolabilecek bir şey için beni iki gündür oradan oraya koşturuyorlar.
Bugün Econ hocamıza gidip konuştum, Fransızcadan make-up alabilmemiz için, Econ sınavına girdikten sonra bize imzalı bir kağıt vereceklerini, o kağıdı Yabancı Diller'e ulaştırdığımızda da Fransızcadan make-up alabileceğimizi söyledi. Ben tabi ki bu tip konularda tecrübe sahibi olduğum için, kendimi garantiye almadan olayın peşini bırakmak istemedim, bu yüzden YDK'nın (Yabancı Dil Koordinatörü) yanına gitmek zorunda kaldım yine. Nitekim, iyi ki de gitmişim, illa bir kıllık çıkacak ya. Dünkünden farklı bir tavırla karşılaşmadım; aksine gerilim daha da tırmandı, seslerimiz bir kat daha yükseldi.
Bugün yine "Dersi withdraw et o zaman" dendi. Üstüne üstlük, kendisi (YDK) bana mühendislik dersi vermeye de kalktı. Buyrun, okuyun, bir kez daha gülün; Barney'nin deyişiyle; "True story":
YDK: Econ'dan make-up al.
Ben: Hocam, Econ başlı başına zor bir ders zaten. Bir de make-up'ta iyice zorlaştırıyorlar, almak istemiyorum. Econ hocamız make-up sınavını zor yapacağını bizzat bana söyledi, ben de benim hiçbir suçum yokken böyle bir şeyle karşılaşmak istemiyorum, böyle bir durumda bize haksızl... (ık değil mi, diyecekken... sözüm kesilir tabi ki, bitmesi mümkün mü...)
YDK: E o zaman ben de sana öyle bir make-up yaparım ki finalin beş katı zorlukta olur, o zaman ne yapacaksın?
Ben: Çalışırım hocam, zaten seviyorum Fransızcayı.
(Kibar tabirle, Econ'un yanında "Ateş olsa cürmü kadar yer yakar" diyorum tam bu noktada)
YDK: Sevgiyle olmaz bu işler, bak sen mühendis olacaksın, bunun böyle çözülmeyeceğini bilmen lazım...
(Çok biliyorsun ya mühendisliği.)
Ben: Evet hocam, ben bir mühendis olarak burada büyük bir sorun görüyorum.
YDK: Sorun morun yok... Yok öyle bir şey. (...) İşim var şimdi benim, sana daha fazla vakit ayıramıycam, kusura bakma.
(Çayını alarak uzaklaşır...)
(Türkçesi: kibar tabirle "bas git". Ayrıca çözmeye çalıştığım sorunu işinin bir parçası olarak görmemesi de, Ali'nin tabiriyle ayrı bir "sigara yakılası" olay.)
Bir ara bizim bölüm sekreteriyle iletişime geçilmeye çalışıldı, ne konuştular bilmiyorum, öğrenemedim.
Ve bütün bu konuşmaların, artan desibelin, gerilimin üstüne odayı parmakları sinirden buz kesmiş, elleri titreyerek terkedip, opti dersine giden ben.
Aradan biraz zaman geçti, sonra Econ hocasının odasına çıktım yine, 4. denememde en sonunda odasında bulabildim. Durumu ve işin ne kadar zorlaştırıldığını anlattım, dinledi, en azından durumun biraz daha farkında gibi. Yarın bir şeyler olacak inşallah.
İşte böyle durumlar. Alıştım böyle şeyler için uğraşmaya, ama böyle bir yaklaşımla kolay kolay yaklaşamaz herkes. Allah kimseyi o kişinin eline düşürmesin, zira kendisinde empatinin kırıntısı bile yok.
Yorum yapıp içimi dökeyim, sinirimi atayım diyorum ama, yorum yapılacak bir şey yok. Yabancı Diller de kendi çapında haklı, ama bunun tek suçu Fransızca dersi almak olan benim gibi endüstri mühendisliği öğrencilerine yansıtılması ve çözümü benim bulmamın beklenmesi gerçekten, gerçekten çok itici.
Bakalım zaman daha neler gösterecek.
Dün de olanları anneme anlatırken fark ettim, galiba ben gerçekten anneanneme benziyorum. Haklarımı arayış biçimim, haklı olduğuma inandığım zaman sözümü esirgememem, sesimi alçaltmamam; bana onun kendisiyle ilgili anlattığı anılarını hatırlattı.
Eh, ben de az çok alışıyorum artık. Bu da bir tecrübe. İnsan haklı olduğuna inandıkça, devamı geliyor.
Gelişmelerle beraber yeniden karşınızda oluciiz. Bizden ayrılmayın.
3 Kasım 2009 Salı
Bilkent'te sorun çözme sorunsalı-1
Çift yarık deneyindeki elektron misali aynı anda iki farklı sınava girmemi bekleyen insan topluluğuna buradan selam ediyorum. Koordinasyon kuramayan ve kendi işiyle direk alakalı sorunlara "Git ne halin varsa gör" şeklinde yaklaşan yabancı dil koordinatörü de istemiyorum. Ha eğer yaşam şartlarımız illa ki buysa, klonlamayı da destekliyorum.
Birkaç gündür sınavları aynı gün aynı saatlere konulmuş Fransızca ve Engineering Econ derslerimi bir hâli yoluna koymaya çalışıyorum. Yine Bilkent Üniversitesi sınırları dahilinde bir sorun çözmeye çalışıyorum ya, yine sınırları zorluyorum tabi ki, değişmez bir kural benim ve benim gibi daha pek çok kişi için.
Fransızca sınavının tarihi sene başından belliydi (öyle imiş yani), ve bölümlere yollanmış da, "Bakın bizim bu zamanlarda sınavlarımız var, Allah aşkına başımıza iş çıkarmayın" gibisinden. Birkaç hafta önce Engineering Econ hocamız midterm'ü o güne koyacağını söylediğinde, inatla belirtmiştim, "Hocam, o gün sınavımız var" diye. Sonra konu kapandı, aradan biraz zaman geçti, sonra hoca çakışma olanlardan mail ile bilgi istedi. En sonunda... Ne mi oldu? Hiçbir şey, hoca sınavın tarihini 6 Kasım olarak belirledi, yani Fransızca sınavımla aynı gün, başlangıç saati Fransızca sınavımdan 15 dakika önce. "Yapmayın, etmeyin" dedim, ama olmaz tabi ki. Fransızca hocama gittim, "Hocam böyle böyle bir durum var, napıcam ben" diye. "Yarın gel, konuşalım, bir şekilde hallederiz" dedi.
Bugün Fransızca hocamın yanına gittim, tam gittiğim anda orada aynı sorundan muzdarip başka bir kişiyle daha konuşuyordu. Bizi aldı, yabancı dil koordinatörü hanımın yanına götürdü. Durumu bir kere daha orada anlattım, olayların tamamen benim dışımda geliştiğini, yine de olanın bana olduğunu ifade etmeye çalıştım. Fakat, bakış açısı beni benden aldı. Birkaç örnek vereyim de, gülün azcık.
***
Ben: Hiçbir hatam olmadığı halde iki taraf arasında kalmaktan bıktım. Siz beni arada bırakmadan hocayla direk iletişime geçseniz olmaz mı?
YDK: Kusura bakma ama ben böyle bir şey için karşı tarafa telefon açmam. İş ahlâkına uymaz böyle bir şey. Çok umurlarındaysa onlar bize böyle bir durum olduğunu bildirip öğrencilerin isimlerini verselerdi.
(İş ahlâkı zaten sorumluluk sahibi olduğun konuda kılını bile kıpırdatmamaktır, evet, kesinlikle...)
***
YDK: Biz sınavı çok öncesinden belirledik bölümlere yolladık.
Ben: Haklısınız, sizin de bir suçunuz yok ama ben kaç gündür iki taraf arasında koşturup duruyorum, hocamız o cumartesi günü okulda boş sınıf olmadığını, bu sebeple sınavı 6'sında yapmak zorunda kaldığını söyledi. Bu durumu belirttim, "120 kişi içinden 6-7 kişi için sınav tarihi değiştiremeyiz" dedi. Geri buraya döndüm.
YDK: Nasıl yer yokmuş imkansız öyle bir şey olamaz. Kendi istemediği için o gün yapmamıştır.
(Evet, koskoca bölüm hocası hepimize yalan söylüyor zaten.)
***
YDK: Kendi sorununuzu kendiniz halletmeyi öğrenin iş hayatında da böyle şeylerle karşılaşacaksınız, gerekirse rektöre gidin, hakkınızı arayın.
(Ben o masanın arkasından napıyor gibi görünüyorum acaba...)
Ben: Ben zaten 3 senedir bu tip şeylerle sürekli uğraşıyorum ama ARADA KALMAK İSTEMİYORUM ARTIK.
***
YDK: Make-up (telafi sınavı) vermemiz için kaç kişi olduğunuzu bilmemiz lazım. Kaç kişisiniz siz böyle?
Ben: Bilmiyorum, çevremde insanlar var.
YDK: E bilmiyosan bıdı bıdı...
(Bir öğrenci olarak 120 kişinin kaçının o günkü sınavının çakıştığını bilmek zorunda kalmak... Paha biçilmez... Geriya kalan her şey için... MasterCard. Viiiii vant dı fank...)
***
YDK: E withdraw et (dersi bırak) o zaman napıyım. Sizin bölümünüz yabancı dil almanızı istemiyormuş demek ki. Seçmeliden de saymıyorlar zaten.
(Oha.)
Ben: Ben bu dersi kendi isteğimle fazladan alıyorum, bu zamana kadar da bu kadar uğraşmışım etmişim, neden dersi bırakayım şimdi böyle bir şey için?
***
İşte özet olarak böyle bir çarpıklığın içindeydim bugün. Sonra iki defa Engineering Econ hocamızı bulmaya gittim, yerinde değildi, konuşamadım. Ya, biriniz bana açıklasın, görevi yabancı dil koordinatörlüğü olan bir insan, neden bir öğrencinin dersi böyle bir sebep için withdraw etmesini bekler? Neden yani? Altında yatan mantık nedir? İş ahlâkı mı? İş aşkı mı? Ne yani?Okulumu çok seviyorum, evet güzel imkanlarımız oluyor kimi zaman ama, iş sorun çözmeye geldi mi bürokrasinin dibine vuruyoruz, insanlar oradan oraya yollanıp duruyor, devlet dairesinden farkımız kalmıyor.
Ayrıca, Fransızca hocamı çok seviyorum. Yabancı dil koordinatörünün aksine, bugün de çok uğraştı, ilgilendi, beni anladı, elinden geleni yaptı. En güzeli de, çıkışta "Böyle bir şey için dersi bırakma bence" dedi. Canım hocam benim.
Yarın bir daha Engineering Econ hocama ulaşmaya çalışacağım, ama bir şekilde halledeceğim bu işi inşallah. Bilkent'te sorun çözme konusunda deneyimsizler ve daha çok deneyim kazanmak isteyenler için, bütün prosesi buraya dökmeye karar verdim. Ne kadar çok insana ulaşırsa o kadar iyi.
Ne diyorduk; geriye kalan her şey için, MasterCard... "Viii vant dı fank..."
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)