Uzun zamandır boş bıraktım burayı. Son yazdığım zamandan beri çok şey okudum, izledim, yazdım, çok yer gördüm, hayatımda daha önce hiç gitmediğim ama çokça hayalini kurduğum uzaklıkları yakın ettim, yeni şeyler dinledim, yeni kelimeler duydum, kimi basit tatların insanda nasıl büyük duyguların taşıyıcıları olduğunu gördüm. Hiçbir şey "yazmadım", Paris anılarımı, gözlemlerimi sakladığım ufacık, gizli saklı bir defter dışında. Şimdi o deftere gözüm gibi bakıyorum. Yaşamın akışında "ufak tefek" kabul edeceğim birtakım hayal kırıklıkları yaşadım, işimden ayrıldım, son zamanlarda biraz boşluğa düştüm, biriktirdiğim param suyunu çekmeye başladı, para harcamamak için de kendimi eve kapattım. Fotoğraflara bakıp geriye dönerken, Paris anılarımı yeniden yaşadım her gün. Her gün o Noel sofrasına oturdum, bazen Notre Dame Kilisesi'nin önünde vakit geçirdim, Paris'in karmakarışık metro ağında bir yerlerde ilerlerken, metrodaki insanları gözlemledim. Bazen canım sokak başlarında satılan Nutellalı krepten çekti. Domatesli ekmek burnumda tüter oldu. Gittiğim bütün o devasa müzeleri; meydanlarda gördüğüm, masallardan fırlamışçasına parıldayan atlı karıncaları özledim. Bolonya'da havaalanındaki İtalyanca anonslar beynimin içinde çınladı ("Grraaazie!"). Bu anıların hepsini buraya sığdırmaya çalışmak çok saçma bir girişim olurdu. Paris anılarımın hepsi benim beynime kazılı vaziyette, kaybolması, unutulması imkansız; zamana yenilmeye yakın birtakım ufak detayları toparlamak için ise defterim ve o kişi var. İstanbul da artık her defasında daha tanıdık geliyor. Arada gidip geldikçe İstanbul'un kenarını köşesini daha iyi öğrendim, Kayseri'de ise yağlama tabağına bol yoğurt eşliğinde yumuldum. İlkokul arkadaşlarımla ortaokulun bitiminden sonra ilk defa buluştum. Her akşam bir film izledim, film izlemediysem yüz sayfa kitap okudum. Kütüphaneme yeni kitaplar kattım oradan buradan. Artık Paris'ten getirip gözüm gibi baktığım, çoğu yerlerinden pek bir şey anlamadığım Fransızca kitaplarım kitaplığımın baş köşesinden bana göz kırpıyorlar. Sözlüğün esiri olmadan onları okuyabileceğim zamanları hayal ediyorum. Kitaplığımı seviyorum, o, onu ilk kurduğum zamandan beri odamın bana en mutluluk veren parçası oldu. Bu arada yeni yazarlar keşfettim, Türk edebiyatıyla ilgili öğrencilik yıllarından kalma ön yargımı kırdım; üstüne üstlük okuduğum her kitapla beraber ona daha da çok bağlanıyorum. Çok fotoğraf çektim, her gün fotoğraf çektim, her şeyi raporladım ona, kahvaltı tabağımı, dışarı çıkarkenki kıyafetlerimi, kafamdaki şapkayı, bilekliklerimi, ojelerimin rengini... İstanbul fotoğrafları çektim; kimisi soğuğun iliklerime işlediği bulutlu bir günde Emirgan sahilinde, kimisi bir iş görüşmesinin ardından ayakkabılarımın canımı yaktığı sıralarda Eminönü Meydanı'nda. Vapura bindim, denizin kokusunu içime çektim; ben yanımda taşıdığım, Sultanahmet Köftecisi'nden kalma ekmekle martıları umarsızca beslerken, kırıntılarını yanımda oturan insanların üzerine savurduğumu fark ettiğimde yanımdaki sıralar çoktan boşalmıştı. Belki de sadece rüzgardan üşüdükleri için içeri girmeye karar vermişlerdi, bilmiyorum. Doğma büyüme Ankaralıyım ben. Her ne kadar anne tarafından kökenim İzmirli olsa da deniz kültürüne sadece tatillerden aşinayım. Şimdi yol açıyorum kendime. Hedeflerim var. Bundan daha da önemlisi, hayatımda bunları gerçekleştirmem için bana çok önemli sebepler ve bol miktarda cesaret veren biri var. İnsan her ne kadar belirsizliklerle boğuşurken zorlansa da, yolunu göremese de, o limanın sisin içinde ileride bir yerlerde olduğunu bildiğinde kendini daha iyi hissediyor. İşte ben, bana o limanın orada olduğunu, orada OLMAK ZORUNDA OLDUĞUNU gösteren sebeplere sahibim. Bilmiyorum, belki de kendimi daha iyi hissetmiyorum, belki "Nasıl?" diyen endişelerim bazen baskınlaşıyor. Önemli değil, üstelik bu endişelerin de hiçbir faydası yok. O zamana kadar yapılabilecek şeyler var. Spotify sayesinde yeni müzikler keşfetmem kolaylaştı. Bana her gün başka bir şarkının YouTube bağlantısını veren biri var yanımda. Kendimi hiç mi hiç yalnız hissetmiyorum bu sefer. Her şey çok farklı. Deniz seviyesine indiğim kadar yükseklere de çıktım biraz. Önce tuvaletleri pis, kıytırık bir dinlenme tesisinin lokantasında açlığa dayanamayıp kabak ve biber dolmalarını mideye indirdim lise arkadaşlarımla (kenarına koydukları yoğurdun sarmısaklı çıkması büyük talihsizlikti). Kayseri'de geçirdiğimiz iki gün boyunca mantı, yağlama, sucuk içi, çiğ köfte yemekten vakit bulduğumuz süre zarfında Erciyes Dağı'na çıktık. Ben diğerleri gibi kayak yapmadım, ama Kayseri'nin üstünü örten is tabakasını gördüm. Kardeşimin çok sevdiği botlarını çamura buladım. Telesiyeje bindim. Sulu çamurların içinden düşme korkusuyla geçerek tepelere tırmandım. Rüzgarın getirdiği sessizliği işittim. Seslere olan farkındalığım da arttı, artık şehrin sokaklarının uğultusunu, yağmurun beton üzerindeki tıpırtısını başka bir kulakla dinler oldum. Paris'teki büfelerde satılan kartpostallardaki fotoğrafların sahibi bir fotoğrafçı keşfettim, Robert Doisneau adı. Şimdiki Paris'i ne kadar çok sevdiysem, o fotoğraflardaki siyah beyaz Paris'e de bir o kadar aşık oldum. Nasıl şu ufacık yazıda bile gidip gelip o anılara dönüyorsam, günlük hayatımda da aynen böyleyim.
Eh, tatsız şeyler olmuyor mu, tabi ki oluyor; ama bilgi akışının çılgınlar gibi arttığı şu teknoloji çağında herkesin binlerce defa tekrar ettiği şeyleri ben bir kez daha tekrar etmek istemiyorum. Burada bu küçük yazının ufacık, sevimli bir mikroevreni var ve ben onu temiz tutmak istiyorum. Bu hikayedeki olumsuzluklar bile parçası olduğu bütünün niteliklerinden dolayı insana ümit veren bir havaya sahip oluyorlar. Bu uyumu bozmayı aklımdan bile geçiremem. Bu bütünün her bir parçasını ("Parça" diye bir şey varsa eğer, bence yok, bence ben bu bütünü parçalayamam ama elimde bunu anlatacak daha iyi bir kelime yok) çılgınlar gibi seviyorum.
Bu da belki bir şeylerin yeniden başlangıcı olsun.