Biliyorum, bu şarkıyı o güneşli sabahta ağaçların içerisinde döne döne ilerleyen yolda, arabanın açık camından yüzüme çarpan, beni nefessiz bırakan rüzgarın eşliğinde dinlemiştim. Nefessizliğim ile şarkının nefessizliği birbirine uyuyordu. Evet, bunu da biliyorum. Arabada tek başıma ilerlerken eve dönüş yolunu uzattığım gece trafik lambalarının sayaçlarına eşlik etmişti. Tıpkı sayaç gibi o şarkı da sayıyordu. Acelesi yok, telaşsız, bir yere yetişmeye çalışmıyor; sadece içten içe yiyip bitiriyor benden bir şeyleri. Radiohead’i seviyorum; sanki her bir köşesinde başka bir anımın olduğu evimmiş gibi seviyorum biraz da. Nerede olursam olayım evime taşınıyorum; o sıcak günün akşamında oturduğum eski yazlığımızın balkonunda oturuyorum yine, ya da ağaçların arasındaki o yolda ilerliyorum, ya da eve dönüş yolumu uzatıyorum, ya da başka şeyler. İnsanın fazla tekrar etmeyen, ama hep tekrar eden hayatı da böyle bir şey belki. Arka planda hep aynı tempo, üzerine giydiği notalar değişiyor. Kimi zaman atak, saldırgan, stresli, kimi zaman sakin, barışçıl, sevecen, yatıştırıcı. Sıfatlarla işimiz var bugün. Orta okuldaki Türkçe hocamı düşündüm dün, onu ne kadar özlediğimi fark ettim, bir resmini aradım, bulamadım; hatıramda kalan mimikleriyle, üst üste taktığı gümüş takılarıyla idare ettim. Bu sefer rüyama girmedi. Onu rüyamda görüyorum bazen. Boynuna sarılıyorum, mutluluktan ağlıyorum, onu ne kadar özlediğimi söylüyorum. Sanki hiç uzaklara gitmemiş gibi oluyor. Sonra uyanıyorum. Uyku sersemliğiyle ona hiç de ulaşmadığımı fark ediyorum. Okulu arayıp telefon numarasını öğrenmem gerektiğini düşünüyorum. Sonra bitiyor. Bir sonraki rüyaya kadar, ya da rüyadan önceki şeye kadar.
Uzun zamandır yolculuk yapmadım. Yolculuk müziklerini dinledikçe iş gibi nedenlerle de olsa yolculuk yapmayı özlediğimi fark ediyorum. Tıpkı geçen yaz annemle beraber İzmir’den dönerken yaptığımız gibi plaka oyunu oynamak istiyorum. 35 İzmir, 36 Kars, 37 Kastamonu, 38 Kayseri, 39 Malatya… Hayır… 39 Kırklareli, 40… Kocaeli… Hayır, 40 Kırşehir… K’lar hala bitmedi… Kütahya var. Afyon’daki çevre yolunda ilerliyoruz; yolun etrafındaki çorak topraklar uzaklara kadar gidiyor, yolun yakınlarında yapımı süren şekilsiz, renksiz, ruhsuz binalar var. Hava sıcak, camları kapalı tutuyoruz. Annem düz yolda arabayı bana vermek istiyor ama biraz üşendiğimden, biraz da düz vitesle boğuşmak istemediğim için reddediyorum. Güzel bir yaz günüydü. Evde biten her yolculuğun sonunda olduğu gibi, evin alışıklığımın kalktığı kokusunu tekrar duymaya başlıyorum; sadece kısa bir süre için. Güneş ışıkları balkondaki saksı bitkilerinin üstüne daha bir yumuşak düşüyor sanki. Sonra evde biten her yolculuğun sonunda olduğu gibi; akşam yemeğinde kahvaltı yapıyoruz. İzmir’den gelen boyozlar, tahinli çörekler buzdolabında kaskatı kalışlarına başlamadan önce, ilk birkaç tanesi ısıtılıp yeniyor.
Bu hafta sonu yolculuğa çıkacağım. Abant’a. Bu sefer sıcak değil, güneş ısıtmayacak, tatlı esintiler de yok. Sert rüzgarlar otobüsü sallayacak. Gri kayaların, koyu renkli çamların arasından ilerleyeceğiz. Belki birkaç şarkıyı daha yazacağım. Belki yazmayacağım. Belki uyuyacağım. Belki kitap okuyacağım. Aylar önce geçtiğim yollardan tekrar geçerken, büyük ihtimalle, o günleri tekrar düşüneceğim, o duyguyu hatırlıyorum, çok iyi hatırlıyorum, şu an bile yaşayabiliyorum. Sonra belki gözlerim kapanacak, uykuya dalacağım, boynum ağrıyacak. Belki yağmur yağacak, yağmur damlaları otobüsün camından çapraz çapraz inecek. Belki de güneş açacak. Hava durumuna bakmadım. Bilmiyorum. Fark etmez. Önemli değil. Kılıfına uydururuz.