25 Ağustos 2012 Cumartesi

Aynı adam, aynı köpek

One Week filminden bir kare, sözler ise Alfred Lord Tennyson'ın Ulysses şiirinden bir parça
Toplumdaki kurallar, kuralların uygulanabilirliği, falan.

Kaldırımda sağdan gidilmesi gerektiği ilkokulda öğretilir. Oysaki Meclis'in kenarındaki yolda iç taraf daha düzensiz bir zemine sahip olduğu için, topuklu giymiş kadınların dıştaki düz yüzeyden yürümeleri daha mantıklı olabilir; böyle bir durumda siz yolun sağından yürüyorken karşınızdan sizle aynı hizada gelen, topuklu ayakkabı giymiş kadına kızmanız pek de doğru olmayabilir. Üstelik karşıdan gelen araçlar çoğu durumda yolun iç tarafından da takip edilebilir. Zaten cümle kuramıyorum.

Kurallara uyulmamasının sebebi onların durumlara göre içine düştüğü mantıksızlık çukuru olabilir mi o zaman?

Hız limiti, dümdüz yolda 70 km/sa olursa kimse uymuyor, ama 90 km/sa olursa bu durumun toplam sürücü havuzunun 70 ilâ 90 km/sa arası hızla giderek limitin içinde kalacak olan kısmının yarattığı etkinin dışında, kuralları artık en azından daha mantıklı bulduğu için onlara uyacak insanların da etkisiyle, kurallara uyan insan sayısının artacağını düşünüyorum. Aslında iyi bir set-up ile çok güzel bir psikoloji deneyi haline gelebilir bu. Belki denenmiştir daha önce, bilmiyorum. Henüz araştırmadım. Duyan, bilen varsa yorumla paylaşabilir.

Gereksiz konmuş veya dikkatlice konmamış kurallar da otoriteye inancı sarsar. Tabi eğer elinizde pek çok insanı etkileyen büyük güçler bulunduruyorsanız -ki bu düşük bir olasılık, ABC analizi gibi bir şey-, topluma ya da kişilere yarar sağlamayacak, daha da kötüsü zarar verecek bu kuralları her halükarda lehinize çevirebilecek gücü de getirir bu. İşte burada etik devreye girer, eğer oralarda bir yerlerde konuşuluyorsa tabi.

***

Ben şarkıları bulurum ama bazen de şarkılar beni bulur. Beatles eşlik etti yoluma; çok eskilerde gelişmiş ve ondan sonra da Ankara'nın durağan havasına kapılmış muhitlerden birinde ilerlerken Strawberry Fields Forever vardı kulağımda. Sonra düğün fotoğrafı çektiren gelin ve damatlar geçti; gelinler yüksek ve ince topuklu ayakkabıları ve yerlerde sürünen gelinlikleriyle yürüyemediler, damatlar ise çaresizce onları izledi, bir tanesi gelinin çiçeğini taşıdı. Evlilik hayatının küçük boy fotokopisi miydi bu?

***

Yazanlar Sokak'mış adı, ama onu öyle çağırmaya meyilli değilim pek. O kadar güzel bir sokak için fazlasıyla "alelade" bir isim. "Merdivenli yol" demiş biri, halbuki merdiven değil o bence, "basamak" denir belki. Etrafında demirlerle çevrilmiş, yeşillerin içinde binalar var, demirlerin karanlığı sokağa da yansıyor, ama nedense içimi boğmaktan çok, beni keyiflendiren bir havası var. Yukarı çıkarken sol tarafta Sırbistan-Karadağ Büyükelçiliği var, onun tabelasındaki kiril harflerini okudukça mutlu oluyorum. Biraz ileride sağda ise başka bir-iki bina bulunuyor, TSK'nın binası var bir tane ama çok dikkat etmedim açıkçası, seyredilecek çok değişik şeyler var o sokakta. En aşağısından her bakışımda onda beni ona çeken bir şeyler hakim. Sanırım renklerini, en güneşli havada bile taşıdığı o karanlık ve gizli saklı havayı, sonunda varıp etrafa baktığımda gördüklerimi seviyorum. Bugün güneşli bir havada geçtim o sokaktan, ama biliyorum ki gri basamaklara ve demirlerin ardından yükselen yeşil ağaçlara yakışacak hava bulutlu; kasvetli, belki yağmurlu, çünkü yerdeki taşların ıslak olması güzel olur. Tırmanırken biraz nefes nefese bırakır. Arada dönüp aşağıya bakabilirsiniz, en alttan yukarıya bakarkenki kadar güzel bir görüntü vardır. Önemli olan yolun sonunda ne olduğu değil, yolun kenarındakiler ve kendisi zaten. Yine de bu yolu yukarıdan aşağıya kat etmektense aşağıdan yukarıya doğru kat etmeyi tercih ederim; çünkü bu şekilde daha yavaş çıkabiliyorum ve yolun sonunda beni Paris Caddesi bekliyor oluyor. Fransız bir arkadaşım bir gün bana Paris'teki Rue d'Ankara'nın fotoğrafını yollamıştı, ben de bugün elçiliklerden, polislerden ve kamera yasaklarından uzak bir noktada cadde tabelasının fotoğrafını çekip ona gönderdim.



Paris Caddesi beni çekiyor; kısmen adı için, kısmen, çağrıştırdıkları için, kısmense etrafındakiler için. Kavaklıdere'yi seviyorum galiba; hele ki onu abartılı makyajlı yaşlı kadınların aristokrat havasından arındırıp, içine girebilirseniz çok güzel oluyor.

23 Ağustos 2012 Perşembe

Ne demekti bu?

"Her şey/Hiçbir şey Üzerine..." isimli blogun sahibi eski arkadaşımın bana pasladığı mim işte böyle bir şekil aldı... Yazının sonunda bir not bekliyor okuyucuyu.

Çaresi bulunmayan bir hastalığa yakalandınız ve bunun sonucunda yaklaşık 1 yıllık ömrünüzün kaldığını öğrendiniz. Kalan 1 yılınızda ne yapardınız?
Aslında bence her sorunun cevabı gibi bu sorunun cevabı da içinde bulunulan zaman ve mekana ve hastalığın nasıl bir hastalık olduğuna göre değişir (işte bu yüzden birtakım mülakat sorularına "kesin yargılardan olabildiğince kaçınmak" adına verdiğim ucu açık cevaplar, ayak oyunu yaptığım şeklinde yanlış anlaşılabiliyor; halbuki alakası yok). Şimdiki durumumda böyle bir şeyle karşılaşsaydım, büyük ihtimalle bazen yalnız, bazen ailemle, sevdiklerimle beraber bütün dünyayı gezmek, dünyanın en ücra köşelerine gitmek, farklı insanları tanımak, farklı hayatları yaşamak isterdim. Bunun dışında çokça çılgın şeyler yapabilirdim, mesela eğer bunu kabul edebilecek birini bulabilseydim, evlenmek ve o insana çılgınca değer vermek isterdim. Finali de İskoçya'nın deniz kenarındaki yemyeşil topraklarında çekerdim sanıyorum. Bunun gibi şeyler. Üzerinde çok düşünmedim aslında.

Fobileriniz, takıntılarınız var mı? Varsa nelerdir?
Sanırım fobim yok, ama ufak tefek takıntılarım var. Şimdi aklıma gelen şu; gün boyu yatağımı kapatsam da, kapatmasam da, gece yatağımın örtüsü bozukken yatamam. Uyumadan iki dakika da önce olsa mutlaka önce yatağımı düzgünce kapatır, sonra örtüyü tekrar düzgünce açıp öyle örtünürüm.

Bir sabah kalktınız ve dünyada hiçbir insanın kalmadığını öğrendiniz. Ne yapardınız?
Sorular baya iç açıcı. :) Sanırım önce kendi yakınlarımı bir daha göremeyeceğim için bir deli üzülürüm. Daha sonra ise hayatımı devam ettirebilmek için birincil derecede önemli kaynakların planlamasını yapmaya çalışırım; yiyecek, su, barınak, vs. vs. Hayat devam etmek zorunda. Kalan süre boyunca da kaynakların zenginliği açısından şehir yerine kırsal bir yerde yaşayacağım için, ölmeden önce doğanın tadını çıkarmaya çalışırdım; ama büyük ihtimalle bir süre sonra feci sıkılırdım, sonra psikolojim iyice bozulurdu ve eğer henüz besin zehirlenmesi gibi bir şey yaşamadıysam ya da başka bir kaza geçirmediysem, büyük ihtimalle psikolojik bir rahatsızlık sonucunda dünyaya gözlerimi yumardım. Çünkü Christopher McCandless'ın da dediği gibi; "Happines Only Real When Shared".


Dünyayı dolaşmak isteseydiniz, ilk hangi ülkeden başlardınız? Ve neden?
Hangi ülkeden başlayacağımı bilmiyorum ama hangi ülkede sonlandırmak istediğimi biliyorum; İskoçya. Hangi ülkede sonlandırmak istemediğimi de biliyorum, o da Türkiye. "Hangi ülkeden başlamak" konusuna gelince, Fransa olabileceğini düşünüyorum. Orada bir an önce görmek istediğim insanlar ve yerler var.

İtiraf edin, prens/prensese dönüşür tesellisiyle, kaç kurbağayı öptünüz?
Yapıyorum ben böyle şeyler ya, şimdiye kadar yaptıklarım da genelde patlayarak sonuçlandı. Umut fakirin ekmeği biraz galiba, karşıma çıkan olanaklara şans vermeye meyilliyim şu sıralar. Mesela en son, belki gerçekten çalışabileceğim bir yer çıkar diye düşünüp başvurduğum, mülakattan önce de hakkında çok az bilgi bulabildiğim bir şirkette görüşmeye gittim, görüşme de benim şirketle ilgili oldukça olumsuz izlenimlerimle beraber şirketten üç saat içinde aldığım "jet-ret" şeklinde sonuçlandı. Bu benim bir sonraki kurbağayı öpmeme engel olur mu, galiba olmaz. Olması gibi bir lüksüm yok. Başarmak için, bir sonraki seferde tutturabilmem için, önce "bir sonraki sefer" diye bir şeyin olmasını sağlamak zorundayım.

En son yaşadığınız küçük düşürücü, unutamadığınız bir olay?
BEN HİÇ KÜÇÜK DÜŞMEDİM CANIM HAHAHAH. Sağlam bir tanesi aklıma gelsin, yazacağım. Bir tanesi dilimin ucunda sanki, ama bir türlü hatırlayamıyorum... Hımm... Şimdi aklıma gelenlerden biri geçen yaz oldu. Uzun zamandır görmediğim bir arkadaşımla çok alakasız bir yerde karşılaştık, kısacık konuştuk ve vedalaşıp ayrıldık. Daha sonra o gün o arkadaşım olduğunu düşündüğüm kişinin doğum günü olduğunu Facebook'tan öğrendim ve "Aaa bilseydim kutlardım, iyi ki doğdun hihi" tarzı bir doğumgünü kutlaması yazıp yolladım duvarına. Biraz geçtikten sonra fark ettim ki doğum günü olan kişi o gün karşılaştığım kişi değil, onun ona çok benzeyen çok yakın arkadaşıymış (Bu kişilerin hepsini aynı yerden tanıyordum ve aylardır görmemiştim; karıştırmam işten değildi). Hemen silip bozuntuya vermeden yenisini yazdım ama doğum günü kişisi fark etti mi, ettiyse ne düşündü, bilemiyorum artık...

Asla yanınızdan ayırmadığınız üç şey?
O müthiş zeka pırıltım(!), üşenmelerimin ve endüstri mühendisliği altyapımın bir sonucu olarak pratikliğim ve her defasında gittikçe azalan cehaletimin peşime taktığı o mutsuzluk.

Hayatınızın bir kitap/film olmasını isteseydiniz, hangi kitap/film olurdunuz?
Sorular hazırlanmadığım yerlerden çıkıyor. Hangi kitap/film olacağımı hiç düşünmediysem de, filmin müziklerinin nerelerden geleceği hakkında ufak tefek fikirlerim var. Hayatımın 10. Doktor'un companion'ı (yol arkadaşı) olarak Doctor Who'da geçmesini isterdim. Biraz düşünsem aklıma başka bir kitap, film vs. gelir mi, bilmiyorum. Gelirse eklerim buraya bir yerlere.

En yakın arkadaşınızın bir uzaylı olduğunu ve sizi ilk denek olarak, kendi gezegenine götüreceğini öğrendiğinizde ne yapardınız?
Benim en yakın arkadaşım zaten uzaylı (HU HA HA HA). Doktor'dan bahsediyorum. Kitapların, filmlerin, dizilerin şu sıralar en iyi arkadaşlarım olduğunu bir kenara bırakırsak, başka gezegenlere gitmek oldukça heyecanlı olabilir.

İsviçreli bilim adamları görünmezlik hapını buldu ve siz bu hapı deneyen ilk kişisiniz. Hapı kullandıktan sonra yapacağınız şey nedir?
Kesinlikle siyasi kişilerin hayatlarına burnumu sokar, günlük işlerini karıştırır, onları çevrelerindeki insanların önünde normalde olmaları gerektiği gibi küçük düşürür, bize sürekli çektirdiklerinin ufak bir karşılığı olarak kendi çapımda eğlenirdim. Ondan sonra da yine siyasilerin üzerinden dünyada işlerin gidişatını düzeltmek üzere o ana uygun olacak birtakım adımlar atardım.

***

Yazının sonuna geldiğimize göre kendi çapında önemli nottan bahsedebilirim; bir kısmınızın bilebileceği üzere normalde mimler cevaplandıktan sonra başka bir blog yazarına paslanır; benim de kafamda bu portreye uyan bir yazar vardı, ama kendisi mimi daha önce cevapladığı için bütün planlarım suya düştü ve henüz mimi paslayacak başka bir yazar bulamadım. Eğer ilginizi çekerse bana yorumlardan ulaşabilirsiniz (lütfen ulaşın).


***

Edit: En sonunda mime bir talip çıktı. E gençler birbirlerini görmüş beğenmiş, bize laf düşmez. Verdim gitti! Konuyla ilgili girişimleri için bu mimi bana paslayan Esra'ya teşekkürü borç biliyorum. Mimi cevaplayacak arkadaşın blogunu http://karmasikdusunceler.blogspot.com/ adresinden bulabilirsiniz. Hadi kolay gelsin...

18 Ağustos 2012 Cumartesi

Koşul kipinin peşinden koşturmalar

Dünyada sevdiğim bütün şarkıları birleştirip tek bir şarkı yapsam? Böyle bir yeteneğimiz olsaydı ya? Uzun zaman önce okuduğum bir yazıya göre, köpekler karışık bir sesler bütününde her bir sesi ayrı ayrı duyabilirlermiş. Dört dakika içinde bozuk moraller tavan yapabilse bu şarkılarla; ben de bir yandan devrik cümlelerden kurtulabilsem mesela. Bir de gerçekten el yazısıyla yazabilsem... Her yazdığım şeyde alternatif evrenler uçuşup durmasa kafamda (bir şey üzerinde fazlaca kafa yormanın dezavantajlarından biri), ya da cümleleri kelimelerin üstlerini karalamak zorunda kalmadan tek seferde doğru yazabilsem... Bunları da bir yana bırakıp, kelimelerin üzerlerini karalama konusundaki kurallarım daha az sıkı olsa (cümle konu kurma konusunda daha iyi olduğumu iddia etmek üzereyken, dalgınlığım oldukça acımasız bir şekilde araya girdi). Bir de cümlelerdir kullandığım şu koşul kipinden kurtulabilsem mesela, kaç defadır hiç çekinmeden kullanıyorum onu; şimdi nasıl onu bırakıp da başka bir kipe geçeceğimi bulamıyorum. Müziklerin beni heyecanlandırdığı kadar heyecanlı bir hayatım olsa gerçekte de... Dionne Warwick'ten What the World Needs Now Is Love'da usulca şarkıya giren, adını şimdi çıkaramadığım (ben bunu bir düşüneyim-hayır düşünmeyeceğim, hala ayırt edemiyorum sesleri, daha fazla klasik müzik konseri dinlemem gerek) üflemeli çalgı gibi olsa bazı şeyler... Dizi senaryosu istediğimin farkındayım; ama böyle şeyler yaşayanları görüyorum ve şu anda gerçekte olup bitenlerden pek de hayır gelmiyor. Kısıtlarla dolu bir dünya, onun ufak, ama onun kurallarını birebir taşıyan alt kümesi... Benim birtakım işe yarar ve işe yaramaz inatlarım...

Koşul kipi tehlikelidir; her bünye kaldıramaz onu. Koşul kipi, biraz olacakların, olabileceklerin ne olduğunu bilmek, dahası onları göze alabilmektir. İşte tam da bunu herkes yapamaz, üstesinden gelmek hiç de sanılacağı kadar kolay değildir. Çokça "keşke"yi beraberinde getirir; oysaki insanlar "keşke"lerden korkar, korkutulurlar. Halbuki asıl zarar veren şey "keşke" demek değil, "keşke"nin getirilerini göze almadan bunu yapmaktır. İnsanların korkutulmalarında kendilerinin de büyük payı vardır; çünkü dedim ya, üstesinden gelmek her yiğidin harcı değildir. Biraz üzüntü, biraz umut, bir parça hayal kırıklığı, bir parça mutluluk; ama hepsi doğru oranda birleşmezse sonuç felakete dönüşebilir; kek yaparken üç yumurtayı çırpıp, üzerine 150 kilo un eklemek ve bunun sonucunda lezzetli bir kek çıkmasını beklemek gibi bir şey.

Oysaki oranlar önemlidir. Zeytinyağlı yemeklere bir tutam şeker atarsanız o yemek tadından yenmez, ama üç bardak şekeri boca ederseniz kimse o yemeğin yüzüne bakmaz. "Keşke" dememek ise zeytinyağlı yemeğe o bir tutam şekeri atmaktan kaçınmaya benzer biraz; onsuz da yapabilirsiniz elbette, ama eğer yemeği böyle pişirmeyi tercih ederseniz, onun yemekte doğru miktarda bulunduğu gibi lezzetli olmaması muhtemeldir.

***

Hayallerim ne zaman daha renkliydi bilmiyorum; hayatım daha renkliyken mi, yoksa şimdi mi... İnsanın yaşadıkları, yaşam tarzı ve tüm bu şeyler hayal dünyasının büyüklüğünü ne kadar etkileyebilir? Gözlerimi deftere yaklaştırdıkça kalemin gölgesinin deftere düşüşü daha ilginç bir hal alsa da, şaşı görmeye başlıyorum; satırlar, noktalama işaretleri birbirine giriyor. Pek de işe yaramaz. Bağlardan çok uzakta, ama bir yandan da onların fazlaca yakınında, kelime oyunlarının arasında bir yerlerde satırlar eğilip bükülüyor. Harfler ahenkli bir şekilde birbirlerine girerken, hiç beklemediğim şeyleri düşünüp, kendime şaşırıyorum; üretmemenin sebebi düşünmemek/yeterince düşünmemek midir o zaman? Öte yandan, yargılar kesin yargılar kimseyi benim kadar korkutmuyor mu?

Paragrafların büyüklüğünün farkına varamıyorum; hayatın kendisi kadar belirsiz; üstelik beceriksiz de, çocukken kendi ellerimizle hazırladığımız anket defterlerindeki o kendini bilmiş, çiğliğini bilememiş çiğlikten farksız. Sanki kalemin ucu bozulmuş, ama inatla çalışmasını bekleyip yeni bir kalem almıyoruz. Nereye gittiği belli olmayan metaforlara sardırdım, zaten kimse dediğimden bir şey anlamıyor büyük ihtimalle. Bu beni olduğu gibi onları da durdurmuyor. Belki onlar da benim gibi belirsizlikle barışmaya çalışıyorlardır. Ama zihnimde çalıp duran The Rembrandts - I'll Be There For You pek çoğuna tanıdık gelebilir; o kadar zaman ayırıp da yazının burasına kadar gelebilen okuyuculardan bu ufacık bilinirliği esirgemem de doğru olmaz sanıyorum. Elimde olan çok az şeyden biri bu, sizle paylaştığım için mutluyum.

İşler fazla sarpa sarmaya başlamadan buna bir nefes aldırmak gerek.

15 Ağustos 2012 Çarşamba

Beni rahatlatacağını bildiğim başlığın yerine atacağım başlık

Ne varsa gerilerde bırak.
mak istiyorum, yani belki daha iyi olabilir. Belli ki ileride bir yerlerde beni bekleyen güzel bir şeyler var, belki biraz sabır. Her şey sanki "belki" ile "belli ki" arasında gidip geliyor, sanki üçüncü bir kelime daha yokmuş gibi. Var belki, ama dil bilgisi anlamında büyük ölçüde dışlanmış. Başka yerlerde gördüğümüz hoş bağlantılar onda yok, sadece defterde birkaç satır daha ilerlememi sağlıyor. Satır sonunda yenisine başlıyorum; sanki ondan öncesi hiç yokmuş gibi, ama aslında var ve ben noktalama işaretlerini yerinde kullanabiliyorum.

En sonunda bir de bakıyorum, önceden uyanmak için uğraşmışım, şimdi uyumak için uğraşıyorum; ama ne gariptir ki, aslında ikisinde de uyumak istiyorum; daha da garibi, ikisinde de uyumamam gerekiyor. Daima çelişen bir şeyler var, ya da büyük ihtimalle benim çok uykum var; bunları düşünürken bir yandan hızlı hızlı yazabildiğim bir garip evredeyim.

Gözlerim kaşınırken elime rimel kalıntıları geliyor. Ben uyumadan önce makyajını silenlerden değilim, hiç olamadım onlardan.

Karanlıkta parlak noktalı bir gece, işlerin kısa zamanda düzeleceğini umut etmenin yanında, sahip olduğum güzelliklerin de farkına varmaya çalışıyorum. Geceye, gündüze, sokağa, eve karışan şarkı sözleri var, bana o kadar uyumsuz ki, ve öyle seviyorum ki...

Hapşırmak isteyip de bir türlü hapşıramıyorum sanki, sanki krizlerin ardı arkası kesilmiyor. Keşke her şey bilgisayarda playlist oluşturup kendi halinde çalan şarkıları takip etmek gibi olsa biraz. Gerçi böyle olmaması için de çok iyi sebeplere sahip olabiliriz. Sonra her şeyi güneşe yükleriz, hepsi onun suçu olur. Pek bir şey fark etmez, nasılsa biz de suçlu olduğumuz şeyler hakkında fazla bir şey yapmıyoruz.

Hayatımda duyduğum en anlamlı sözlerden ikisi:

"Everybody lies." ("Herkes yalan söyler.") Gregory House

"Ignorance is bliss." ("Cehalet mutluluktur.") Thomas Gray'in "Ode on a Distant Prospect on Eton College" şiirinden
                            ("imbécile heureux")

Alice Harikalar Diyarı'nda iskambil kağıtları mı vardı? Varsa benim çocuklukta okuduğum kitapların hatıraları nereye uçtu? Kaydırağın tepesinde İpek Ongun'dan "Bu Hayat Sizin"; şimdi başka kitaplarla aynısını yapsam zevk verir mi; emin değilim.

Kafeine duyarsız sinapslarım ve ben, sahura kadar uyanık kalmaya çalışıyoruz, ama belli ki biraz ilginç bir trans halindeyim. Beynimdeki mekanizmanın daha farklı çalıştığını hissedebiliyorum. Yirmi üçüncü yaşımı doldurmak üzereyim; anca en azından kendim için işe yarar şeyler yazmaya başlayabildim; beni utandırmaya daha uzak.

Roberta Flack - The First Time Ever I Saw Your Face bir nevi ninni gibi, o bilinçaltında dolananları ortaya çıkamaya çalışıyor sanki. Bense noktalı virgülden sonra cümlenin nasıl devam edeceğini bulmaya çalışıyorum başarısızca. Üstelik kaküllerim uzadı, burnum FECİ kaşınıyor.

12 Ağustos 2012 Pazar

Tişikkirlir Sipirmin

--- DİKKAT: İşbu yazı büyük ölçekli genellemeler içermektedir. ---

Belli ki kendi çöplüğümde ötmeye çok meyilliymişim şu sıralar. Son altı ay içinde o kadar çok seyahat yaptım ki, artık İstanbul, Ankara ve İzmir'in ayırt edici noktalarına dair epey bir fikir var elimde. İstanbul deseler, "sinsi" derim mesela şu sıralar. Boğazıyla, deniziyle, tarihi dokusuyla insanı tıpkı Yunan mitolojisindeki sirenler gibi büyüler, sonra da hiç fark ettirmeden içine hapseder; trafiğiyle, kalabalığıyla boğar, hayattan alınabilecek doğru düzgün zevk bırakmaz. İnsan orada yüzeyde kalabilmek için özellikle çaba sarf etmek zorundadır, kendini akıntıya bırakma lüksü yoktur. İstanbul, pek çok insanı her gün sabah ve akşam trafiğin, aşırı kalabalık insan selinin çilesini çeken, arada da günlük sıradan işlerini halleden robotlar haline getirir. Tarihi dokusunun, boğazının ve tüm diğer kaymağının tadına varabilen kesim çok küçüktür, bunu gerçekten yapabilenlerin bir kısmı biraz Aşk-ı Memnu'dur, diğerlerinin büyük çoğunluğu ise her gün başka bir adı duyulmuş mekanda check-in yaparak kendilerini kandıradurur. Sadece çok küçük bir kesim bu şehrin ara sokaklarını, tarihi köşelerini, insanını, her şeyini bilir ve ona göre davranır. Kulaklarını balmumuyla kapatmak değil bununla kastettiğim; onu dinlemek ve onu "yaşamak". Bu tip imkanları, hayat tarzları ve istekleri olmayan diğerleri ise her gün aşmak için iş güç yetiştirmek yerine saatlerini harcadıkları trafik denizinde kontak kapatır ya da özel aracı yoksa tıklım tıkış metrobüslerde "İstanbullu oldukları" düşüncesinin getirdiği uyuşuklukla kendi hayat koşuşturmalarının içinde boğulup giderler. Hatta biraz da umursamazlıktır bu. Mesela İstanbul şoförlerindeki "Burası İstanbul" zihniyetinin peşinden gelen bin bir türlü trafik magandalığı da bunun bir örneği. İstanbul'da herkes "İstanbullu olmak durumu"na sığınmaya hazırdır; emniyet şeridini hatalı kullanmak için, emniyet kemeri takmamak için, ya da diğer başka şeyler için. Mesela bir taksi şoförüyle muhabbetinizde emniyet kemeri takmak gerektiğini ifade ederseniz bu fikriniz şoför tarafından hiç de karizmatik bir şey olarak görülmez, "tssaaa" şeklinde hafif alaycı bir gülme efektiyle karşılanır, nereden geldiğiniz sorulur. Korkunç bir uyuşukluk, kabullenmişlik işlemiştir insanların ruhlarına. Sosyal statüsü bulunduğu şehrin büyüklüğünü kaldıramayan o kadar çok insan vardır ki burada; bir akşam sahilde otururken, karşıdaki kayalıkta oturduğu yerin üç metre ilerisine insanların gözünün önünde işerken hiçbir rahatsızlık duymayan adamlar görebilirsiniz mesela; böyle bir sindirememişlik de hakimdir bu şehrin kimi sakinlerinde. "Sakin" demek biraz garip kaçıyor gerçi.

Oysa Ankara böyle değildir, Ankara biraz "neyse o"dur. Ne kadar boğucu, sıkıcı olabileceğini en başından fark ettirir size, öyle ayak oyunları yapmaz. Şehir merkezindeki gri devlet dairelerinden, iş yerlerinden ve şehrin her noktasında yan yana dizilmiş, sonu gelmeyen onlarca sıkıcı alışveriş merkezinden ne beklemeniz gerektiğini az çok bilirsiniz. Ankara'da kimse "Burası Ankara" demez, öyle bir ayrıcalık yoktur. Zaten öyle bir ayrıcalığa da gerek yoktur fazla; memur kesim kuzu kuzudur, apaçiler ise ışıklı, fosforlu, allı pullu modifiye arabalarıyla çıkarttıkları gürültü sırasında kendilerine atılan birkaç onaylamayan bakış dışında kendi hallerine bırakılır. Ankara'dan sosyal anlamda ufak tefek tatlar almak için ise İstanbul'da olduğu gibi, ekonomik güç gerekli. Trafik ise sadece mesai başlangıç ve bitişinde görülür; Ankara nüfusunun büyük çoğunluğu akşam saatlerini televizyon karşısında portakal soyarak geçirdiğinden, herhangi bir günde akşam belirli bir saatten sonra yollarda rahatça ilerlemek mümkündür.

İzmir ise pamuk gibidir, iyi niyetlidir. Geçen gidişimde İzban'da genç bir adamdan benim için bilet basmasını rica ettim. Paramı çıkarmak için cüzdanıma yeltendim, kafamı çevirdiğimde adam çoktan ortadan kaybolmuştu. Her yere baktım, ama adamın izini bile bulamadım; sanki boyut değiştirmişti. Halkapınar durağına geldiğimde görevli bir adama gideceğim yolu sordum, beni cana yakın bir şekilde gitmem gereken yere yönlendirdikten sonra elimi içtenlikle sıkarak yolculadı. İşte İzmirlinin bu iyi niyeti o kadar fazladır ki, bu durum onu siyasi açıdan kullanılmaya da son derece müsait kılar maalesef. Geçmişte Rumlarla, Yahudilerle yan yana evlerde huzur içinde yaşamış insanların torunlarının bu iyi niyetleri, birbirleriyle ağız dalaşına girmekten başka bir şey üretemeyen siyasetçilerin, bir yandan da "yarım cümle/boş satır/yarım cümle" formunda üç satır yazarak muhalefet yaptığını, bir işe yaradığını sanan yazarların dillerine pelesenk olur, çıkar. Kimse anlamaz halbuki İzmirliyi; İzmirliyi bir tek İzmirli anlar, o da yanlış anlar bence. Çekirdeğe "çiğdem", simite "gevrek" demeleriyle de alakası yok bunun aslında (Bir kere fırındaki abiye "3 boyoz 1 simit" dediğimde mavi ekran vermişti; "Aaaaııı şey yani 3 boyoz 1 gevrek" dediğimde normale döndü adamcağız). Sosyal hayat açısından ise yemekten sonra çoluk çocuğu toplayıp şıpıdık terlikler eşliğinde ailecek çıkılacak hafif bir sahil yürüyüşü, çiğdem, buzlu badem ve mısır gibi şeyler ortalama bir aile için hem ekonomik açıdan rahat, hem de keyifli olabilir. Ya da biraz daha sofistike bir hayatınız varsa sabahları bisikletinizi alıp sahile çıkabilirsiniz; şehirden keyif almak için lord çocuğu olmanıza gerek yoktur.

Genellemelere doyduysak dağılalım.

(Yiğit Özgür'den)