30 Mayıs 2010 Pazar

"kendime bir not" fenomeni-1: kafamın içinde uçuşanlar listesi

- Saatler boyu House M.D. seyretmek ("Duu en emaraaay... Çek dı bılad for infekşıns... Aym goğin hom.")
- Saatler boyu TED konuşmalarından dinlemek
- Almanca öğrenmek, en azından öğrenmeye başlamak, biri "Almanca" dediğinde "Wie heißt du? Ich heiße Nil." ya da "Woher kommst du?" "Ich komme aus der Turkei."ın ötesine geçebilmek.
- Hayırlısıyla bir staj yapmak, sonra ikinci bir staj yapmak, tedarik zinciri manyağı olmak
- Saatler boyu Yüzüklerin Efendisi okumak, utanmadan üç kitabı hemencecik bitirmek, sonra Dostoyevski okumak (Lisedeyken Rus klasiklerini hiç sevmezdim, nasıl oldu bilmiyorum ama şu aralar oldukça ilgimi çekiyor, özellikle Dostoyevski)
- 4.1'de Fransızcayla yetinmeyip 2. yabancı dil almak; Rusça veya İspanyolca olabilir (ne diyorduk, "Global Supply Chain Management")

Okulun sondan bir önceki senesi de bittiğine göre ben de çıldırlara gelebilirim! Son sene!!! Bı-bıfff bıfff bı-bıfff!

Haa, bu arada "What is Supply Chain Management?" isimli mükemmel bir video var, Arizona State Üniversitesi'ndeki Tedarik Zinciri Bölümü, 12 modülden oluşan bir video serisi hazırlamış, ona bir giriş teşkil ediyor. Alanla bir işi gücü olmayıp, yine de bir ürünün hammaddelerinin satınalmasından, raflarda yerini bulmasına kadar geçen sürenin nasıl yönetildiğini merak eden insanlar varsa bence çok güzel anlatmış adam. Valla çok gaza geldim. İşte tam olarak bunu istiyorum. :P



Evvvet, uzun ve orta vadeli planlarım bu kadar. Kısa vadeli planım ise çok daha basit: Annemden azar işitmemek için gidip salata yapmasına yardım etmek. Yeah.

eurovision 2010'dan notlar.

Bülent Özveren gibi yorumlar yapasım geldi haaa. O adam da, Eurovision seyretmeyi çekilir kılan nadir şeylerden. Bak, çok dehşet analizler yapcam şimdi.

Finalde şarkıları pek dinlemedim, yarı-finalde dinleyebildiklerimi biliyorum sadece. Yine de zaten fazla önemli değil.

Şunu anladım ki, bu yarışmadan iyi bir dereceyle çıkmak konusunda gerçekten inatçıysak, o burun kıvrılan 3-5 puanları kesinlikle toplamak gerek. Geçen senelerden hatırladığım kadarıyla fazla toplamıyorduk o puanlardan, gelirse ya 8, ya 10; politik ilişkilerimizin iyi olduğu veya fazla göçmenimizin bulunduğu ülkelerden de 12 puan alabiliyorduk. Bu sene sanki geçen senelere göre biraz daha fazla "ufak puan" toplama şansımız oldu, 3, 4, 6, Allah ne verdiyse. Ve o puanlar belki Manga'yı birinci yapmadı ama, 2. olmalarını sağladı. Zaten 12 puanların önemli bir kısmı Almanya'ya gitti ve arayı açmasına sebep oldu, bunda bir sorun yok, hak etmiş olabilirler de olmayabilirler de, o konuda bir bilgim yok. İnsanların çoğu zaten onların birinci olması gerektiğini düşünüyordu, oylamanın getirdiği bir belirsizlik yoktu durumda. Şarkıyı dinlemedim bile. Ama o açılan aradan sonra Manga'nın gelmesinin tek sebebi, pek çok ülkeden 3'er 5'er birtakım puanlar toplayabilmesi.

Ne diyelim, bir Eurovision macerası daha böylece son buldu. Eminim yarın sabah Türkiye işsizlik oranı daha düşük, ya da iş güvenliği şansa, kadere bırakılmamış bir ülke olarak uyanmayacak, ama bir kısımlarımız böyle rüyalarla uyuyup uyanmayı seviyor.

Ha, bu arada Almanca öğrenmeyi düşünüyorum, Almanya'nın Eurovision'u kazanmasını da bir mesaj olarak alıyorum. :P

"Bonsoir" da değil artık, "Bonne nuit l'Europe" diyelim, oralarda da gece oluyordur artık yavaş yavaş. Uyumaya gidelim.

25 Mayıs 2010 Salı

aklıma bi türlü gelmeyen şey için yazdığım blog.

Finallerim bitti.

Artık staj arama, yan gelip yatma, az biraz spora bulaşma,blog yazma, kitap okuma, 435084320 bölüm ardarda House M.D. seyretme zamanı.

Ne sıkıldım bugün Kalite Güvence ve Güvenilirlik dersinin finaline hazırlanırken. Bööööyle, içime öküzler oturdu resmen.

Aslında ben buraya bunu yazmaya gelmemiştim. Akşamüstü eve geldikten sonra yatağımı toplarken kafamın içine doluşan o mantıklı cümleleri hatırlamaya çalışıyorum, ama arka planda bir Robbie Williams klasiği olan "Feel" çalıyor ve bu oldukça dikkat dağıtıcı.

Haa, bir de baya uzun bir süre hafızamda kazınıp kalacağını düşündüğüm o kareyi de bugün gördüm. Beni çileden çıkaracağından, kafamı duvarlara vurduracağından falan değil, sadece hikayenin bir parçası olduğu için aklımın bir köşesinde kazınıp kalacak.

Bugün Havlu Günü idi, ama ben tamamen unuttum. Seneye artık, inşallah.

Uykum var çünkü sabah 6 buçukta kalktım Fransızca finalime gitmek için. Sonra günboyu aralıksız ders çalışıp, stres olup, iki tane sınava girdim. Kafamın ağırlaştığını hissediyorum. Yatağımı toplarken aklıma gelen abidik gubidik cümleler de eminim alakasız bi zamanda yeniden aklıma gelecekler ve ben onları yine not edemeyeceğim.

O zaman, "Always know where your towel is."

22 Mayıs 2010 Cumartesi

classical uncertainty

"I expected you to give me hope. You made me feel more miserable."

Hiçbir filmin repliği değil. Kafamın içinde kendi uydurduğum repliklerden biri. Benim filmimin diyelim ya da. Film gibiyim, valla bak. Haha.

Bilmiyorum, emin olamıyorum. Hani derslerde sürekli "uncertainty" diyip duruyoruz ya, öyle bir durum var bende. Bende değil, burada. Bir türlü emin olamıyorum. Bir döneklik var olayda. Bazen diyorum ki, "Aha, tamam bu sefer oldu". Tam onun arkasından başka bir olay çıkıyor, ve sonuç: "FısSsSsss..."

İnsan doğası tahmin edilmesi zor. Hele bazı insanlar var ki, onların doğalarını tahmin etmek hiç mümkün değil. Ne demiş John Stamos abimiz (yani Jesse amca - amcaya gel), Full House dizisinin jenerik müziğinde: "Whatever happened to predictability/The milkman, the paperboy, the evening TV/When did I get to living here? Somebody tell me please/This whole world's confusing me"

İnanabilseydim güzel olurdu, ama inanamamamın tek sebebi kendim olmadığı için kendimi çok da kötü hissediyorum sayılmaz. Olaylara da Ted Mosby gibi bakmayı öğrendim. Evet, Ted Mosby karakterini çok seviyorum. Ayrıca da tam şu saniye Into the Wild soundtracki dinliyorum, Kaki King - Doing the Wrong Thing. Yolculuklara çıkasım geldi, bilinmedik yerlere.

Bu da classical conditioning midir ki?

(Dediğim şeylerin yerine gitmediğinden baya bir emin olduğum için rahat rahat konuştuğum gerçeği)

Finallerim bitiyor, bitecek, 3 tane kaldı. Sonra da staj koşturmacası. Yine Doğadan'da çalışsam ya. Meyve çayı kokuları arasında. Unutsam sonra. Yolda Naci en Alamo dinlesem, Tony Gatlif versiyonunu.

Tam bir belirsizlik içinde hissediyorum kendimi şu an.

20 Mayıs 2010 Perşembe

totally. what is the color of sunshine?

One exact moment in the universe, and it will determine everything. I feel that. I can see the frame. I can see the reflection in the eye. And the sunshine.

I don't want to leave things to the end (It's about "the egg and the door" issue in a Turkish expression - "yumurtanın kapıya dayanması" --- those who speak Turkish, don't tell me it's not "door". I know that. It's not a "chicken translation". We don't usually call it "kapı", right? The place where the egg moves out? OK.). I just need one little exact hint from the universe, then I can do it. Because I believe. I haven't ever ever ever believed in something more than I believe in this.

I just need one wink.

Do I speak too much like Ted Mosby? Toootally. Maybe.

I don't know why I'm writing in English. I think I just want to blether. I used to write things in English, because less people were able to speak it then. However now, more people around me know it. It's not a mystery for me anymore.

I don't have much time left. I have to take action.

What is the color of sunshine? What makes sunset a bright red?

11 Mayıs 2010 Salı

classical conditioning, imagination ve kampüste bir gece yürüyüşü

Diyeceklerim aslında şundan öteye geçmeyecek belki: "Classical conditioning rules. Imagination is everything." Kimseden alıntı değil. Demin dünü düşünürken bir anda aklımdan geçti.

İnanmak istiyorum, sonuna kadar inanmak istiyorum. İstersem inanacağımı biliyorum. Ama inanmam her şey değil, bir yanım mantıklı davranmamı söylüyor ve ben yine kırılmak istemiyorum. Ama o klasik şartlanma o kadar güzel şeyler taşıyor ki aklıma, kanıveriyorum hemen.

Dün gece saat 2'ye doğru kulüp toplantısının arasında hava almak için dışarı çıktım, biraz tek başıma gezdim, Damien Rice'ın Delicate'ini dinledim, odasında oturmuş, derin derin bir şeyler düşünüp gözlerini bir yere diken Gregory House misali ben de gözlerimi ağaçların yapraklarına diktim. Rüzgar yanaklarıma, saçlarıma çarptı. Tertemiz, serin havayı soludum, çiçek kokuları geldi burnuma. İşte o an her şeyin şu an benim gördüğüm gibi olmadığına ve aslında beklediğimden fazlasının olabileceğine inanmak istedim. Tam da bunu istedim. Olasılık kareleri gözümün önünden geçti, o gün algıladığım başka bir şeyle birleşti, bütün oldu, kare oldu, an oldu. Hem nefret ettim, hem delicesine sevdim.

Bir hüzün kapladı içimi, içime çektiğim hava kadar temiz. Aslında belki hüzün de değildir bu duygunun adı, belki olmamalıdır; çünkü içinde bir şekilde insanın kendisini rahat hissetmesine izin veren parçalar da vardır. Canımı yakışı bile dünyanın en tatlı saçmalığı. Hep etrafımda olsa da arada canımı yaksa dedirten.

FA'nın oralardaki banklardan birine oturdum, ellerimi ceplerime soktum, kafamı yukarı doğru kaldırdım. Tam tepemdeki sokak lambasını ve büyükayı takım yıldızını ve o mavi renkli gezegen hangisi ise (venüs olabilitesi yüksek) onu seyrettim. Serin hava yüzüme çarptı, sessizlik de öyle. Derin derin nefes aldım. Bir ara yanımdan biri geçti elinde kitaplarla, yorulmuştu galiba.

Benim için uzun zamandır içinde bulunduğum en huzurlu 5 dakikaydı galiba. Hem hava olarak, hem de düşünce olarak harikaydı. Çünkü inanmak istiyordum.

Hala istiyorum. Bir yandan korkuyorum, bir sonraki sefere kapıların yine kapanmasından korkuyorum. Cesaretli davranmak gerek belki, belki insanın elini taşın altına sokması gerek olabilecekleri görmek için. Kabul ediyorum. Ama şu an öyle bir durumdayım ki, hem elimi taşın altına sokmak, hem de o taştan ve altındakilerden köşe bucak kaçmak için bir sürü sebebim var.

Açık kapatmaya çalışmak dünyanın en budalaca şeyi, olmuyor da öyle bir şey zaten.

Tek istediğim inanabilmek, dün gece dışarıda soluduğum temiz hava kadar net bir şekilde inanabilmek. Onun için de, "ben"in "ben"den kurtulması gerek.

Uykusuzum, yorgunum, kafam tonlarca "spam" ile dolu (bu spam'lere tüm o notu 100'e tamamlamak için verilmiş, anlamsız, aptal ödevler, projeler vs vs dahil) ama aslında odaklanmak istediğim bazı şeyler var. Kampüste gecenin bir körü Delicate ile biraz daha zaman geçirmem gerekiyor. Aklıma ilginç ilginç şeyler geliyor.

Canımı yaksa da seviyorum.