23 Aralık 2010 Perşembe

die unterschiede...

Kış ayları, yılın kendi hayatımı film gibi gördüğüm, üstüne bir de o filmi çektiğimi hissettiğim zamanlarına denk gelmektedir, ya da tam tersi de olabilir aslında.

Öyle bir film ki, sadece bana hitap ediyor; bana, tam da böyle hitap ediyor.

Sahneler belli, fon müzikleri belli, senaryo belli... Oyunculuk yeteneğim konusunda denecek hiçbir şey yok. Diğer oyuncular da rollerinde oldukça ustalar.

Sonra rüyalarım var bir de, ne idüğü belirsiz rüyalarım; uyandıktan sonra asla hatırlamadığım, ama günün alakasız bir zamanında aniden aklıma düşen; bu akla düşme sonucunda hatırladığım parçalarını bazen aklımda tutabildiğim, bazen tutamadığım rüyalar.

İlköğretim okulum, servisten inince kullandığımız bahçe kapısı. Kare taşlar. İlkokul öğretmenim. Ne alaka, ben de bilmiyorum.

Bugün öyle doldum ki, öyle çok şey yazmak istiyorum ki; ama öyle az şey yazabiliyorum ki.

Anlatmak istediklerimin bir kısmı öyle gülünç ki. Ve ben onlara öyle bir umursamazlıkla inanıyorum ki.

Keşke zihnimdeki o kareleri öylece tutup da buraya ekleyebilme şansım olsaydı. Kendi hislerimle beraber. Belki o zaman siz de benim gibi aptal bir mutluluk duyardınız.

Durumun alakasızlığının farkında olsanız dahi aynı gülünç şey yüzünden mutlu olmaya devam ederdiniz.

Beyniniz bin parçaya bölünürdü belki. Her bir parçasında ayrı şeyler bulur, ayrı parçaları tamamlamaya çalışırdınız.

Bütün parçaları tamamlamanın mümkünsüzlüğü ve mümkünlülüğü üzerine kafa patlatırdınız; aynı anda ikisinin de olabildiğine nasıl inandığınıza bir türlü akıl sır erdiremezdiniz.

Tam o noktada her şeyi bırakır, yeniden o karelere dönerdiniz; üstlerine biraz renk, biraz müzik eklerdiniz. İfadesiz gözlerinizi karşı duvara dikerken, zaten bildiğiniz şeyleri kim bilir kaçıncı defa içinizden tekrarlardınız.

Bir yanınız mutlaka filmlere inanırdı. Filmlerin film olduklarını bile bile, sırf inanmak istediğiniz için inanırdınız. Çevresindeki dünyayı ona uyarlamak için elinizden geleni ardınıza koymazdınız.

Ama gerçek, gerçektir. Film ise film. Gerçekle film bazen aynıdır, bazen farklıdır. Basit denklemler bunlar.

İşte olması gerekenle olan arasındaki fark gibidir bu da. Uzun vadede ne olacağı hakkında pek bir şey söyleyemezsiniz. Temel seviyede oyun teorisiyle de işi kurtaramazsınız.

Yapabileceğiniz tek şey bakmak, düşünmek, dinlemek ve istemektir. Bunlara ek olarak biraz hayal gücü, biraz da yazmak belki de.

Ne kadar huzurlu, değil mi.

the match.

Yes, maybe I haven't found it yet, but at least there actually is a scene that I'm looking for. The colors are apparent in my head, the background music is ready to play, it's already been playing in my head for many many days. However, the actual "vision" does not match the audio. That's what I'm waiting for. The match.

I know I believe. I know I must believe. I know I must believe until there is no "until".

It's a nice December evening.

22 Aralık 2010 Çarşamba

was ist passiert?

Sana ait sandığın, ama aslında hiçbir zaman "senin" olmamış şeyler. Arkadaşlar. Arkadaşlıklar. Tanışıklıklar. Sevgiler. Hatta nefretler.

Böyle hissetmeyi haklı kılacak ve kılmayacak şeyler arasında o kadar ince bir çizgi var ki, gençlik yılları bu silik çizgiyi konumlandırmaya yönelik alıştırmalarla geçiyor.

Doğruyla yanlışı, gerçekle gerçek olmayanı (yalan ya da hayal denebilir buna, duruma göre), olması gereken ile olmuş olanı ayırt etmek...

Canımız yana yana, kendimizi garip, bazen çelişkide hissede hissede öğreniyoruz.

Bir yandan ise topluluğa karışmak, onun bir parçası olmak; onun içinde çözünmek; aynı zamanda farklı da olmak için can atıyoruz. Burada da çelişiyoruz, çelişkili hissediyoruz.

Bazen insanların yüzlerine bakıyorum, yüz ifadelerinden bir şey çıkarmaya çalışıyorum. Bazılarını az çok anlıyorum ama bazılarında olması gereken şeyleri bulamıyorum. Olması gereken şeyin olması gerektiği konusunda bir sıkıntı yok. Ama çıkan sonuç şaşırtıcı. Çünkü, öyle değil işte. Olması gereken, olması beklenen olmuyor.

İşte o noktadan sonra denecek fazla bir söz de kalmıyor zaten. Bütün olay, House gibi  "Everybody lies" diyip, göreceli mantık sınırları dahilinde devam edebilmekte belki de.

18 Aralık 2010 Cumartesi

un jour par semaine, un jour par mois.

Her ne kadar Fransızca bir başlık atmış olsam da, bu aralar İspanyolca şarkılara takmış vaziyetteyim. Taktığım bu şarkıların olduğu liste:
şeklinde uzayıp, gidebilir. Önerilere açık olduğumu da büyük bir zevkle eklemek isterim.


Her ne kadar soğuğa çıktığımda bu düşüncemden baya pişman olsam da, kış aylarını seviyorum. Çınar ağaçlarından düşmüş turuncu, kuru yaprakların yağmurla beraber kaldırıma yapışmasını, bunun getirdiği manzarayı seviyorum.


Dün tam olarak 10 saat derse girdim. Sabah 07:30da evden çıktım, 08:30da derse girdim, 12.30da dersten çıkıp ödev teslim ettim, yemek yedim. 13.30da tekrar derse girdim, 16.30da dünyanın en sevdiğim hocasının yerine gelen dünyanın en sevdiğim asistanı (işbu cümlede asla "sarcasm" yoktur, asla) bizi azadetti. Apar topar eve gittim (Eskişehir yolundaki trafikten hiç bahsetmiyim), eşyalarımı bıraktım, ayakkabılarımı bile çıkarmadan tekrar evden çıktım, Almanca kursuna gittim. 18.00da ders başladı, 21.15e kadar falan devam etti. Dersten çıktım, otobüse binip eve gittiğimde saat kaçtı bilmiyorum, sanırım 21.45 civarı bir şeydir.


İşin garip yanı dün bütün bu koşturmaca bittiğinde tahmin ettiğimden daha az yorgundum. Nedense bütün gün kendimi daha bir enerjik hissettim, Rusça sınıfında daha çok konuştum, hocayı daha iyi anladım, okul hayatım hakkında daha az şikayet ettim, daha az "of"ladım falan filan. Günün başı güzel gelince, devamı da fena olmadı. Ha saat 23.30 olduğunda benim gözlerim yorgunluktan önüme düşmek üzereydi, o ayrı.


Yine de burada günümü daha az yorucu yapan şeyi çözmek gerek. Her neyse, aynısından daha sık istiyorum.


Başka bir konu. Hani ben ikide birde kendimce "şifreli" yayın yapıyorum ya; uzun dönemli hafızamın gazabına uğrayıp, onların bir kısmını yazdıktan bir süre sonra unutuyorum. Bu da bir itiraf olarak gelsin madem.


E hadi o zaman, biraz da v'leri b, ll'leri y, j'leri de h diye okuyalım. :)

14 Aralık 2010 Salı

quand j'étais petite...

Uykum niye bu kadar çabuk geliyor benim ya...

2-3 gündür göreceli olarak baya huzurlu hissediyorum kendimi; abuk subuk rüyalar az biraz parazit yapsa da (Adana, çekil aradan!) uyuyorum, müzik dinliyorum, eve insani saatlerde geliyorum falan. Bir de güzel güzel yağan kar var tabi.

Aklımın köşelerinden daha insancıl şeyler geçmeye başladı, yine hayatımda kariyer dışında bir şeylerle ilgili düşünmeye başladım.

Fonda House'un Cuddy'e serenatı olduğu iddia edilen bir piyano parçası var; hoşuma gitti. Hugh Laurie şurada yanımda piyano çalsa saatlerce dinleyebilirim bence. Hatta illa Hugh Laurie de olmasına gerek yok o kişinin, herhangi bir insan, adam gibi bir şeyler çaldığında yeterli etkiyi gösterecektir.

Sırada Jeff Buckley abimizden Hallelujah geliyor; House M.D soundtrackleri arasında yerini almış, çok da güzel yapmış.

Kimi zaman değişiklikler güzeldir. 3-4 gündür yağan kar bile hayatımda bir değişiklik yaptı; bakışımı değiştirdi, dinlediğim müzikleri daha anlamlı kıldı.

Galiba gerçekten de değişmeye mahkumuz. Hatta biraz daha derin saçmalamak gerekirse, değişmeye mahkum olduğumuz bile değişebilir. Ama değişiklik güzeldir.

Belki bir ara Fransızca bir şeyler yazmayı deneyebilirim. Sırf zevkine.

Bölüm derslerinden ne kadar nefret ediyorsam, yabancı dillere, psikolojiye, ekonomiye de o kadar sarılasım var. Bir sonraki dönem cost analysis and control'umu alır, mis gibi otururum. Hiç uğraşamayacağım valla.


Neyse, buraya nereden geldim onu da bilmiyorum, fonda hala Jeff'ciğim var ve bunu rezil etmeyi hiç mi hiç düşünmüyorum...


Bu kış mevsimi bana güzel bir şeyler getirecekmiş gibi hissediyorum. Bu mevsimle ilgili güzel bir şeyler hissettiğimi derinde bir yerlerde biliyordum ama ilk defa bu kadar net söyleyebiliyorum; karın beyazlığından, Ankara'nın pisliklerini örtüşünden midir nedendir bilemeyeceğim artık; bende pek bir umut dolu bir hava uyandırdı. Hayatıma ufak da olsa bir değişiklik kattı, hayal gücümü genişletti, güzel müzikleri daha çok dinleyip, onlara daha derin anlamlar yüklememe yardım etti... Sadece görüntüsüyle bile huzur verdi. Arabalar sustu, sokaklar durgunlaştı. Aile babalarıyla beraber homo sapiensler de kapalı mekanların yollarını tuttular. İşte kar tanelerinin oradan oraya uçtuğu zamanlar o zamanlardı.

Hani senenin ilk yeşil eriğini ağzınıza attığınız an vardır ya; onun gibi bir şey işte.


Önemli olan samimiyeti kaybetmemek; ne kendine, ne de başkasına karşı.

13 Aralık 2010 Pazartesi

kendime bir not-2: kar şarkıları

Alberto Iglesias - Los Amantes Del Circulo Polar film müziklerinin tümü
Vega - Ankara
Alice in Chains - MTV Unplugged

Bir de tipi halinde yağan kar, açık perde, turuncu bulutlar. Huzur.

11 Aralık 2010 Cumartesi

for life.

Açıklıyorum, Max FM, Ankara'nın başına gelmiş en güzel şeylerden biridir bence. Adamlar güzel müzik yayınlamanın dışında, mikrofon başında içten de davranabiliyorlar bence, saman gibi konuşmalar olmuyor; insanı sıkmıyor, üstüne gülümsetiyor. İşte tam olarak bu yüzden de, bu radyoyu çok seviyorum. Ankaralı olmanın nadir güzel yanlarından.

Başından başlayarak anlatıyım madem son birkaç günü.

Çarşamba akşamı uçakla kalktık, İstanbul'a gittik projemiz için. Gece Gebze'ye vardık, oteli karşısındaki çorbacıya ufak bir ziyaretten sonra uyuduk, sabah kendimizi Unilever'in deposunda bulduk. Öğlene kadar projeyle ilgili konuştuk, öğle yemeğini depoda yiyip kendimizi Ümraniye'deki merkez binasına attık. Akşam 5'e kadar da orada toplantı yaptık. Daha sonra Ataşehir'deki terminale gittik, terminal tostu yedik.

Otobüsün gelmesini beklerken bir olay oldu ki, okurken komik olur mu bilmiyorum ama yine de anlatmam gerek bence. Bekleme salonu ile tuvaletlerin arasında bir çocuk, tuvaletteki annesine aynen şöyle seslendi: "AAAAANNEEEEEEE SENİN TUVALETİN BÜYÜK MÜ KÜÇÜK MÜÜÜÜ... AAAAAANNNEEEEEEEE... SENİN TUVALETİN BÜYÜK MÜ KÜÇÜK MÜÜÜÜ..." Çocuğun bunu demesiyle beraber bekleme salonundan gülüşmeler yükseldi. Daha sonra kadın tuvaletten çıktı, hiçbir şey demeden çocuğun elinden tuttu ve olay yerinden uzaklaştı.

Güzel bir otobüs yolculuğu yaptım. Bir önceki yazımda biraz ondan bahsetmeye çalışmıştım ama beceremedim, olmadı, galiba aklımdan geçenleri hak ettikleri gibi anlatmam da pek mümkün olmayacak.

Gece otobüs yolculuklarını seviyorum. Otobüsteki ışıklar kapandığında kulaklığımdan gelen müziğin hiç bilmediğim yerlerdeki hiç bilmediğim ağaçların, dağların, taşların arasına karışmasını seviyorum. Otobüsün penceresinden Avcı takımyıldızını seyretmeyi, gözlerimi Orion'a dikmeyi seviyorum. Bu beni kesinlikle dinlendiriyor.

Nitekim dinlendim yine. Yolculukta arkamdaki koltukta 5 aylık bir bebek vardı ve yol boyunca ağladı; ama o kadar tatlı bir bebekti ki, sinir bile olmak mümkün değil. Kızılacak bir durum da zaten yok. Işıklar açılınca bir de gülücükler atıyordu ki. Bebeklerin de çoğunu seviyorum galiba.

Bir de üstüne anılar var tabi. Son İstanbul-Ankara yolculuğumla bugünün arasındaki farklar, aynı yollardan bir kez daha geçince bir an için kaybolmuş gibi oldu. Aslında kaybolmadıklarını ben de çok iyi biliyordum ama insanın hayal gücü o kadar geniş ve sonsuz ki.

Bunu anlatırken dün gece gördüğüm rüyayı hatırlar gibi oldum bir an. Bir kare geldi gözümün önüne ama anında unuttum. Benim gibi duyduğu Rusça kelimenin anlamını 10 sn içinde unutabilen bir insan için çok da anormal bir durum değil tabi.

Özlüyorum, hem de özlemiyorum. Özlüyorum, çünkü hayal gücüm çok geniş. Özlemiyorum, çünkü ayaklarım yere basıyor, öyle bir şey olmadığını ve olmayacağını biliyorum. Ben, işte böyle tam ortamdan ikiye bölünüyorum.

Yine de, bu ikilemin bile verdiği abuk bir memnuniyet hali var. Mutluluk demiyorum, sadece memnuniyet. Demek ki bu ikisinin farklı olduğu yerler de varmış.

Dün akşam ilk kar düştü Ankara'ya. Bu durum benim için aynı zamanda Los Amantes del Circulo Polar soundtracklerinin dinlenirken ayrı anlam kazanacağı zamanların başlangıcına tekabül ediyor.

Bugün ekonomi sınavım için okula gittim. Çıkışta bembeyaz olmuş kampüste 3-5 dakika yürümek güzeldi.

Kısacası, biraz değişiklik oldu hayatımda; sevdiğim hatıralarıma bulaştım falan, çok da iyi oldu, çok da güzel oldu.

10 Aralık 2010 Cuma

Первый снег.

Güzel bir şarkı listesini hak ediyor "bu aralar".

Sertab Erener - Yolun Başı
Vega - Ankara
Morcheeba - Enjoy the Ride

Dün akşam uzun, upuzun bir aradan sonra İstanbul - Ankara arası otobüs yolculuğu yaptım. Anılar pörtledi, pörtledi; yolu aydınlatan lambalardan fışkırdı, ağaçların arasından fırladı. Arkamdaki koltukta sürekli ağlayan 5 aylık Derin bebeğin bağırışlarına karıştı.

Yeri geldi Enjoy the Ride oldu, yeri geldi Sinitaivas oldu. Marmara Denizi'nin kıyısında bir yerlerde yavaş yavaş ilerlerken ışıkların denizdeki yansımasında dolandı.

Shut the gates and sunset
After that you can't get out
You can see the bigger picture
Find out what it’s all about
You're open to the skyline
You won't want to go back home
In a garden full of angels
You will never be alone

But oh the road is long
The stones that you are walking on
Have gone

With the moonlight to guide you
Feel the joy of being alive
The day that you stop running
Is the day that you arrive

And the night that you got locked in
Was the time to decide
Stop chasing shadows
Just enjoy the ride

If you close the door to your house
Don't let anybody in
It's a room that's full of nothing
All that underneath your skin
Face against the window
You can't watch it fade to grey
And you'll never catch the fickle wind
If you choose to stay

İlk kar yağdı bu akşam. Arabaların üstü, çimler beyazla kaplandı.

Kışı seviyorum. Anıları da.